Güzel Bir Hafta Sonu Dileriz

Kısa Kısa'da yeni bir Hikaye

Yolunacak Kaz?..

Sağlıcakla Kalın

×

Loading...
LÜTFEN KULAK VERİN "COVİD" TEHLİKELİDİR

















SON YAZILAR :
Loading...


Efsaneler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Efsaneler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2022

Derinliklerden Gelen Sesleri Takip Eden Kız

“Hoshi wo ou Kodomo!” Bir Japon Efsanesi…

image

Aslında doğru bir çeviri ile “Children Who Chase Lost Voices From Deep Below” yani “Derinliklerden Gelen Sesleri Takip Eden Çocuklar” demek daha doğru olur; ama ben bu şekilde bir çeviriyi daha hoş buldum. Neden mi?

image

image image

Yönetmenimiz Mokoto Shinkai hatrına uykusuz kalsam bile oturur iki üç defa izlerim bu filmi ben. Kaliteli, muhteşem olacağından da zerre kadar şüphem olmamıştır hani… Okuduğu okuldaki bitirme tezi olan Hoshi no Koe ya da kısacık bir anime olarak harikalar yarattığı She and Her Cat bir yana, üç farklı temanın ortak paydasında insanı darma duman eden Byousoku 5 Centimeter ve Kumo no Mukou, Yakusoku no Basho (The Place Promised in Our Early Days) isimli ikide efsanesi varken benim böylesi bir yönetmeni eleştirmem bile yanlış olur. Tek söyleyebileceğim; şu âna kadar yaptığı animeler arasında tek bir kötü, hadi kötüyü geçtim tek bir zayıf filmi dahi yok! Hiç de olmadı! Olmayacağını da düşünüyorum!

image

Yönetmene bunca övgüyü sunduktan sonra hemen seriye geçelim;

Hayatın huzur olduğu, huzurun insanlarca, asla bozulmayacakmış gibi bir arada yaşandığı bir kasabada yaşamakta olan Asuna isimli babasını kaybetmiş, annesinin yoğun iş saatleri yüzünden hayatını yanlız başına yaşamakta olan kızımız ev işleri ve yoğunluğuna karşı oldukça başarılı bir şekilde sınıf birincisi olarak yürüttüğü okul derslerinden başını kaldırabildiği her boş zamanını tren yolundan ve bir köprüden geçerek ormanın içerisindeki bir tepede, kendi yaptığı bir sığınak ve ona yakın, tüm her yeri görebileceği geniş ve yüksek bir kaya çıkıntısında geçirmektedir. Hayatına mutluluk katan bu en mutlu anlarını, kaya çıkıntısının tepesinde, yüksekte oturarak elindeki ufak aletten müzik dinleyerek geçirirken bir gün kulağına o güne kadar hiç duymadığı ve bir daha asla da duymayacağını düşündüğü bir ses çalınır.

image

İşte tüm her şey böyle başlar…

Sizinde anlayacağınız gibi seride derinliklerde yatanları dinleyen çocuklardan ziyade, dinlemeyi seven ve sesleri herkesten iyi duyabilen böylesi güzel bir kızımız var. Şimdi ismi neden böyle koymayı tercih ettiğimi anladınız mı?

image

Her neyse, Ertesi gün okulda dönen söylentilere göre ne olduğu bilinmeyen bir hayvan civardaki halka saldırmaktadır ve öğrenciler eve tek başlarına gitmemek için uyarılırlar. Buna rağmen Asuna eve birlikte gitme teklifinde bulunan arkadaşlarını geriye çevirmekle kalmaz bir de rütin ev işlerini hızlı bir şekilde hallettikten sonra tekrar ormanın yolunu tutar; ama köprüdeki tren yolundan geçerken o ne olduğu bilinmeyen hayvanın saldırısına da uğrar.

image  image

Hayvan tarafından öldürülmek üzereyken daha sonradan adının Shun olduğunu öğreneceği bir çocuk tarafından kurtarılır ve Shun tarafından istemsizce öldürülen hayvan köprüden nehire düşerken Shun onu oradan alıp kaçar. İşte bu anda Shun denen çocuğun, daha doğrusu onun hayvanı öldürürken kullandığı boynundaki yakutun peşinde birilerinin olduğunu öğreniriz

image

Shun ve Asuna arasında hızlı bir yakınlaşma olur ve Asuna, Shun tarafından alnına kondurulan bir öpücük ile kutsanarak ertesi gün buluşma sözü ile evin yolunu tutar; ama Asuna buluşma sözü verirken Shun aslında ona veda etmektedir. O günün gecesinde yeryüzü yaşamına daha fazla dayanamayan Shun’un bedeni iflas eder ve kayanın üzerinden süzülen Shun aşağıdaki nehire düşerek hayata veda eder.

image

image

Bundan sonrasında ölüm ve yaşam arasındaki ince detayların öğrenileceği, mükemmel bir anlatım ile seyirciyi derinden etkileyecek bir fantastik yolculuğa doğru adım atmış olarak buluruz kendimizi… Yer altının girişi, kapı bekçileri, yer altı halkları ve yeryüzü halkları ile yer altı halklarının iki dünyaya olan uyumsuzlukları, ilginç efsanelerden kopma garip varlıklarla örülü bambaşka, fantastik bir dünya ve geçmişin savaşları, insanların acımasızlıkları, giden bir yaşamın bedeli

image image

Bunlar ve daha nicesi bu fantastik dünya içerisinde bizi beklerken biz bir anda filmin sonunda buluveririz kendimizi…

image image

Sadece bir düşünün; eğer ki gidenler geriye gelseydi ve geriye gelen her varlık için bir bedel ödenmesi gerekmeseydi; o zaman yaşamın ne anlamı kalırdı ki?

image

Önünde bir kez daha saygı ile eğiliyorum Mokoto Shinkai!

image

image  image

image  image

image  image

image  image

02 Şubat 2022

Karagöz ile Hacivat

Tiyatro sözcüğü Yunanca “seyirlik yeri”anlamında kullanılan theatron sözcüğünden türetilmiş ve dilimize yerleşmiştir. imageHalk Tiyatrosu, metinsiz sahnesiz bir tiyatro olup,  daha çok kentlerde gelişen doğmaca, bir gelenektir. Geleneksel Türk Tiyatrosunun önemli bir bölümünü bu gelenek oluşturmaktadır. Halk Tiyatrosu içinde kukla, Karagöz ve ortaoyunu, meddahlık, hokkabazlık gibi türler yer almaktadır. Karagöz: Karagöz, şeffaflaştırılmış (cam deri tabir edilen) deriden yapılan tasvir olarak adlandırılan insan, hayvan veya eşya şekillerinin çubuklar yardımı ile oynatılması sırasında arkadan verilen ışıkla beyaz perde üzerine yansıtılması temeline dayanan gölge oyununun adıdır. Oyun adını Karagöz’den almaktadır. .  Karagöz adı ile yaygın olarak bilinen bu oyuna, halk arasında zaman zaman  “Hacivat”  adı da verilmektedir.Gölge oyununun kaynağı Güneydoğu Asya ülkeleri olarak kabul edilir. Türkiye’ye gelişi hakkında ise değişik görüşler vardır;

Georg, Jacob tarafından savunulan görüşe göre, gölge oyununun Çin’den Moğollara geçtiği, buradan da Türklerin Anadolu’ ya göçleri sırasında beraberlerinde getirdiği şeklindedir.

Gölge oyununun Mısır’dan geldiğini savunan görüşe göre, 1517 yılında Mısır’ı ele geçiren Yavuz Sultan Selim, bir gölge oyunu sanatçısının Memluk Sultanı Tumanbay’ın asılışını canlandırdığı, gölge oyununu izlemiş bu sanatçıları İstanbul’a getirtmiştir. Türklerin de bu sanatçılardan gölge oyununu öğrenerek icra ettiğidir.

Karagöz’ün Türkiye’ye geliş tarihi ile Çingenelerin geliş tarihlerinin çakışması, Karagöz’de rastlanan bazı Çingene özellikleri nedeniyle gölge oyununun Endonezya’nın Cava Adası ve Hindistan’dan Türkiye’ye, Çingene oynatıcıları eliyle getirilmiş olduğuna dair bir görüştür.

Diğer bir görüş ise,  gölge oyununun Yahudiler tarafından İspanya ve Portekiz’den getirilmiş olabileceğidir.

Karagöz ve Hacivat’ın gerçekten yaşamış kişiler olduğuna inanılarak ortaya atılan değişik görüşler ve anlatılar da vardır. Bu konu ile ilgili anlatıların en yaygını şöyledir; “Karagöz ve Hacivat, Sultan Orhan zamanında Bursa’daki Ulu Cami’nin yapılışında usta olarak çalışmaktadırlar. Sık sık işi bırakıp espriler yaptıkları için, işçiler bunları izlemekte, inşaatın ilerlemesi engellenmektedir. Durumu gören Sultan Orhan’ın Karagöz ve Hacivat’ı astırdığı, sonradan pişman olduğu, Şeyh Küşteri adlı birinin Karagöz ve Hacivat’ın resimlerini yapıp arkadan ışık vererek bir perdede oynattığı” şeklindedir. Şeyh Küşteri Karagöz’ü yaratan kişi olarak anılmaktadır. Karagözcüler, Şeyh Küşteri’yi pîr’leri olarak kabul ettikleri için, Karagöz perdesine “Küşteri Meydanı” adını vermişlerdir.

Kendi mizah anlayışımıza, estetik değerlerimize göre biçimlendirilen ve geliştirilen gölge oyunu Karagöz,XVI. yüzyılda Hayal-i Zıl veya Zıll-i Hayal olarak adlandırılmaktayken, XVII. yüzyılda kesin biçimini almış ve Karagöz adıyla anılmaya başlamıştır. Şeyh Küşteri Karagöz’ü yaratan kişi olarak bilinmektedir. Karagöz XVIII. yüzyıldan itibaren halkın en sevilen eğlence türlerinden biri olmuştur.

