Sevgili Okuyucularım
Blog yayınlarımıza geçici bir süre ara veriyoruz. Tekrar buluşma ümidiyle hepinize saygılar, sevgiler...
Meriç Dilsiz
Kısa Kısa'da yeni bir Hikaye
Yolunacak Kaz?..
Sağlıcakla Kalın
FUTBOL |
Sevgili Okuyucularım
Blog yayınlarımıza geçici bir süre ara veriyoruz. Tekrar buluşma ümidiyle hepinize saygılar, sevgiler...
Meriç Dilsiz
Kurtuluş Savaşı, dünyadaki en meşru, en haklı ve en kutsal savaşlardan biri. Kazanilan zafer üzerine bugüne kadar çok söz edildi.
Kurtuluş Savaşı eskilerde mi kaldı? .. Bu Ülkenin verdiği bağımsızlık kavgasını konu alan bir eser yüzlerce baskı yapıyor ve 400,000 'den fazla insan tarafından gözyaşları arasında okunuyorsa sorunun cevabı çok net: "Hayır!" Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla; gücünü Anadolu topraklarından alan bir ulusun "İsimsiz Kahramanlar" albümünden insan manzaraları .. Kurtuluş Savaşının ilk günlerinde doğru dürüst ne kılıçları, ne de mızrakları vardı. Eksiklikleri giderildiğinde Yunanlılar için en korkulan güç oldular. Büyük Taarruz'da, Süvari Kolordusu sel gibi akarak düşmanın kaçış yollarını kesecekti ... Anadolu yanan gözleriyle duruyordu bu dünyanın üzerinde. İzmir, Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar; 1919'un Mayıs ortalarından Haziran ortalarına kadar düşmüştü. Adana, Antep, Urfa, Maraş dövüşüyordu ... Murat Nehri, Canik Dağları ve Fırat, Yeşilırmak, Kızılırmak, Gültepe, Tilbeşar Ovası İngilizlerle boğuşuyordu. Aksu ile Köprüsü, Karagöl ile Söğüt Gölü, belki de ilk kez görüyordu İtalyan'ı. Çukurova, Seyhan ve Ceyhan Fransızlara bakıyordu.
Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı üzerine yazılmış en güzel esere, "Kuvva-i Milliye" destanına "Ateşi ve ihaneti gördük" diye başlar, "Dayandık" diye sürdürür: "Dayandık her yanda, dayandık İzmir'de, Aydın'da, Adana'da dayandık. Dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te ... " 20. yüzyılın ilk Yıllarından beri bir kavgadan ötekine sürüklenen ülke, müttefikleriyle birlikte Büyük Savaş'tan yenik çıkmıştı. Onu ya bir gazi vardı ya da bir şehit Ailede Bu topraklarda yaşayan hemen. Umutlar tükenmiş, bezginlik ve çaresizlik artmış, teslimiyetçilik dalga dalga yayılmıştı. İşte böyle bir ortamda, bir "Çılgın Türk" ün önderliğinde, "Çılgın Türkler" ortaya çıktı ve yedi düvele karşı kavgayı başlattı. Bu kavga, Anadolu'nun tek vücut, tek yürek olan insanların hayranlık duyulacak destanlarıyla kazanıldı. Kadınlar, bizim kadınlarımız ... Kurtuluş Savaşı'ndaki "Çılgın Türkler" in birbirlerinden farkı yok. Ancak; anamız, avradımız, de yârimiz olan kadınların o akıl almaz ve bacımız, o çılgınca fedakârlıkları olmasaydı, bu savaş nasıl kazanılırdı? Bu, günümüzde bile kimsenin kolayca cevaplayamayacağı bir soru. Savaş galipleri arasında çıkar çatışması başlamış, geleceğe dönük planlar müttefikleri yol ayrımına getirmişti. Çukurova, Antep, Urfa ve Maraş'ta "Çılgın Türkler" den umulmayan bir direniş gören Fransa, Ankara Hükümeti ile anlaşma