Kalabalıklaştı bir ara dedemin evi. Önce babamın tertibi Mustafa abi geldi çocuklarıyla, peşine en küçük teyzemler, ardından da bir miktar komşu deyince zaten doğal bayram horantası kalabalık olan dede evinin salonunda bir kişinin daha adım atmasına mecal kalmadı.
Pek öyle standart “aman efendim biz de çok iyiyiz, asıl sizler daha daha nasılsınız” muhabbeti olmaz bizim evimizde. Siyaset, futbol, esnaflık halleri falan konuşulur oldum olası. Çünkü o uzak ve yapmacık samimiyetle ilgimiz yoktur. “Daha daha nasılsınız”lar kesmez bizi. Ankaragücü ile rahmetli Erbakan’ı, geçmiş günlerle tüp fiyatlarına gelen zammı aynı coşkuyla konuşmaktır itiyadımız.
Yine de o kalabalıktan kısa bir anlığına sıyrılmak istedim dün. Mustafa abileri uğurlayınca usulca oturuverdim büyükbabamın merdiven boşluğundaki taburesine. Tabii ki bu yalnız kalmama, o kalabalıktan bir anlığına sıyrılmama yetmedi. Bahçedeki giriş kapısından merdivenlere kadar olan ve dutun gölgelediği o beton alanda on kadar çocuk çılgınlar gibi bayram kutlamakla meşguldüler çünkü. Bağıra çağıra “sessiz film” oynuyorlardı. Bu küçük ironiye gülümsedim. Ardından oyun izlemeye kaptırdım kendimi. Kızımın “Alemin Kralı” filmini anlatırkenki gayreti ve ciddiyetini kendiminkine benzettim. Oyun, oyun olamayacak kadar ciddi bir şeydir zira.
Çocuklar oyunlarını oynarken bahçenin turkuaz renkli demir kapısını iterek genç bir kadın girdi içeriye. Hikaye de beni böylece buldu işte.
Genç kadına dair iki şey dikkatimi çekti ilk anda. İlki, tertemiz fakat çok ucuz olduğu her halinden anlaşılan kahverengi-kırmızı ayakkabısı. İkincisi de elindeki şeffaf poşette tuttuğu yarım kilo kadar bayramlık şeker.
Sonra kılık kıyafetine de baktım ister istemez. Ankara’nın artık merkezileşmiş yerleşik varoşlarında sıklıkla gördüğümüz bir bayramlık kıyafetti bu. Kahverengi, uzun, “kapalı yırtmaç” dedikleri bir etek; genişçe bir koyu yeşil gömlek; yeşilli kahverengili bir çiçekli eşarp.
Genç kadın bana iyice yaklaştığında şundan emindim: Evleneli 3 yıl olmuştur ve 3 yıl önceki herhangi bir bayramda hangi kıyafeti giyiyorsa bu bayramda da onu giyiyordur. Yoksulluğu tertemiz taşımaktadır üzerinde.
Bizim eve bayramlaşmaya geldiğini düşünmüştüm ama o başında olduğum merdivenin birkaç basamak altında durup “abi hayırlı bayramlar, bu evin gelinini çağırabilir misin?” diye sordu.
“İyi bayramlar ablam, tabii” deyip içeri giderken iki şeyi aynı anda düşündüm. “Bu evin gelini” üç idi ama bu genç kadın muhakkak teyzemi çağırıyordu. Onu çözmüştüm. Çözemediğim şeyse genç kadının elindeki yarım kilo bayramlık şekerdi. “Yahu acaba mı” diye düşündüm kendi kendime. Belki de bizim oraların “tatlı” diye tarif ettikleri biriydi bu genç kadın. Zekası yavaş işleyen, hareketleri çocuksu anlamında “tatlı” yani. İşte elinde bir poşet, şeker topluyordu konu komşudan. Başka ne olacaktı?
Yine de teyzemin ardından usulca seğirttim. Yenemedim merakımı.
Genç kadın elindeki şeker poşetini teyzeme uzatıp tam tamına şöyle anlattı derdini: “Ablam, hayırlı bayramlar. Sen bu Türkmenlere yardımcı oluyormuşsun. Beyim bir kilo almış şekeri. Bir kilo bize fazla gelir. Şunu bir Türkmen aileye verir misin? Ben yine verilecek bir şeyim olduğunda bulurum seni.”
Teyzem elinde yarım kilo şekerle “Lazların üst katında oturan aile alamamıştır belki de. Sen hiç merak etme, yerine ulaştırırım ben” diyerek uğurladı genç kadını.
Tam o noktada rahat bırakıverdim göz pınarlarımı. İnsan, bu yarım kilo şekere bakarken ağlamasın da ne yapsındı?
İYİ BAYRAMLAR