Karagöz tek sanatçının yeteneğine bağlı olarak oynatılır. Perdedeki tasvirlerin hareket ettirilmesi, değişik tiplerin seslendirilmesi, şive taklitleri bir tek sanatçı tarafından yapılmaktadır. Sanatçının yanında kendisine yardım eden bir veya daha fazla yardımcısı bulunmakta, bunlara, “hayali” veya “hayalbaz”, bu çırakların yardımcılarına “sandıkkâr”, oyun takımı ile görevli kişiye de “sandıkkâr” denilmektedir. Oyunlarda şarkıları, türküleri okuyanlara  “yardak”, tef çalan yardımcıya da “dayrezen” adı verilmektedir. Günümüzde Karagözcülere yardım edenlerin tamamına “yardak” denilmektedir. Karagöz sanatçıları usta çırak ilişkisiyle yetişmektedirler.    

imageKaragöz’de konular, komik öğeler öne çıkarılarak işlenmekte; çifte anlamlar, abartmalar, söz oyunları, ağız taklitleri belli başlı güldürü öğesi olarak yer almaktadır. Karagöz oyunları, metinli oyunlar grubunda yer almakla beraber, oynatan sanatçının yeteneğine, icra ortamına göre,  doğaçlama olarak değişikliklere uğrar.

Karagöz oyunlarında, geleneğe bağlı olarak, değişiklik yapılmadan oynatılan oyunlara “kar-i kadim” oyunlar, değişikliklere uğrayan oyunlar ile yeni oluşturulanlara ise “nev- icat” oyunlar denilmektedir.

Karagöz oyunu dört bölümden oluşmaktadır.

1-Hacivat’ın semai söyleyerek perdeye geldiği, perde gazelini okuduktan sonra Karagöz’ü çağırdığı ve Karagöz’le Hacivat’ın kavga ettikleri giriş bölümüne “mukaddime” (başlangıç) denir. Bu bölümde Hacivat’ın söylediği perde gazelinde, oyunun bir öğrenme aracı ve gerçeklerin göstergesi olduğu belirtilerek felsefi, tasavvufi anlamı vurgulanır.

2-Bu bölümde Karagöz ve Hacivat’ın kişilik özellikleri ve karşıtlıkları vurgulanır. Muhavereler oyunla ilgili olabildiği gibi, ilgisiz de olabilir.  Bu bölümde, oyunun başkişileri olan Karagöz ve Hacivat arasında geçen salt söze dayanan olaylar dizisinden sıyrılmış, somutlaştırılmış ikili konuşma yer alır. Buna “muhavere” (söyleşi, diyalog) denilir. Muhavere, tekerleme biçiminde de olabilir. Bu bölümde Karagöz ve Hacivat’ın kişilik özellikleri ve karşıtlıkları vurgulanır. Muhavereler oyunla ilgili olabildiği gibi, ilgisiz de olabilir.

3-Asıl hikâyenin anlatıldığı, diğer tiplerin perdeye geldiği bu bölüme “fasıl” (oyun)  adı verilir. Oyun, buradaki konuya göre isim alır. Fasıl’ın sonunda oyuncular perdeden ayrılır Hacivat ve Karagöz kalır.

4-Oyunun sonunun haber verildiği, Karagöz ile Hacivat’ın oyundaki espriler ve yanlış anlamalardan dolayı seyirciden özür dilediği, bir sonraki oyunun duyurusunun yapıldığı bölüme “bitiş”  (Final-Epilog) adı verilir.

Karagöz’ün Tekniği:  Karagöz’ün oynatıldığı beyaz perdeye “ayna” adı verilir. Perdeler önceleri 2x2,5 m iken sonraları 110x80 cm ebadında yapılmaya başlanmıştır. İç tarafta perdenin altına kurulmuş “Peş Tahtası”(destgah) vardır. Oyunda bunun dışında zil, tef, kamış, nareke (düdük), perdeyi aydınlatacak kandil veya ampul vardır.

Bunlar peş tahtasının üzerinde bulunur. Oyunda kullanılan tasvirler genellikle 32 – 40 cm büyüklüğünde olur. Tasvirler 50 cm. boyunda, 1 cm. çapında gürgen ağacından yapılmış çubuklarla oynatılır.  Türk Karagöz'ü yatay çubuklarla oynatıldığından, görüntüler tek yönlü hareket ederler, geri dönemezler. Bunu yenmek için kimi görüntülerde “fırdöndü” denilen teknik kullanılır. Çin gölge oyununda olduğu gibi, görüntülerin sırtına deriden ufak bir yuva yapılır. Bir menteşe yardımı ile görüntünün sağa sola dönmesi sağlanır

Karagöz oyunlarında yer alan tiplerin tamamı tasvirler yoluyla canlandırılır. Tasvirler, cam deri tekniği ile tabaklanan, şeffaflaştırılmış deve, düve, manda, at, eşek ve keçi derisinden yapılmakta, doğal boya ile renklendirilmektedir.

Oyunda Karagöz ve Hacivat dışında yer alan diğer tipler, Tuzsuz, Çelebi, Matiz, Tiryaki, Beberuhi, Arnavut, Yahudi, Rum, Acem,  Kürt, Laz, Kastamonulu, Kayserili, Rumelili, Efe, Zeybek,  Zenneler vb.

Karagöz oyununun saraylarda ve konaklardaki eğlencelerde, kahvehanelerde, bahçelerde ve özel ortamlarda oynatıldığı bilinmektedir. Karagöz  gösterileri, toplumun    her kesiminde takdir toplamış beğeniyle izlenmiştir. Bu durum 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıfladığı gerileme döneminde Karagöz sanatçılarının yöneticilerle ilgili eleştirilerinin artması, yöneticileri rahatsız etmiş, siyasal taşlamalara yasak getirilmiştir. Hem siyasal yasaklamalar hem de Batı tiyatrosunun 19. yüzyılda  Türkiye’ye girmesisosyal ve ekonomik değişiklikler Karagöz gösterilerine ilgiyi azaltmıştır. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başı savaşlarla geçen bir dönem olduğundan Karagöz sanatçıları gösteri yapma olanağı bulamamış,  birçoğu sanatı bırakmıştır. Cumhuriyet döneminde, 1932 yılında Halk Evlerinin açılmasıyla Karagöz sanatçıları sanatlarını yeniden icra etme olanağını bulmuşlardır. 1952 yılında Halk Evlerinin kapatılmasıyla Karagöz sanatçıları tekrar sıkıntılı bir döneme girmişlerdir.  Daha sonraki Karagöz, çalışmaları, meraklıları tarafından bireysel çabalarla sürdürülmüştür. 1970 yılından sonra kurulan Kültür Bakanlığı’nın destekleme çalışmaları, bu sanatın canlandırılması ve yaşatılmasında etkili olmuştur.  

Karagöz’ün Tekniği: Karagöz’ün oynatıldığı beyaz perdeye “ayna” adı verilir. Perdeler önceleri 2x2,5 m iken sonraları 110x80 cm ebadında yapılmaya başlanmıştır. İç tarafta perdenin altına kurulmuş “Peş Tahtası”(destgah) vardır. Oyunda bunun dışında zil, tef, kamış, nareke (düdük), perdeyi aydınlatacak kandil veya ampul vardır.

Bunlar peş tahtasının üzerinde bulunur. Oyunda kullanılan tasvirler genellikle 32 – 40 cm büyüklüğünde olur. Tasvirler 50 cm, 1 cm çapında gürgen ağacından yapılmış sopalarla oynatılır.

Kukla:Türkçe bebek anlamına gelen ve bugün Anadolu'da yaşayan korçak, kudurcuk, kaburcuk, koğurcak, kaurcak, lubet, vb. gibi isimlerle yaşayan kukla seyirlik oyunların en eskilerindendir. "Korkolçak"(el kuklası), "Çadır hayal" (ipli kukla) adı ile yaşayan kukla Orta Asyada da aynı isimle yaşatılmakta ve Orta Asya'dan getirildiği sanılmaktadır.

Birçok Türk boyunda kendine özgü basit teknik içinde görülen ve 17. yy'dan beri Türkiye'de şehirlerde kukla adı ile bilinen oyun Anadolu'da köylüler arasında "bebek, çömce gelin, karaçör" gibi isimlerle yaygındır. Konusunu günlük yaşamdan ve edebi hikâyelerden alan kukla bir hareket ve hacim oyunudur. 14. yy. bu yana oynatıldığı bilinmektedir. Türk kuklasında kişilerin özellikleri,  Karagöz ve Orta oyunundaki gibi kesin çizgilerle belirtilmemiştir. Kuklada iki birinci kişi vardır.  Bu oyunun başkahramanı İbiş ve İhtiyardır. İbiş kurnaz ve hazır cevaptır. Kaba bir dil kullanır. Biçimsiz bir şapkası vardır püskülü sağa sola sallanır. İhtiyarın uşağıdır, efendisine bağlıdır. İhtiyar ise varlıklı bir kişidir. Kukla oyunları Karagöz ve Ortaoyunlarından alınır. Halk efsaneleri veya aşk hikâyeleri işlenir.

imageÜlkemizde ipli kukla, el kuklası, araba kuklası, iskemle kuklası gibi türlerle bilinen kukla sanatı 19. yy sonlarında önemini kaybetmeye başlamıştır. Cumhuriyet döneminde sınırlı sayıda sanatçı yaşatmaya çalışmıştır.