yolları aramaya girmiş, Fransız temsilcisi Franklin Bouillon, Ankara yollarına düşmüştü. O günlerde, Türk ordusunun silah ve cephane ihtiyacı İnebolu üzerinden karşılanıyordu. Özellikle İstanbul'da, işgal güçlerinin denetimindeki depolardan çeşitli yollarla kaçırılan silahlar ve cephaneler, küçüklü BÜYÜKLÜ teknelerle İnebolu'ya getiriliyor, buradan da "İstiklal Yolu" üzerinden cepheye götürülüyordu. Hangi araçla mı? Kağnılarla tabii. Başka araç yoktu ki! "... Genç adam 'ugurlar olsun anam' diye seslendi. KOLBAŞI 'Sağ ol oğul' dedi, elindeki sopayla öküzleri dürttü. Kağnılar, tekerlekleri inleyerek kımıldayıp yürüdüler. Kağnıcıların hepsi kadındı. Yalnız üçüncü kağnıyı 12 yaşında bir erkek çocuğu götürüyordu. Kadınlardan biri hamileydi. yedinci kağnının yanında Yürüyen SIRIM gibi genç kadının ayakları çıplaktı. Bazı kadınlar, bebelerini torbalayıp sırtlarına bağlamışlardı. Konvoyu uğurlayan genç subaylardan birisi 'Ne mübarek kadınlar bunlar'Dedi. " Öyleydiler ... Kagni kamyonu yener mi? Onlar, Franklin Bouillon'un Ankara yollarında gördüğü konvoylardan yalnızca birisiydi ve Fransız temsilcisi müthiş etkilenmişti. Şerefine verilen akşam yemeğinde, "kağnıcı kadınlar" ı anlata anlata bitiremiyordu. Sofrada geleceğe dair konuşuluyordu. Mustafa Kemal, girdikleri kavgayı kısaca özetledi F. Bouillon 'a: "Mösyö Bouillon, milli yeminimizin özü tam bağımsızlıktır. Yani, siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kısaca her hususta bağımsızlık! Türk milleti kanını tam bağımsızlığı sağlamak için akıtıyor." Yemek bitip Mustafa Kemal odadan çıktığında, Bouillon, Birinci Meclis'in Hariciye vekili Yusuf Kemal Bey'e (Tengirşenk) hayretle sordu: "Yoksa siz aklınızdan kapitülasyonları kaldırmayı mı geçiriyorsunuz?" "Evet Mösyö. Milli Mücadele toprak için yapılmıyor. Biz İstiklal için mücadele ediyoruz. Büyük Millet Meclisi kapitülasyonların kalktığını görmeden kılıcını kınına koymaz ... " Fransız diplomat gülmeye başlamıştı: "Ah dostum! Azminizi ve sabrınızı temsil eden Kagni kollarını büyük bir hayranlıkla İzledim. Ama gerçekçi olun ve bizimle uzlaşmaya bakın. Çünkü Kagni kamyonu yenemez!" Franklin Bouillon, 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar Meydan SAVAŞI'NIN bu kağnıların taşıdığı silah ve cephanelerle kazanılacağını nereden bilebilirdi ki ... "Şu bir liramı al kızım!" Halide Edip (Adıvar), cepheyi görmek üzere trene bindi. Kompartımanda İstanbul'dan Kaçıp gelen, İstanbul'un tanınmış ailelerinden birisinin kızı ile genç bir subay vardı. Sohbet sürerken, Halide Edip, genç subayın eliyle dizindeki yamayı örtmeye çalıştığını fark edince gülümsedi; "Lütfen dizinizi örtmeye çalışmayın. Utanmayın da. O yama, için İngilizlerin dizbağı nişanından çok daha değerli. Ordumuz, heybetini yoksulluğundan alıyor ..." bizim Kütahya Eskişehir Cephesi'nde ölümüne savaşıldığı günlerde, Ankara Öğretmen Okulu'nun konferans salonunda, kadınlar Halide Edip'i Dinlemek için toplanmışlardı. Ön sıralarda sıkma başlı, uzun Mantolu, iskarpinli İstanbullular. Arkalarda rengârenk çarşaflı, potinli, mest lastik giymiş, yüzleri açık ANKARALILAR. Halide Edip, çok TUTUMLU olduklarını duyduğu Ankaralı kadınların orduya yardım etmelerini sağlamak için bir konuşma yapacaktı; "Bir hafta önce Eskişehir'deydim. Uçakları gördüm. KANATLAR ve gövde, özel keten kumaşla kaplanırmış. Bizimkiler kaput beziyle kaplıyorlar. Özel Yapıştırıcı olmadığından kaput bezi, nal beni veya zamkla tutturuluyor. Bezin gerginliğini sağlamak için emayit kullanılırmış. Bizimkiler, bezi kaynatılmış patates kabuğu ve paça suyuna tutkal, kola karıştırarak yaptıkları pelteyle kaplıyorlar. Ve Pilotlar, gözlerini bile kırpmadan bu uçaklara binip havalanıyorlar. Kardeşlerim! Sizleri, milletin şerefini ve namusunu canından aziz bilen bu genç ve yoksul orduya Yardıma çağırıyorum! " Salonda çit çıkmıyordu. Sonra, Ankaralı kadınlar hareketlendiler, sıraya Girdiler. Masanın üstü kısa sürede para, altın bilezik ve yüzüklerle dolmuştu. Tam bu sırada, beyaz Başörtülü, gözleri görmediği anlaşılan yaşlı bir kadının seslendiği duyuldu: "Ne olur bana Halide Hanım'ı bulun!" Yaşlı hanım, hemen yanına Koşan Halide Edip'in yüzünü okşamaya başladı: "Çamaşırcılık yaparak geçiniyorum kızım. Bunu zor günüm için saklamıştım. Ama sözlerinden anladım ki ordumuz benden daha zordaymış. Al bunu kızım!" Görmeyen gözleriyle Halide Edip'e gururla bakan kadının derisi çatlamış avucunda 1 lirası vardı. Halide Onbaşı, gözlerinden yaş fışkırırken sarıldı yaşlı hanıma; "Ah anam ah! Bir kere daha iman ettim. Kurtulacağız ..." İşte onlar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş fedakârlıklarıyla bizim kadınlarımızdı."Bir hilal uğruna ya Rab, ne Güneşler batıyor!"
Mehmet Akif Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiirdeki bu mısra, aslında bu vatan için gözünü kırpmadan ölüme giden tüm "Mehmetler" için yazılmıştı in ... En acemisinden yedek subayına, teğmeninden albayına şehit olan tüm Mehmetlerin amacı; Anadolu topraklarını arsızca işgal eden, kadın erkek, çoluk çocuk gözetmeksizin hoyratça davranan düşmanı Geldiği yere göndermekti. 15 Mayıs 1919 ... Izmir limanına demirleyen Yunan savaş gemilerinden karaya asker çıkmaya başlamıştı. Izmir Askerlik Şubesi Başkanı Miralay Süleyman Fethi, makamında gelişmeleri endişeyle izliyordu. Sabah evinden Ayrılırken, ESI Edibe Hanım, kötü bir şey olacağını hissetmiş gibi, o gün işe gitmemesini söylemiş, ancak Miralay Süleyman Fethi'nin cevabı kısa olmuştu; "Ben askerim! İşime böyle bir günde gitmezsem, başka ne zaman gideceğim!" Edibe Hanım'ın korktuğu başına gelecekti. İzmir'i işgal eden Yunanlılar, Fethi Bey'i savaş esiri olarak tutuklayıp, Pasaport'ta, Rıhtım boyunda esir diye getirdikleri başka Türk subaylarının da bulunduğu sıraya kattılar. Özel kıyafetli efzun askerlerinin başındaki Yunan subayı sıradakilere seslendi: "Kimin önünde durursam, o kollarını iki yanda kaldırıp indirecek ve 'Zito Venizelos!" diye