Ortaoyunu: Türk’lerin Karagöz, kukla gibi bir araçla oynatılan, meddah gibi tek anlatıcılı sözlü seyirlik oyunlarının yanında canlı oyuncularla oynanan “Ortaoyunu” da vardır. Oyunun başkişileri Kavuklu ve Pişekar’dır. Ortaoyunu, karagözün perdeden yere inmiş hali olarak da tanımlanır. Ortaoyunu seyircinin çevrelediği bir meydanda belli bir konu etrafında herhangi bir yazılı metne bağlı kalmadan, canlı oyuncularla oynanan doğmaca bir oyun türüdür. Yüzyıllar boyunca dramatik özellikte, kişileştirmeye dayanan sözlü oyunların (karagöz, kukla, dans, curcuna, meddah ve hokkabazlık) karışımından doğma bir gelişimle ortaoyunu en son biçimini almıştır. Oyun daha çok söze dayanmakla birlikte, hareket ve tavırlara da yer alır. Pişekâr oyunun başında ve sonunda oyunculara doğrudan seslenir. Oyunu tanıtır, kusurları için özür diler, gelecek oyun hakkında bilgi verir, duyurusunu yapar.

Hokkabaz: Hokkabazlar, söz ve el çabukluğu ile seyircinin duygularını aldatıp, olağanüstü sonuçlara varan kökeni çok eskilere dayanan bir seyirlik oyundur. Bu gösteride el çabukluğu ve gözbağcılığı gibi yetenekler sergilerken, diğer yanda usta ile yardımcısı arasında uzun güldürücü özellikte söyleşmeler yapılır.

Hokkabaz sözcüğünün genel ve özel olmak üzere iki anlamı vardır. Genel anlamıyla hokkabazlık açıklanması güç aklın alamayacağı oyunlar göstermektir. Bu kelime karşılığında aynı anlamda kullanılan sözcükler gözbağcı, ayyar, efsunkâr, sihirbaz, şu’bedebazdır. Özel anlamıyla, hokkalarla oynayan anlamındadır. Hokka oyununda, üç kap ve üç küçük yuvarlak kullanılır. Altı boş gösterilen hokkanın içinden topun çıkması, ya da içine top konulduğu sanılan hokkaların açılınca boş gösterilmesidir. Bu oyun hokkaların, topların sayısını arttırarak, boylarını büyüterek,  ya da başka nesneler ile uzatılıp, geliştirilebilir. Türk hokkabazlarının yanlarında soytarı kılıklı bir yardımcıları bulunur. Bunlar gözbağıcılığından korkan, oyunun hilesini çözmeye çalışan kişi olarak seyirciyi güldürmek amaçlı hareket eden kişilerdir. Hokkabazların ustasına da ortaoyunundaki gibi Pişekâr denilmekte ve elinde “Şakşak” bulunmaktadır. Hokka ustasına pehlivanda denilmektedir.

Meddah: Meddah bir anlatı türü olmasından dolayı Karagöz ve Ortaoyunundan ayrılır. Ancak anlatı bölümlerinin aralarındaki söyleşmeli, taklitli, kişileştirmeli bölümler nedeniyle dramatik türden sayılır.

Meddah, yöntemleri bakımından karagöz ve ortaoyununa çok yakın olmakla beraber, bunlar gibi yalnızca güldürüyü amaçlayan tiyatro değildir. Meddah çok zengin kaynaklara dayanması, hikâye dağarcığının çeşitliliği güldürünün  yanı sıra çeşitli mizaçları yansıtması bakımından bu türlerden ayrılır. Gelenekten gelen konular, ( Köroğlu, Dedekorkut vb.)  İslam geleneğinden gelen dinsel konular, Seyit Battal Gazi, Kerbela olayı, İran geleneklerinden efsanelere, destanlara, şehnamelere dayanan konularla bu çeşitlilik içinde değişik mizaçlar yansıtılır.

Meddah, hikâye bittikten sonra onun sorumluluğunu, hikâyenin kaynağına bırakıp özür diler.

Köy Seyirlik Oyunları: Doğaya bağlı olarak yaşayan, toplulukların yaz- kış yeniyıl- eskiyıl, bolluk- kıtlık gibi değişim zamanlarında, doğanın uğradığı değişiklikleri kontrol etmek amacıyla yaptıkları çeşitli törenler ve ritüeller bu oyunlara kaynaklık etmiştir. İlk çağlarda topluluklar, yaşamlarını daha iyi koşullarda sürdürebilmek amacıyla, doğa güçlerini tanrılaştırıp (güneş çıkartmak, yağmur yağdırmak, hayvanları ve toprak ürünlerini çoğaltmak, üstündeki tabuyu kaldırarak kullanılabilir hale getirmek amacıyla) onlara törenler düzenlemişlerdir. Bu sanat dalı da diğer sanat dalları gibi dinden bağımsızlaşarak devam etmiş, biçim değiştirerek günümüze kadar gelmiştir.   Anadolu Toprakları üzerinde yaşayan birçok uygarlığın inanç ve kültürel izlerini taşıyan bu oyunlar, kültürel çeşitliliği yansıtan örneklerdendir.  Bu oyunlardaki temel öğe taklit ve canlandırma olduğundan dramatik özellik göstermekte bu nedenle de “Dramatik Köy Seyirlik Oyunları” olarak da adlandırılmaktadır.

Bu tiyatronun oyuncu ve seyirci kadrosu köyün içinde birlikte bulunmakta, makyaj, kostüm ve oyunun kurgusu doğaçlama olarak oyun çıkarılırken gerçekleşmektedir. Bu nedenle ait olduğu toplumun geleneksel beğeni ve zevkinin yanı sıra güldürü anlayışını ve toplumsal özeleştirisini, kısaca yaşama biçimini yansıtmaktadır.

Bu başlıklardan köy seyirlik oyunlarına; doğaya bağlı olarak yaşayan, toplulukların yaz- kış, yeni yıl-eski yıl, bolluk- kıtlık gibi değişim zamanlarında doğanın uğradığı değişiklikleri kontrol etmek amacıyla yaptıkları çeşitli törenlere kaynaklık etmiştir. İlk çağlarda topluluklar, yaşamlarını daha iyi koşullarda sürdürebilmek amacıyla, doğa güçlerini tanrılaştırıp (güneş çıkartmak, yağmur yağdırmak, hayvanları ve toprak ürünlerini çoğaltmak, üstündeki tabuyu kaldırarak kullanılabilir hale getirmek amacıyla) onlara törenler düzenlemişlerdir. Bu sanat dalı da diğer sanat dalları gibi dinden bağımsızlaşarak devam etmiş, biçim değiştirerek günümüze kadar gelmiştir.   Anadolu Toprakları üzerinde yaşayan birçok uygarlığın inanç ve kültürel izlerini taşıyan bu oyunlar, kültürel çeşitliliği yansıtan örneklerdendir.  Bu oyunlardaki temel öğe taklit ve canlandırma olduğundan dramatik özellik göstermekte bu nedenle de “Dramatik Köy Seyirlik Oyunları” olarak da adlandırılmaktadır. Bu tiyatronun oyuncu ve seyirci kadrosu köyün içinde birlikte bulunmakta, makyaj, kostüm ve oyunun kurgusu doğaçlama olarak oyun çıkarılırken gerçekleşmektedir. Bu nedenle ait olduğu toplumun geleneksel beğeni ve zevkinin yanı sıra güldürü anlayışını ve toplumsal özeleştirisini, kısaca yaşama biçimini yansıtmaktadır. Genel olarak seyirlik oyun adı ile ifade edilen bu tiyatro türü çağdaş tiyatroya kaynaklık etmiştir.

Ülkemizde genel olarak toprağa bağlı yaşayan yerleşimlerde seyirlik oyunların yaşatıldığını görmekteyiz. Bu oyunlar genellikle yılın değişimine bağlı olarak oynanan Köse Oyunu, Arap Oyunu veya Kız Kaçırma adıyla bildiğimiz oyunlardır. Hayvancılığın yaygın olduğu yörelerde ise “Koç Katımı”, “Saya Gezme” ve benzeri oyunlar, mevsim değişikliklerine bağlı olarak yapılan Çiğdem Gezdirme ve Yağmur Gelini gezdirme ve benzeri oyunlardır. Tarımın yaygın olduğu yörelerde ise “Hasat Sonu Şenliği” olarak da adlandırabileceğimiz ürünün üzerindeki tabunun kaldırılması amacıyla oynanan “Cemal Oyunu”, “Çift Sürme” ve “Ekin Salavatlama” törenleri bunlara örnektir. Bunun yanı sıra günlük yaşamı konu eden oyunlardan “Ağa oyunu”, “Kız Kaçırma”, “Kuma ”, “Sınırtaşı ” ve benzerleri ile meslek taklidi oyunlardan “Berber Oyunu”, “Kalaycı” ve “Değirmenci” sayılabilir. Ayrıca erkeklerin oda içinde oynadıkları taklide ve söze dayalı güldürme amaçlı olan “Bina Yapma”, “Halı Dokuma”, “Natır” “Tabur Ateş”  gibi oyunlar da vardır.

Köy seyirlik oyunlarının, yalnızca yukarıda belirtilen başlıklar altında sınıflandırılması mümkün olmamaktadır. İnanç kaynaklı olan bir oyun zamanla eğlence amaçlı oynanan bir oyuna dönüşebilmekte, konusunu günlük yaşamdan alan bir oyun meslek taklidine de örnek oluşturabilmektedir. Bu nedenle tam bir sınıflandırma yapmak mümkün değildir.