bağıracak. Karşı gelen süngülenecek. " Venizelos, o Tarihteki Yunan başbakanı idi. Subay, Türk askerlerinden başbakanı kutsamalarını istiyordu. Bir tek Miralay Süleyman Fethi direndi. Bağırıp duran Yunan subayının karþýsýnda KAYADAN oyulmuş bir heykel gibi duruyordu. Subay, ummadığı bu direniş karşısında öyle kızmıştı ki, birden elini uzatıp, Fethi Bey'in omuzlarındaki apoletlerini sökmek istedi. Fethi Bey, Yunan subayının elini şiddetle itti. "Onları sen takmadın ki sen sökesin!" diye bağırdı ve ilk süngü yarasını aldı. Efzun eri, süngüyü onun göğsüne sokmuştu ... Yirmi iki kez önünde durdu, isteğini yineledi Yunanlı subay ve yirmi iki kez süngülendi Miralay Süleyman Fethi. Artık ayakta durmaya direnci kalmayan, kendi kanından Oluşan gölcüğe yığılıp kalan kahraman asker, İzmir'deki Fransız Konsolosluğu araciligiyla kaldırıldığı hastanede, sabaha karşı şehit oldu. İşgalciler, Ertesi gün, tüm İzmir'in katıldığı cenaze törenine müdahale etme cesaretini gösteremediler. İzmir'deki Mevlevi tekkesinin mezarlığına gömüldü. Bu kahraman subay, bugün çok yalın yapılan mezarında, üzerinde kabartma bir kılıç ile bir kalpak resmi yontulu Taşın altında, huzur içinde yatıyor."Bölükten Geri kalan budur Komutanım!" Porsuk Çayı'nın kuzey kıyısındaki bir patikada 40 kişi yürüyordu. Çoğunun ayağı çıplak, bazılarının ayaklari çuvalla, çaputlarla sarılıydı. Aralarındaki yaralılara arkadaşları destek olmaya çalışıyorlardı. Bunlar ,10-25 Temmuz 1921 arasındaki Kütahya-Eskişehir savaşlarında yarılan cepheden kopan askerlerdi. Düse kalka, dövüşe dövüşe birliklerini bulmak için cephe gerisine ulaşmaya çalışıyorlardı. Aniden ortaya çıkan bir süvari birliği, grubu çevirdi. Asker kaçaklarının peşinde olan süvari yüzbaşısının sesi çok sertti:
"Hangi birliktensiniz?" "4. Tümen, 55. Alay, 3. Tabur 1. Bölük'teniz Komutanım." "Bölüğün geri Kalani nerede?" "Geri kalan biziz Komutanım!" "Nereye gidiyorsunuz?" "Duyduk ki ordu Sakarya ötesine çekiliyormuş. Alayımızı aramaya gidiyoruz." Yüzbaşı Sevindi. Bunlar, silahlarının şerefini sonuna kadar korumaya kararlı sahici askerlerdi: "Şu Tepenin Ardında suyu bol küçük bir köy var. Orada dinlenin. Sonra doğuya yürüyüp Sakarya'yı asin. Ama birliği köye bu haliyle sokmayın. Halkı üzmeyin. Anladın mı asker? " "Evet Komutanım. Köye belimiz kırılmamış" gibi gireceğiz. Baş üstüne! " Süvariler dörtnala uzaklaşırken Çavuş birliğe döndü: "Duydunuz. Halka teftiş vereceğiz. Ona göre. Sıraya girin, çabuk olun, çabuuuk. Hazır ol! Arş!" Perişan Mehmetçikler ayaklarını sürüyerek yürümeye koyuldular. Çavuş birden dellendi; "Bu ne biçim yürüyüş? Başınızı kaldırın, canlı yürüyün. Haydi hep beraber ... Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı Al sancağı teslim etti, Allah'a ısmarladı ... " Çavuşun başlattığı, yavaş yavaş tüm Mehmetçiklerin katıldığı bir MARŞ yükselmeye başladı bozkırın ortasında. Sanki çıplak ayaklı, yaralı ve bir muharebeyi kaybetmiş olanlar onlar değildi. Çınarlı köyüne bitkin ve sefil görünüşlerine hiç uymayan bir çalımla Girdiler. Süvari yüzbaşısının gözü arkada kalmayacaktı ...Cepheyi tuttular değil mi? Kurtuluş SAVAŞI'NIN kırılma noktalarından biri, Kütahya-Eskişehir muharebeleriydi. 