Kaynak: TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma Ve Eğitim Genel Müdürlüğü

02 Ocak 2022

Oidipus Efsanesi

Thebai Kralı Laios ile Kraliçe İokaste'nin oğulları olan Oidipus'un öyküsü Eski Yunan efsanelerinin en dokunaklısıdır. Bir kehanete göre öz oğlunun kendisini öldüreceğini öğrenen Laios, doğar doğmaz oğlunun ayak bileklerini delip bir kayışla ayaklarını birbirine bağladıktan sonra onu bir dağ yamacında ölüme terk eder. Bebeği bir çoban bularak Korint kentine götürür. Burada Kral Polybos onu evlat edinir ve ona "şiş ayaklı" anlamına gelen Oidipus adını verir.Oidipus büyüdükten sonra aslında Poly-bos'un

MD BUJ 001

oğlu olmadığını öğrenir. Gerçek kimliğini öğrenmek için krala ne kadar yalvarırsa da yanıt alamaz. Bunun üzerine tanrı Apol-lon'un kehanetlerini insanlara ulaştıran Delfi Tapınağı'na gitmeye karar verir. Burada kâhin ona, babasını öldüreceğini ve annesiyle evleneceğini söyler. Oidipus bu haberden çok sarsılır ve bir daha Ko-rint'e dönmemeye karar verir. Thebai'ye varana kadar dolaşır durur. Yolda Kral Laios'a rastlar ve aralarında çıkan kavgada, babası olduğunu bilmeden, onu öldürür. Böylece kehanetin ilk bölümü gerçekleşmiş olur.Oidipus Thebai'ye vardığı zaman, yarı aslan yarı kadın olan Sfenks'in kentin başına bela olduğunu görür. Sfenks gelen geçene "Sabah dört, öğleyin iki, akşamları üç ayağıyla yürüyen yaratık hangisidir?" diye sorarak bu bilmecenin yanıtını bilmeyeni öldürmektedir. Oidipus, "Bu yaratık insandır, çünkü çocukken emekler, büyüdüğünde dimdik yürür, yaşlandığı zaman da bir bastona dayanır," yanıtını verir. Bu doğru yanıt üzerine Sfenks orada kendini öldürür. Kendilerini Oidipus'a borçlu hisseden Thebaililer onu ülkenin kralı yaptıktan başka, eski krallarının dul karısı İokaste'yle de evlendirirler. Böylece Oidipus kendi annesiyle evlenmiş ve kehanetin ikinci bölümü de gerçekleşmiş olur.İokaste ile Oidipus aslında ana oğul olduklarını bilmeden birlikte mutlu yaşarlar ve dört çocukları olur. Yıllar sonra Thebai'de bir salgın hastalık baş gösterir. Kenttekileri ölümden kurtarmak için ne yapılabileceğini sormak üzere kâhine bir elçi gönderilir. Kâhin, Laios'u öldürenin cezalandırılması gerektiğini söyler. Bunun üzerine Laios'u kimin öldürdüğünü araştırmaya koyulan Oidipus sonunda acı gerçeği öğrenir. İokaste dehşet içinde canına kıyar. Oidipus da bir iğneyle kendi gözlerini kör eder. Thebai'den sürüldükten sonra, kızı Antigone'nin koluna yaslanarak kör bir dilenci gibi dolaşa dolaşa Atina yakınlarındaki Kolonos'a gelir ve orada ölür.

08 Ağustos 2021

Ağrı Dağı Efsanesi

Günün birinde keçe bellemesinin üzerinde bir güneş ve Ağaç işlenmiş çok güzel kır bir at Ahmet’in kapısının önüne gelip kapının tahtasını koklar gibi duruyordu.Atı ilk gören Sofi olmuştu. Sofi atın üzerindeki işareti bir yerden hatırlar gibiydi ve bu işaretin onlara kötülük getireceğine inanıyordu.Sofi oralardaki bütün oymakların işaretini bilirdi ama bu işareti bir türlü anımsayamamıştı. Bu arada Ahmet evin içinde çok eski olan Ağrı dağı türküsünü çalıyordu.Bu türkü Ağrı dağının bitmek bilmez öfkesini dile getiriyordu. At bu sesten çok etkilenmiş gözüküyordu oda Ahmet’i dinliyordu. Sofi Ahmet türküsünü bitirince onu yanına çağırdı ve atı gösterdi.Atı tanıyıp tanımadığını sordu.Fakat Ahmet atı tanımıyordu.Bunun üzerine Sofi atın Ahmet’e haktan yadigar olduğunu söyledi ve Ahmet’e atı üç kere dağın aşağısına götürüp orda bırakmasını eğer at har defasında geri gelirse bu atın onun olacağını ve onun sahibi Osmanlı hükümdarı bile olsa kellesini vermesini ama bu atı vermemesi gerektiğini söyledi.Bunu üzerine Ahmet atı dağın aşağısına götürdü ve atı orda bırakıp geri geldi ama at her seferinde geri gelmişti.Artık at Ahmet’indi ve atın sahibi kim olursa olsun Ahmet atı ona veremezdi. Ahmet atı ahıra çekti ama biraz sevinçli biraz korkuluydu Elbet bir gün atın sahibi ortaya çıkacaktı peki o zaman ne yapacaktı? Bir gün Sofi titreyerek Ahmet’in yanına geldi ve atın, Beyazıt Paşası Mahmut Hanın atı olduğunu söyledi.Atı getirene beş at ,elli altın vereceğini söyledi ve ekledi atı kimin evinde bulursa onun kellesini vurduracağını söyledi.Ama Ahmet atı ona vermeyeceğini atın kendisine haktan yadigar olduğunu söyledi. Bir ay sonra Mahmut Hanın adamları Ahmet’e geldiler ve atı geri vermesini istediler ama Ahmet kabul etmedi ve atın artık kendisine ait olduğunu söyledi.Bunu duyan Paşa çok sinirlendi etrafındaki Kürt beylerini toplayıp Ağrıdağı’na atı almaya gitti Fakat dağda Sofi’den başka kimseyi bulamadı uzun süre aradıktan sonra Sofiyi alıp geri döndü ve emrindeki Kürt Beyleri, atı ve Ahmet’i bulması için görevlendirdi. Paşanın üç kızı vardı.Bunlardan Gülbahar çok iyi kalpli bir kızdı diğer kardeşlerinden farklı giyinir, halkın arasında dolaşır onlarla muhabbet ederdi Sarayda at meselesi ile en çok ilgilenen Gülbahar olmuştu Atın macerasını zindandaki sofiden öğrendi.Sofiye her gün yemek götürüyor ve ona bir sürü soru soruyordu.Sofi bir gün Gülbahar’dan kaval istedi Gülbahar,Sofinin bu isteğini hemen yerine getirdi.Sofi kavalı eline alıp Ağrı dağı türküsünü çalmaya başladı.Bu türkü Gülbaharın çok hoşuna gitmişti ve her gün gelip bu türküyü dinliyordu Paşa Milan Beyinin oğlunu görevlendirip Ahmet’i getirmesini istedi.Milan beyi Ahmet’i ikna edip onu saraya getirdi.Paşa Ahmet’i görünce ondan atını istedi.Ahmet, ona atın kendisine haktan yadigar olduğunu ve atı ona veremeyeceğini söyledi.Paşa buna çok kızdı ve Ahmet’i zindana attırdı Sofi Ahmet’in yanına gelmesine çok sevindi Zindanda Ahmet ile Sofi kucaklaştılar daha sonra Ahmet Ağrı dağının öfkesini çalmaya başladı.Gülbahar bu kaval sesini duyunca çok etkilendi.Kaval çalan kişiyi görmek istedi.Ahmet’i gördü.İçinden ne olduğunu bilmediği sıcacık bir duygu geçti.Babasının yaptığına çok sinirlenmişti Gülbahar Ahmet’i daha yakından görmeliydi.Bunun için ne yapacağını düşünmeye başlamıştı.Zindanın kapısında babasının en güvendiği adamlarından biri olan Memo duruyordu.Memo, Gülbahar’ı ne zaman görse elli ayağı titriyor ne yapacağını bilemez bir hale geliyordu.En sonunda dayanamadı Memo’nun yanına gitti .Elindeki altın ve pırlanta dolu keseyi Memo’ya verdi ama Memo bu keseyi kabul etmedi Zindanın anahtarını Gülbahar’a verdi ve oradan ayrıldı Gülbahar sevinsin mi üzülsün mü bilemedi.Ahmet’in yanına gitti.Birlikte bekçi kulesine çıktılar ve sabaha kadar hiç ayrılmadılar Gülbahar Ahmet’in Sofinin Musa beyin öldürülmesini istemiyordu.Konuyu kardeşi Yusuf’a açtı.Yusuf bunu duyunca çok korktu ve elinden hiç bir şey gelmeyeceğini söyledi.Gülbahar’ın tek bir umudu kalmıştı oda demirci Hüso idi. Demirci Hüso sanki onu geleceğini biliyor ve onu bekliyordu Gülbahar Hüso’ya olan biteni anlattı Hüso “biliyorum“ dedi Ahmet ile arasında geçenleri anlatınca Hüso dondu kaldı.Gülbahar’a Kervan Şeyhine gitmesini ve selamını söylemesini istedi.Gülbahar hemen şeyhe gitti ve olan biteni ona anlattı.Şeyh hüsoyu görmek istedi.ertesi gün hüso şeyhe gitti ve geri döndüğünde yanında atta vardı.Gülbahar bunu görünce çok sevindi ama Mahmut han atın kendisinin olmadığını söyledi ve cumartesi günü üç hainin kafasının vurulacağını söyledi.Herkes atın Mahmut Hanın olduğunu biliyordu ve duruma çok sinirlenmişlerdi. Gülbahar ne yapacağını şaşırmıştı bir şekilde bunun önüne geçmeliydi.Memo’ya gitti ve onları serbest bırakmasını istedi.Memo saçından birkaç tel alma şartıyla Gülbahar’ın isteğini kabul etti.Zindanın kapılarını açtı ve tutsakların hepsini arka kapıdan kaçmalarına izin verdi.Paşa bunları duyunca çılgına döndü fakat artık çok geçti.Memo’da kendini uçurumdan aşağıya atarak intihar etti. Yusuf çok korkmuştu gidip her şeyi Paşaya anlattı ve Gülbahar’ın kaçtığını söyledi.Ama Gülbahar gitmemişti sonunu bekliyordu.Paşanın adamları içeri girdi ve Gülbahar’ı alıp zindana kapattılar. Gülbahar’ın zindana kapatıldığını herkes duydu.Birden bire halk ayaklandı herkes Beyazıt’a doğru yürümeye başladı.Bir,iki gün içinde kalabalık çok büyüdü.Kalabalık saraya yürüdü Gülbahar’ı zindandan çıkardılar ve Kervan Şeyhinin yanına götürdüler Ahmet’te ordaydı ve Ahmet’le,Gülbahar’ın Hoşap beyinin kalesine gitmelerini istediler.Hoşap Kalesinin Beyi Ahmet’le,Gülbahar’ı çok iyi karşıladı ve onlara çok iyi baktı.Akşam yatarken Ahmet ,Gülbahar ile arasına kılıncını çekip yatağın ortasına kılıncı sapladı.Ertesi gün Gülbahar bunun nedenini öğrenmek istedi.Ahmet,Gülbahar’a yalan söyledi.Ahmet Gülbahar’ın Memo’ya ne verdiğini merak ediyordu. Mahmut Han Horasan Beyini tehdit etmeye başlamıştı.Ahmet bunu duyunca Beyden izin istedi ama Bey izin vermedi.Ülkenin dört bir yanında yardım teklifleri yağıyordu Hoşap kalesine bu Beyin çok hoşuna gitmişti. Paşa baktı bunlarla baş çıkamayacak.Ahmet’e bir teklif götürdü eğer ağrı dağının tepesine çıkabilirse ve bunu ispatlarsa geri döndüğünde nikahlarını Mahmut Han yapacaktı.Ahmet bu teklifi kabul etti ve yola koyuldu herkes bu ana tanık olmak için Beyazıt ın önüne gelmeye başlamıştı.Paşa bu kadar çok kişiyi daha önce hiçbir yerde görmemişti. Paşa bu kalabalıktan korktu ve Ahmet’i bağışladığını söyledi. Ahmet’in gidişinin dördüncü gecesi olmuştu.Demirci Hüso bir anda haykırdı.Dağın başında bir ateş yanıyordu.Herkesi büyük bir sevinç sarmıştı.Sabahleyin Ahmet geldi hiç kimsenin yüzüne bile bakmadan Gülbahar’ı alıp dağa gitti. Gülbahar dayanamadı ve Ahmet’in niye böyle davrandığını sordu.Ahmet ilk önce şaşkın şaşkın baktı sonra beni kurtarmak için Memo’ya ne verdin diye sordu.Gülbahar hiçbir şey vermediğini ne isterse yapmacağını ama Memo’nun hiçbirşey istemediğini söyledi.Daha sonra Gülbahar Ahmedi kaybetti ve bir dahada onu bulamadı.

07 Temmuz 2021

Kazdağları efsanesi ve Milli Parkı

Kazdağı, Antik dönemlerde "İda" olarak adlandırılmış ve pek çok önemli olaya ev sahipliği yapmıştır.

image

İsminin Giritli denizciler tarafından, Girit'te Zeus'un doğduğu İda Dağı'na atıfta bulunmak için İda konduğu mitolojide yer alır. Bundan ötürü dağ Yunan mitolojisinde önemli bir yere sahiptir. Homeros'un İliada destanında "bin pınar İda" olarak geçmektedir. Kazdağı'nın ismiyle ilgili en önemli efsane ise Sarıkız Efsanesi. Efsaneye göre, Edremit'in Güre Köyü'nde Sarıkız adında çok güzel, iyi yürekli bir kız yaşarmış. Kendisini sevmeyenlerin iftiraları sonucu babası Sarıkız'ı 5-10 kazla birlikte İda Dağı'na bırakmış. Bir süre sonra kızını görmeye gelen baba, kızından su istemiş ve Sarıkız dağın tepesinden elini körfeze uzatarak tasını doldurunca kızının erdiğini anlamış. Sırrı anlaşılan Sarıkız orada, buna çok üzülen babası ise İda Dağı'nın başka bir tepesinde ölmüş. Bu efsaneye göre İda Dağı Kazdağı, dağın doruğu Sarıkız Tepesi, kızın babasının öldüğü yer de Babadağı olarak anılmaya başlar. Güre'nin üstünde yer alan Kavurmacılar Köyü'nde yaşadığına inanılan Sarıkız için her yıl Ağustos ayında bir hayır düzenleniyor. Köyde keşkek, pilav, nohut pişirilip yeniyor, şerbetler içiliyor. Terkedilmiş görünümlü köyde kalan beş-altı ailenin yanı sıra yeni yapılanmalarada rastlanıyor. Bir başka doğal özelliğini koruyan köy ise Yassıcalı, evleriyle dikkati çekiyor. Sarıkız Şenliklerine olan ilginin her yıl arttığı gözlenmekte, katılımın yüksek olması etkinliklerin zenginliğini arttırmaktadır. Son yıllarda yurdumuzun çeşitli bölgelerinden ve yöremizden gelen folklorik ekiplere yurtdışından gelen misafirler de katılmaktadır.

Balıkesir Edremit İlçesi sınırları içinde, Biga yarımadasının güneyinde bulunan Kazdağları Milli Parkı 21.463 hektarlık alanı kaplar. Milli Park'ın Edremit'e uzaklığı 15 km.'dir. Ege Bölgesi ile Marmara Bölgesi’ni birbirinden ayıran ve antik çağda İda Dağı olarak anılan Kazdağı, Biga Yarımadası’nın en yüksek kütlesidir. Dağ üzerinde kuzey-güney yönünde uzanan derin vadi ve kanyonlar bol oksijenli hava akımları oluşturmaktadır. Kazdağları'nı gezmek için özel izin gerektiğinden özel acentaların düzenledikleri turlara katılım mantıklı bir çözümdür.
Kazdağları'nda endemik 26 çeşit bitki belirlenmiştir. Çok zengin fauna ve özellikle de floraya sahip bölgede eskiden bitki toplama turları yapılıyordu. Bu bitkiler dünya mirasının bir parçası durumundadır.  Isırganotu, kuşburnu, mor kekik şifalı otların başında gelir. Kazdağları'nda yerel kültürün bir parçası olarak bir çok ot sağlık amacıyla çeşitli biçimlerde kullanılmaktadır.

image

Şahin Deresi ve Ağlayan Çam
Kazdağlarında zorlu ancak bir o kadar da çabalara değen bir gezi bölgesidir. Yüksek araçlarla ulaşımın sağlanması gerekir. Civarda bulunan Avcılar köyünde uygun araçların kiralanması mümkündür. Şahindere Kanyonunda ülkemizin en güzel manzaralarından birine tanıklık edebilir, çeşitli bitki türlerini inceleyebilir ve doğa ananın kucağında muhteşem fotoğraflar çekebilirsiniz.
Şahindere Kanyonuna giderken yolunuza "Ağlayan Çam" çıkar. Asırlık bir karaçam olan bu ağacın gövdesinin alt kısmından bir sıvı akmaktadır. Yöre halkına göre çam sevip de kavuşamayan sevgililer için ağlamaktadır.

Sarıkız güzerhagı
Milli park giriş noktasında görevli kılavız eşliğinde yapılacak gezintiye başlanır. Kızıl çamlar, binbir çeşitli bitkiler ve vadiler arasından gidilen yoldan bir zamanlar yaylacılık faaliyetlerinin yapıldığı Yayla Tepe'ye ulaşılır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'un fethi sırasında gemilerin yapımında kullanılan keresteyi üretmek için getirdiği Türkmenleri bu yaylaya yerleştirmiştir.
Nihani varış noktası olan Sarıkız tepe, 1726 metre yüksekliğindedir ve taşlık, kayalık bir alandır. Ancak Kazdağlarının endemik bitki türlerinden büyük bir bölümü bu tepede yetişmektedir. Sarıkız tepe, Edremit'e hakim bir manzaraya sahiptir.

18 Mayıs 2021

Kral Tantalos Efsanesi

Kral Tantalos, Yamanlar Dağı’ nda oturan İzmir Kralı ve Zeus’ un  oğluymuş. Kral Tantalos’un bir oğlu bir de kızı varmış. Oğlunun adı “  Pelops”, kızının adı ise  “  Niobe” imiş.  Tantalos  ölümlü insanlar arasında  tanrılarla beraber  yemek yiyebilen tek insanmış.


Kral Tantalos tanrılara büyük bir kin duyarmış. Onları yamyam durumuna  düşürmek için  oğlunu bile kurban etmeye razıymış.  Tantalos, bir gün tanrıları ziyafete çağırmış. Oğlunun etini kestirerek pişirtmiş ve ziyafette tanrılara oğlunun etini sunmuş. Tanrılar, önlerine gelen etin ne olduğunu anlayarak, masadan tiksinerek  kalkmışlar. Tanrılar,  Tantalos’a öyle bir ceza vermeye karar vermişler ki, onun nasıl bir ceza alacağını duyacak olan tüm  insanlar  korkarak artık tanrıları aşağılamaktan çekineceklermiş.Tanrıları küçük görüp onları  sınamaya kalkan Tantalos’a verilen ceza dünyanın her yerinde ‘’Tantolos İşkencesi’’olarak anılacakmış.

Tantalos, Cehennem’e gönderilmiş. Diz boyu berrak sularda  durduğu ve susadığı halde su içmek için eğilince su toprağın içine çekiliyormuş. Başının üzerine üzümler, armutlar, narlarla yüklü ağaç dalları uzanıyormuş. Yemişleri koparmak için elini uzattığında rüzgar, dalı yükseklere üflüyormuş.  Tantalos yiyeceklere bir türlü ulaşamıyormuş. Su ve yiyecek bakımından bolluk içinde yaşayan Tantalos, sonsuza kadar aç ve susuz kalmaya mahkum olmuş.

Bir inanışa göre, Kral Tantalos’ un gönderildiği bu yer daha sonra bir göl haline gelerek Tantalos Gölü diye anılmış. Söylenceye göre Yamanlar Dağı’ ndaki Karagöl, Tantalos Gölü’ dür. Tantalos’un mezarı da bugün Bayraklı yamaçlarından birinde bir taş yığıntısı halindedir.