14 Temmuz 1921 günü Yunanlılar 180 top ve 40,000 kişiyle yüklendiler Türk hatlarına. Karşı koymaya çalışan kuvvet ise, 113 top ve parça parça cepheye ulaştırılmaya çalışılan 30,000 askerdi. Türk ordusu zamanla yarışıyordu. Her iki ordu da kazanmak için tüm gücüyle savaşıyordu. Süngü saldırıları arka arkaya tazeleniyordu. Öyle ki, bir tepe bir saat içinde tam 11 kez el değiştirmişti. 4. Tümen komutanı Yarbay Nazım, başta Mustafa Kemal olmak üzere hem tüm komutanların, hem de emrindeki askerlerin gözbebeğiydi. Mehmetçik, onun bir emriyle gözünü bile kırpmadan çıkıyordu siperlerden. 4. Tümen, Yunanlıları durdurmak için en güvenilen birlikti ve komutanlar Yarbay Nazım'dan çok şey bekliyorlardı. 15 Temmuz sabahı Gün Doğarken, Yarbay Nazım ve Karargah subaylan atlanıp Yumurçal mevzilerini denetlemeye çıktılar. Az ileride bir tepe vardı ve tepede Türk Ordusundan kimse yoktu. Yunanlılar bu tepeyi ele geçirirlerse cephenin yarılması kaçınılmazdı. Inildi anda, komutan karargâhı ve tepeye doğru yürürken Yarbay Nazım, süvari takım komutanına emir veriyordu: "Takımınla hemen tepeyi tut. Düşman taarruz ederse, alaydan birlik yetişene kadar ne Pahasına olursa olsun tepeyi tut. Şimdi ben ..." Bitiremedi cümlesini. Sabaha karşı gelip tepeye mevzilenen Yunanlıların Açtığı makineli tüfek ateşi biçti bu çok sevilen komutanı ve Karargah subaylarını. Emir çavuşu Eyüp, bindi de göğsünün sol tarafındaki kan lekesi giderek artan komutanını kucaklayıp ve cephe gerisine götürmeye başladı. Yarbay Nazım'ın ünlü beyaz atı dörtnala peşlerinden geliyordu.
Eskişehir hastanesi ... Çok hafif soluk alan komutanın başında Eyüp Çavuş ve subaylar bekleşiyordu ümitle. Yarbay Nazım fısıldadı: "Tepeyi tuttular değil mi?" "Tuttular Komutanım ..." "Arkadaşlar iyi mi?" ''Hepsi iyi. Çok iyiler Komutanım. " "Asıl siz iyi olun, iyi dayanın Çocuğum ..." Başı Eyüp Çavuş'un dizine Dayalı yatan Nazım Bey'in oğlu sözleriydi bunlar ... Çankaya'daki çalışma odasının kapısı usulca aralandı, Fikriye Hanım bir hayalet gibi içeri süzüldü. Masadaki Haritanın üzerinden başını kaldıran Mustafa Kemal, genç kadına sorgulayan gözlerle baktı. Kötü haber tez ulaşmıştı. Salih Bey (Bozok) söylemeye cesaret edemiyordu. Başı öne eğikti. Mustafa Kemal "Ne var? Ne oldu?" diye sordu. Yılgın bir sesle "Fevzi Paşa telefon etti. 4. Tümen Karargah kadrosu felakete uğramış!"diye cevapladı. "Ne demek o?" "Kurmay Başkanı Binbaşı Şerafettin yaralı olarak esir düşmüş. Çoğu da şehit olmuş efendim!" "Nazım?" Salih Bozok ağlamaya başladı. Mustafa Kemal, donup kalmıştı. Yarbay Nazım, çok sevdiği, çok kıymetli bir komutanıydı. "Gel biraz yürüyelim Salih!" dedi ... Ölümü çok yakından tanıyan iki subay, Ağaçların altında yürümeye başladılar. Ikisinin de ağzını bıçak açmıyordu ...