02 Nisan 2021

Bellerophontes Efsanesi (Söylencesi)

belerophontes-pegasus-218x300Hipponoes "tanrıların öğünerek yarattıkları" bir erkek güzelidir.Ormanda avlanırken,kazara kardeşi Belleros'u öldürdüğü için kendisine "Belleros'u yiyen "anlamına gelen Bellerephontes adı verilmiştir.Kardeşini öldürdüğü için ülkesini terkeden Bellerophontes ,Tipins kralı Proitos'a sığınır.Kralın karısı Bellerophontes'e aşık olur.Ancak Bellerophontes onunla ilişki kurmayı kabul etmeyince Kraliçe:"Öl ey Proitos ya da gebert Bellerophontes'i.O ki gönlüm olmadan beni aşkı ile sarmak istedi." diyerek,Bellerophontes'e iftira eder.Ancak Porites kenidne sığınan birini öldürmekten kaçınır ve onu,içinde "Bu mektubu getiren şahsı bu dünyadan kopar.O ki karıma yani senin kızına tecavüz etmek istedi."yazılı olan bir mektupla kayın pederi olan Likya kralı İobates'e yollar.ancak İobates mektubu,Bellerophontes 'i dokuz gün ağırladıktan sonra okur ve konuğunu kendisi öldürmek istemez.Ona ölümüne yol açacak bir görev vererek ,başı aslan,vücudu keçi,kuyruğu yılan olan ve ağzından durmadan alevler saçan Chimeraadlı canavarı öldürmesini ister.
Bellerophontes bu işi başarabilmek için tanrıların yardımını ister.Kahin Polyeidos ona uçan at Pfesos'u yakalayıp ehlileştirmesini öğüt verir.Tanrıça Athena dan da bu ata binmesini sağlayacak gemi alır.Böylece kanatlı atı Pfesos ile Bellerophontes Chimera 'nın alevinden uçarak kaçabilir ve bu sayede canavarı yener mızrağı ile havadan canavarın üzerine öyle bir iner ki mızrağı yiyen Chimera yerin yedi kat dibine gömülür,yalnız alevden dili yeryüzünün dışına çıkabilir.

Bellerophontes 'in öyküsü sürer canavarı yenince İobates ona başka güçlü rakipler bulur.Bölgenin en savaşçı kavimlerinden olan Termessoslu Solymler'in daha sonra da Amazonların üzerine gönderir.Bellerophontes bu iki savaşı da kazanarak güçlenir.Bunun üzerine İobates,Bellerophontes 'a karşı kendi askerlerini gönderir.Bellerophontes Likya ovasında ki bu savaşı da kazanır.Daha sonra Bellerophontes'a kızının iftira ettiğini öğrenir ve kızını ona verip ülke yönetimini onunla paylaşır.
Ancak Bellerophontes başarılarına dayanarak ölümsüzlerin arasında yer almak için kanatlı atı ile tanrılar dağı olan Olympos dağına ulaşmaya çalışır.Zeus bir at sineği yollayarak Pfesos'u ürkütüp Bellerophontes 'i atından düşürür.At gökyüzünde kalarak bir burç haline gelir.Bellerophontes yer yüzüne düşer sakatlanarak eski saygınlığını da yitirir.

03 Mart 2021

Dostluk Ve Özgürlük Ağacı

Bir varmış bir yokmuş. Belki dedemin, belki dedemin dedesinin zamanında efsaneler çokmuş… Anlatacağım hikaye Munzur dağının eteklerinde yüksek vadilerin ve çağlayanların arasında Erzincan’ın Caferli köyünde geçtiği söylenir ve öyle anlatılır çocuklara... Kimseye ait olmayan bir arazide kocaman mı? kocaman bir ağaç varmış… Çocuklar o ağacın adını Özgürlük ağacı; koymuşlar. Dostluk ve sevgi yemişi verirmiş her yıl bu ulu ağaç. Her bahar bembeyaz çiçeklerle süslenen dallarını, renk renk barış kuşları doldururmuş… Her yıl sevgi ve mutlulukla beslenirmiş bu özgürlük ağacı. Sevgi, dostluk ve mutluluktan sağlarmış gereksinimini. Bu ağacın sevgiden oluşan sevgi meyvesi, diğer tüm ağaçlardan ayrı bir özellik katarmış ona. Yaprakları daha canlı, gölgesi daha serin, gövdesi daha güçlüymüş. Ona "Dostluk ve Sevgi Ağacı" denilmesinin nedeni tüm canlıları barındırırmış dallarının altında ve üstünde. Soğuktan yağmurdan kardan tutunda tüm kötülüklerden korur ve meyvesiyle beslermiş onları. Gölgesinde barınan hayvanların sevgisi, dallarında ötüşen kuşların neşesi, altında serinlenen yaşlıların, çocuklarını emziren annelerin mutluluğu özgürlük ağacını sevindirirmiş. Tüm varlıklar bu ağacın önünde saygıyla eğilir rüzgar bile selam dururmuş. Özgürlük ağacı her gün biraz daha yöredeki canlı cansız varlıklara sevgisini paylaşırken tüm hayvanları ve insanları da yemişiyle doyururmuş. Yıllar yılı hayvanlar ve bu yöre halkı barış, dostluk, mutluluk ve güzellik içinde yaşayıp gitmişler. Çalışkan başarılı, sevecen,dürüst insanlarmış bunlar. Özgürlük ağacının bereketli yemişi o yöredeki bütün kuşlara, hayvanlara, insanlara ve çocuklara yeter de artarmış, bütün canlılar faydalanırmış yemişinden. Her yaz sanki bereketlenir bitmek nedir bilmezmiş, artan yemişler de saklanır bütün kış mevsimi yenirmiş. Köyde istemiyerek iki kişi arasında bir anlaşmazlık çıksa. Köyün Cafer Ağası hemen devreye girer, bu iki dargın insana dostluk ve sevgi yemişi sunarak barış şerbetinden içirip olay hemen tatlıya bağlarmış. Tüm gücünü ve hakseverliğini özgürlük ağacından alan Cafer ağa “dur” dedi mi sular dururmuş, ‘yürü” dedimi dağlar yürürmüş o zamanlar. O nedenle köyde kimse dargın, kırgın durmazmış, sevgi ve dostluk içinde yaşayıp gitmişler yıllar yılı. Kimse kimsenin malına göz dikmez, kimse, kimsenin hakkını yemez, her tarafta barış, dostluk, sevgi, dürüstlük ve kardeşlik hüküm sürermiş… Bu toplumu kıskanıp çekemeyen komşu köylerin ağaları ise bu köyün huzur ve mutluluğunu bozmak için çeşitli planlar yapıp, tuzaklar kurar dururlarmış. Amaçları ise bu köyün birlik ve düzenini bozup göz diktikleri verimli arazilerini ve dostluk ağacını ellerinden alıp işgal etmekmiş. Hemen işe koyulmuşlar tabi. Araya casuslar koyup Cafer ağanın sırrını anlamaya çalışmışlar ve avuçlar dolusu altın vaat etmişler bu sırrı çözeceklere. Bu köydeki hikmetin o özgürlük ağacı olduğunu ögrenen çevre köylerin ağaları bir plan hazırlayayarak bir gece gizlice gelip bütün dallarını kesip götürmüşler özgürlük ağacının… Artık meyve vermez, kuşlara, çocuklara gülmez olmuş özgürlük ağacı, altında çocuklar oynamayan, kuşlar konmayan özgürlük ağacı üzülmüş, üzütüsünden hastalanmış ağlamaya başlamış kökleri. “Özledim” demiş onları, “dallarıma konan rengarenk kuşları özledim, altımda oynarken çocuklar cıvıl cıvıldılar neşe bulurdum onlarla, dallarımı kestiklerinden bu yana gölgeme yaşlı nineler, dedeler de gelmez oldu. Anneler o güzelim çoçuklarını emzirmez oldu dallarımın altında” deyip derinden derine iç geçirirmiş… Derken köylüler bir bakmışki, özgürlük ağacı kurumuş, cansız, bir odun parçasından farkı kalmamış… Köylüler toplanıp ağlamış, adaklar adamış, ağıtlar yakmışlar, dualar etmişler ama fayda etmemiş, özgürlük ağacı yeşermemiş bir daha. Bir daha dostluk ve sevgi yemişi yenmemiş o köyde, barış şerbeti içilmemiş. Kısa bir zaman sonra bu mutlu toplulukta isyanlar ve kavgalar başlamış. Bunu fırsat bilen diğer köyün ağaları ise hemen savaş açmışlar. Kendi iç kargaşaları yetmezmiş gibi bir de diğer köylülerle yıllarca savaşıp iyice yılan bu insanlar, değişik kentlere göç etmeye karar vermişler. O günden sonra herkes biribiriyle küs ve kavgalı olmuş, o gün bu gündür ne barış, ne huzur, ne de bereket kalmış o köyde … Mutluluk ve huzur da orda yaşayan insanlar gibi terkedip gitmiş buraları… Ve diğer kıskanç çevre köylerin de o yıl bütün ekinleri, ağaçları kurumuş onlarında çoğunluğu göçüp gitmiş uzaklara... Alıntı (Nuri Can)

28 Şubat 2021

Anka Kuşu

MD CVE 009

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı ın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...

Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerine kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz . vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

MD CVE 010

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyler yüzünden kafese kapatılırmış);

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

Baykuş yıkıntılarını özlemiş,

Balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi “şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi “yok oluş” ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş… Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki;

“SİMURG ANKA – Otuz Kuş” demekmiş.

Onların hepsi Simurg’muş. Her biri de Simurg’muş.

Simurg Anka’yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır…

20 Ocak 2021

Emirdağ'lı Deli Battal'ın Hikayesi

 


1919 yılının bungun bir Haziranı idi.

“Yunan Emirdağı’na geliyor” korkusu Bozulus Türkmenlerinin boğazını ham armut nefesi katılığında tıkamıştı. Ova köyleri ve ilçe hatunları Emirdağlarının meşelik ve kayalık koyaklarına saklanmak için hazırlıklarını tamamlamıştı. Çullar, keçeler, kilimlerin denki yapılmıştı. Eli silah turtan erkekler Kuvva karargahı olan Emirdağ Askerlik Şubesi’ne başvurup silah altına alınmıştı. İlçe merkezinde gözleri beş metre ötesini görmez yaşlılar bir de Deli Battal kalmıştı.

Her ilin ve ilçenin bir delisi vardır. Kaymakamdan sonra herkesin tanıdığı bildiği biridir deliler. Emirdağlı Deli Battal otuzlu yaşlardadır, çoğu zaman sakindir ama kızdırmak için çok üzerine varılırsa kafasına taktığı ismin paçalarına bir güreşçi gibi dalar alıp omuzuna kaldırır sonra güm diye yere vururdu. Battal hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ederken arkasından kahkahalar yükselirdi. Deli Battal zamanın sakin aktığı yıllarda Emirdağlının neşe ve heyecan kaynağı idi.

Kuvva karargâhından gelen bir emirden sonra yaşlı kadınlar kirman ile yün eğirmeye, gelinler ve kızlar yün çorap örmeye başlamışlardı. Bütün mahalleli ya çeşme başında, ya bir tandır damında toplanır ellerindeki işi bitirirlerdi. Kadınların toplandığı tandır damlarına erkekler girmezlerdi ama Deli Battal hariç… Ne zaman karnı acıksa Deli Battal yufka açan kadınlara yaklaşır, ellerini koynunda kenetler, boynunu yana bükerdi. Kadınlar anlardı ki Deli Battal tereyağlı katmer istiyor… Yufka işine ara verilir Battal katmer ve üzüm hoşafı ile doyurulurdu.

Bütün mahallelerde olan biteni bilirdi Deli Battal ama kimseye laf taşımazdı. Kuvvacılar için yün çorap örüldüğünü, manda gönünden çarık dikildiği de gözlerinden kaçmamıştı.

Bir gün İncili Mahallesi’ne geldi. Çeşmenin en yakınındaki evden bir kalıp sabun istedi… Erkekler onu kızdırmak için üstüne gelse de kadınlar Battal’ın her istediğini verirdi. Sabunu alan Deli Battal önce çarığını, sonra çorabını çıkarıp çeşme suyunda sabunla köpürte köpürte yıkamaya başladı. O sıra mahalle kadınları penceresinden Battalı gözlüyordu.. Böyle bir şeye ilk defa oluyordu… Sebebini merak etseler de bulamıyorlardı.

İşini bitirdikten sonra Deli Battal bir eline çarığını, öteki eline topuğu yırtık yün çorabını alıp çeşmenin başından uzaklaştı. Uzun Çarşı’dan geçerken esnaflar Battal’ın yalın ayağına bakıyordu. Diz kapaklarından aşağısı kesilmiş bir Balkan Savaşı gazisi seslendi:

“Deli Battal!.. Senin yalın ayak yürümen bizim şerefimize dokunur. Yanıma gel, sana bir çift sarık vereyim.”

Deli Battal bir hedefe kilitlendi mi çevreden söylenileni duymazdı. Başını sağa sola da çevirmeden hep ileri bakıyordu. Emirdağ Askerlik Şubesi’ne geldi, nöbetçiye de dik dik bakıp içeri daldı.

Burası Kuvvacıların karargahı idi, Battal bunu herkesten önce öğrenmişti. Kuvvacıları da tek tek, isim isim biliyordu. Dış kapıdan girişte sofaya açılan dört kapı daha vardı. Üçü açıktı… Battal kapısı kapalı olana yöneldi, kapıyı sertçe açıp içeri daldı. Önce topuklarını birleştirip hazırola geçti. Konuşurken sesi önce çok yüksekti:

“Kuvva karargahına Deli Battal’dan selam olsun, Kuvvacılar var olsun, Deli Battal hepinize kurban olsun!..”

Kaymakam, Şube Başkanı ve diğer Kuvvacılar şaşkındi. Güya bu toplantıyı gizli yapıyorlardı, Deli Battal kimden haber alıp içeri dalmıştı?.. Ancak “Deli Battal hepinize kurban olsun!..” hitabı içlerindeki kuşkuyu dağıtıp hepsini rahatlatmıştı.

Sonra Deli Battal’ın sesi Ağustos güneşinde kalmış yün sıcaklığında yumuşamıştı:

“Duydum ki Mustafa Kemal'in askeri yalın ayakmış, çarığı da delikmiş... Kuvvacılara yardım için herkes bir şeyler yapıyor. Allah şahidimdir ki benim malım mülküm yok. Size çoraplarımı getirdim… Şimdi yıkadım… Vallah temizdir… Çorabımın topuğu azıcık deliktir ama çarığım sapa sağlamdır…”

Herkes birbirine baktı. Sonra Deli Battal’ın çoraplarına ve çarığına baktılar, en son da ayaklarına… Battal biraz mahcuptu, göz pınarlarından süzülen damlalar yanaklarından aşağı yuvarlanırken Kuvvacıların içinde bir sevinç, bir gurur, bir hüzün dalgası kabarmıştı.

Bu sessizliği yine Battal’ın sesi bozmuştu:

“Askere alın desem, beni yazmazsınız biliyorum. Deli Battal’dan Kemal Paşaya selam olsun, gazanız mübarek olsun!.. Hadi bana eyvallah!..”

Deli Battal hışım gibi girdiği odaya çorap ve çarığını bırakıp yine hışım gibi çıktı oradan.

***

Deli Battal’ın bir elinde çorap, ötekinde çarıkla Emirdağ’ındaki heykeli Kuvva yıllarının hüzünlü bir hatırasıdır…

22 Aralık 2020

DEDE KORKUT HİKAYELERİ

DEDE KORKUT HİKAYELERİ daha önceleri Oğuz Türkleri arasında meydana gelip de XIV. yüzyılın • sonları veya XV. yüzyılda yazıyla tesbit edildiği tahmin edilen bir hikâye 1325016382_287c536d5b42c2526095275cd8c22bda_528358198kitabıdır. Arap harfleriyle yazılmış asıl nüshası Dresden’de, ondan kopya edilmiş ikinci bir nüshası ise Berlin Kütüpanesi’ndedır. Son zamanlarda İtalya’da da bir nüsha bulunmuş ve yayınlanmıştır. Dede Korkut Hikâyeleri XIX. yüzyılın sonlarında ilim dünyasının dikkatini çekmiş, tam baskısı 1919’da Kilisli Rifat Bilge tarafından İstanbul’da yaptırılmıştı. Ondan önce, çeşitli vesilelerle bu hikâyelerden bahsedenler olmuştur. Nihayet Orhan Şaik Gökyay, yeni harflere çevrilmiş ilmî bir baskısını, etraflı bir önsözle birlikte 1940 yılında hazırladı. Daha sonra da birçok kere yayınlandı.
Kitaba «Dede Korkut Hikâyeleri» denilmesinin sebebi, Dede Korkut adında birinin, her hikâyede ortaya çıkarak, bir halk filozofu şeklinde, hakanlara akıl vermesinden, çocuklara ad koymasından, hayır dua etmesinden ileri geliyor. Bu Dede Korkut gerçekten yaşamış bir kişi olabilirse de tarih bakımından hiç bir şey bilinmemektedir. Hikâyelerde yüzlerce yıl yaşamış gösterildiği gibi, birkaç yüzyıllık bir zaman süresine ait yazılı kaynaklarda Kırgızistan’dan Anadolu’ya, Kırım’a kadar birçok bölgelerde Korkut Ata, Dede Korkut adından bahsedilir.
resized_525b7-36092632ortaasyadaturkler
Dede Korkut Hikâyeleri’nin asıl adı «Kitab-ı Dede Korkut alâ lisân-ı tâife-i Oğuzân» dır (Oğuz halkı diliyle Dede Korkut kitabı). İçinde kısa bir önsözle on iki hikâye vardır. Önsöz Dede Korkut’u tanıtır. Hikâyelerin hepsi lirik ve dasitanı mahiyettedir. Savaş hikâyeleridir. Türkler Müslüman olmadan önce meydana gelmiş, sonra Müslümanlığa göre değiştirilmiştir. Ağızdan anlatılarak halk arasında yayılmış, sonra bir dinliyen, bu hikâyeleri yazmıştır. Bugün bile Anadolu’nun bazı bölgelerinde, Dede Korkut kitabındaki hikâyelerden Bamsı Beyrek, Tepegöz gibi bazıları ağızdan anlatılır. «Dede Korkut Hikâyeleri», Türk halkbilgisi ve dil tarihi bakımından çok zengin bir hazine değerindedir.
Gayet sade, duru bir Türkçeyle yazılmış olan bu kitapta yer yer manzum parçalar da vardır. Aşağıya bu ölümsüz eserden iki hikâyenin özetini alıyoruz:
Deli Dumrul Hikâyesi Duha Kocaoğlu Deli Dumrul adında bir er, kuru bir çayın üzerinde köprü yaptırmış, geçenden otuz akçe, geçmi-yenden de kırk akçe alıyordu. Günün birinde köprüsünün başında oba kuran bir bölük halkının ağlaştığını duydu, sebebini öğrenmek istedi. Obalılar, al kanadlı Azrail’in içlerindeki bir yiği-tin canını aldığını yana yakıla anlattı-‘ lar, Deli Dumrul, Azrail denen bu al kanadlı yaratığın haddini bildirmeya karar verdi.
Deli Dumrul’un deli dolu sözlerini duyunca Tanrı’nın canı sıkılmıştı. Ona bir ders vermek için Azrail’i Deli Dumrul’un evine gönderdi. Başlangıçta Azrail’e atıp tutan Deli Dumrul, onun ağır basmaya başladığını görünce bu ‘ defa da yalvarmaya başladı. Azrail’e, Tanrı’yla kendisinin arasına girmemesini söyledi. Tanrı da DeLi Dumrul’a, kendi canının yerine bir başka canı Azrail’e teslim ederse kendisini bağışlıyabileceğini bildirdi.
Deli Dumrul önce yaşlı babasına, sonra yaşlı anasına yalvardı. İkisi de oğullarının yerine canlarını vermeye razı olamadılar. Deli Dumrul son çare olarak karısına geldi. Durumu anlattı.
— Kendisi «Ben Azrail’in pençesine düştükten sonra sen yeniden evlen, geride bırakacağım iki çocuğumuza iyi bak» dedi.
Fakat kadıncağız onun yerine Azrail’e teslim olmaya çoktan razıydı;
Ne dersin, ne söylersin
Göz açıp gördüğüm
Gönül verip sevdiğim
Koç yiğitim, şah yiğitim
Karşı yatan kara dağları
Senden sonra ben neylerim
Yaylıyacak olsam,
Benim mezarım olsun
Soğuk soğuk suların
İçecek olsam benim kanım olsun
Altın akçeni harcıyacak olsam
Benim kefenim olsun
Tavla tavla şahbaz atın
Binecek olsam benîm tabutum olsun
Senin o muhanet anan baban
Bir canda ne var ki sana kıyamamışlar
Arş tanık olsun, Kürsi tanık olsun
Yer tanık olsun gök tanık olsun.
Kadir Tanrı tanık olsun
Benim canım senin canına kurban olsun
Deli Dumrul bunu duyunca, son bir kere daha Tanrı’ya yakardı. Tanrı bu defa Deli Dumrul’a acıdı Çocuklarının kurtulması için kendi canlarına kıyamayan ana-babaya da kızmıştı. Azrail bu ana ile babanın canını alıp. Deli Dumrul la sevgili karısını bıraktı, ömürlerini de uzattı.
dedekorkut01-300x199Boğaç Han Hikâyesi
Oğuz İli’nde Bayındır Han adında bir han vardı Bayrağı altındaki beylere her yıl büyük bir şölen verirdi Bir gün. Ba ymclır Han gene böyle büyük biı şölen veriyofdu Oğuz İlinin dört yanından gelecek beylere ayrı ayrı çadırlar hazır latmıştı Oğlu olanlar ak çadırlara, kızı olanlar al çadırlara, hiç çocuğu olmı yanlar da kara çadırlara yerleştirilecekti
Dirse Han da şölene davetliydi. Kırk yiğitiyle, Bayındır Han’ın obasına geldi Hiç çocuğu olmadığı için onu kara çadırlardan birine yerleştirdiler, Dirse Han, buna çok üzülmüştü. Hani oracıkta yer yarılsa hemen içine giriverecekti Dirse Han. Şölenden dönünce olanları Karayazılı hatuna anlattı. Baş Başa verip Tanrı’ya yakardılar
Günlerden bir gün Tanrı onlara tosun gibi bir erkek evlât verdi. Yıllar çabuk geçti. Dirse Han’ın oğlu tığ gibi bir delikanlı oldu çıktı. Yalnız Oğuz İli nin geleneklerine göre, önemli bir iş göremediği için ona bir türlü ad konamamıştı. Bir gün Bayındır Han’ın canı boğa güreştirmek istedi Güreşin yapılacağı alanda Dirse Han’ın oğlunun üç arkadaşiyle oyun oynamakta olduğunu görünce, boğanın salıverilmesini emretti.
Çocuklar boğayı görünce çil yavrusu gibi kaçıştılar. Yalnız Dirse Han’ın oğlu yerinden kıpırdamadı. Herkes, merakla ne olacak diye bekliyordu Dirse Han’ın oğlu. boğanın tam alnına öyle bir yumruk savurdu ki hayvancağız olduğu yerde sendeledi kaldı. Delikanlıyla boğanın güreşi pek uzun sürmedi Dirse Han’ın oğlu boğayı kanlar içinde yere serdi. Bayındır Han, gördüklerinden pek memnun kalmıştı. Dirse Han’ın oğluna Boğaç Han adının verilmesini emretti.
Boğaç Han, gözü pek kahraman yapılı bir delikanlıydı. Onu sevenler olduğu gibi sevmiyenler de vardı. Babasının Kırk Yiğidi onu sevmiyenlerin başında geliyordu Kırk Yiğit, Boğaç Han’ı mertçesine yenemiyeceklerini biliyorlardı onun için aralarında bir oyun tasarlayıp Boğaç Han’ı babası Dirse Han’ın gözünden düşürmek, hattâ öldürtmek istediler.
Kırk Yiğit, Dirse Han’a Boğaç Han’ın Kötü niyetli bir kişi olduğunu, gizli işler hazırladığını anlatınca Dirse Han öfkesinden küplere bindi Oğlunu öldürmek için bir av düzenledi. O devirde delikanlıların babaları ile ava çıkabilmeleri çok önemli bîr olaydı Boğaç Han da, annesi de kıvanç içinde ava hazırlandılar. Dirse Han’ın neler tasarladığını nereden bileceklerdi ki!
Bir tesadüf eseri Boğaç Han, avdan ağır yaralı kurtulmuştu. Annesi, kırk yardımcısı ile birlikte, oğlunun yanına koştu Boğaç Han’ı iyileştirmek için gece-gündüz çalıştı.
Fakat o kırk kötü kişi Boğaç Han’la uğraşmaktan hâlâ vazgeçmemişlerdi. İkinci bir oyun daha hazırladılar. Dirse Han adamlarının sözüne inanıp oğluna kızdı. Yalnız şimdi Boğaç Han da akıllanmıştı Kırk yiğitiyle beraber kırk kötü adamının üzerine at koşturdu. Kanlı bir savaş oldu ama, sonunda suçluyla suçsuz anlaşıldı
Dirse Han yaptıklarına pişman oldu. Bayındır Han, Boğaç Han’a beylik üstüne beylik verdi Dirse Han oğlunun şerefine şölenler düzenledi. Oğuz İli’nin dört bucağından gelenler Boğaç Han’la babasını kutladılar Dede Korkut da geldi, Boğaç Han’a bir türkü düzdü.

15 Kasım 2020

HABİL İLE KABİL'in HİKAYESİ

( Sümer efsanesi kökenlidir)
"Kabil tarımla, Habil ise hayvancılıkla uğraşmaktadır. Bir gün Adem tanrıya kurban sunulması gerektiğini söyleyince; Kabil tarımsal ürünlerden oluşan sepetini sunar, Habil ise hayvanlarından birisini kurban eder. Tanrı Habil'in kurbanını kabul eder. Bunun üzerine Kabil husumet yaparak ve "madem kan istiyorsun al sana kan" diyerek Habil'i katleder ve bu tarihe ilk cinayet olarak geçer. Bu hikayenin üzerindeki sembolik tortuları temizleyip özüne ulaştığımızda ise şöyle bir gerçekle karşılaşırız: Kabil, tarımsal ve yerleşik toplumu temsil etmektedir. Bu toplum bilimin yapısal dalları, hukuk ve sanatın görsel dalları gibi konularda gelişme gösterir. Habil ise konargöçer ve hayvan sürülerine bağımlı toplumu temsil etmektedir. Bu toplum ise bilimin doğayla alakalı dalları, müzik ve edebiyat gibi sözel sanat dalları ve din konusunda gelişme gösterir. Habil'in kurbanının kabulü ise din konusundaki bu gelişmeye atfedilir. Zaten incelerseniz İbrahim'in soyu hayvancılıkla uğraşan konargöçer bir kavimden çıkmıştır. Kabilin Habil'i öldürmesi sembolizmi ise yerleşik düzenin konar göçer değerleri içine alıp bu yaşayış tarzının hareket alanını daraltması ve yok oluşa hem doğal yollarla hem de zorla sürüklemesidir. Bugün gelinen durum yakında Habil'in intikamının alınacağını göstermektedir."

MD BUJ 003Suçu ve cinayeti anlatan metinlerin tarihi çok daha gerilere, tarihin başladığı günlere uzanır. Suç, insanoğlunun bir varoluş biçimidir. Gerçekten de cinayeti ya da sonuçlarını anlatan ilk metinler, günümüzden binlerce yıl önce yazılmıştı. Bu metinlerin içinde Eski Ahit'te Kabil ile Habil bölümünde anlatılan cinayet öyküsü en çarpıcı olanıdır. Bu hikâye sadece çarpıcı bir mesel olmaktan çıkmış, suçu ya da cinayeti anlatanlara kolay kolay değişmeyecek/değiştirilemeyecek bir model olmuştur. Söz konusu öykü Eski Ahit'te şöyle anlatılmaktadır:
"Bir gün Kabil toprağın ürünlerinden Rab'be sunu getirdi. Habil de sürüsünden ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. Rab, Habil'i ve sunusunu kabul etti. Kabil'le sunusunu ise reddetti. Kabil çok öfkelendi suratını astı. Rab, Kabil'e 'Niçin öfkelendin?' diye sordu. 'Niçin suratını astın? Doğru olanı yapsan seni kabul etmez miydim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.' Kabil, kardeşi Habil'e 'Haydi, tarlaya gidelim,' dedi. Tarlada birlikteyken, kardeşine saldırdı, onu öldürdü. Rab, Kabil'e, 'Kardeşin Habil nerede?' diye sordu. Kabil, 'Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?' diye karşılık verdi. Rab, 'Ne yaptın? Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor. Artık döktüğün kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındasın. İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın dedi.

Türkiye Şehirleri Türkiye Coğrafyası Dünya Şehirleri Dünya Coğrafyası Ülkeler



  • Blog Yazıları


    Email
    KISA KISA
    X



    Folower Button

    Takipçiler

    Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
    Copyright © 2020. merhancag . All Rights Reserved.

    Bilgi Mesajı

    Duvarı Aşamıyorsan Kapı Aç

    Kıssadan hisse Kısa Kısa'da sizi bekliyor...

    facebook sayfamızı takip edebilirsiniz!