"Türk Milli hareketi düşmanı kesin yenecektir!" 20. yüzyıla girerken Fransa'nın en etkili gazetelerinden "Le Temps" ünlü bir çalışanı vardı: Georges Gaulis de. 1896'da Eşi Berthe ile birlikte İstanbul'a gelmişti. Osmanlı İmparatorluğu konusunda en iyi, en tarafsız haberleri yapan gazeteci olarak tanınıyordu. 1912'deki Balkan Savaşı'nı da izleyen Gaulis, yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp öldü ve Feriköy'deki Katolik Mezarlığı'na gömüldü. Nöbeti, Türk dostlarının Berta diye çağırdıkları, karısı Berthe devraldı. Berthe Georges Gaulis, Birinci Dünya Savaşı'nda zorunlu olarak İstanbul'dan ayrılmıştı. Berthe, Kurtuluş SAVAŞI'NIN başladığı günlerde, 21 Eylül 1919'da, çok sevdiği İstanbul'a tekrar geldi. Türkiye'sini ve Kurtuluş Savaşı'nı anlattı Fransa'ya döner dönmez yazdığı kitapta, o günlerin: "1.921 Nişanı, Türklerin geri aldıkları Bilecik, bir felaket ve acılar diyarı. Koku dayanılmayacak kadar fazla. Henüz dumanı tüten bu taş yığınları altında, kim bilir ne kadar insan cesedi Gömülü. Buradaki tahribatın büyüklüğü korkunç. Bilecik ve Küplü'de büyük facialar olmuş. Buraların ahalisinden. tecavüze uğramamış genç bir kalanlar, büyük bir bunalım ve heyecan içinde sağ kız veya kadın kalmamış. Bilecik dünden kalma bir Pompei adeta. Her yer kül, ve kurum içinde ... Sık sık dinamitin tahribatını gösteren taş yığınlarına rastlıyoruz. Biraz ötede bir , kızını kurtarmak isterken, kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın Mezarı.Yapılan toptan imha işleminden her şehir ve kasaba payına düşeni almış. Bazen bir bahçe, çiçek açmış birkaç ağaç, bir meydan, bir çeşme, yapılanları hatırlatmaya yetiyor. Saatlerce bu harabeleri gezdik. Her Yunan taarruzu, Anadolu halkına çok acı bir ders olmuş. Düşmanın yaptıkları karşısında vatanseverlik duyguları uyanarak şahlanmış, 'Ölürsem hiç olmazsa ailem ve vatandaşlarım İçin öleyim' diyerek mücadeleye katılmışlar. Bu günlerde, İnegöl'deki Türkler kasabalarına gelen Yunan askerlerine baltalarla karşı koymuşlar ve onlar da çareyi kaçmakta bulmuşlar ... " Berthe Gaulis, kitabının önsözünde de şunları yazmıştı; "Ankara'dan 10 Mayıs 1921 'de Türk milliyetçiliği konusundaki bu kısa incelememin basımevini boyladığı sıralarda ayrıldım. 1921 yılının Eylül ayı sonlarında, Anadolu'daki savaş en sert ve Acımasız bir biçimde sürüyordu ... Türk Milli hareketi düşmanı kesin yenecektir. Çünkü o hareket yüksek bir ideale dayanıyor; çünkü bu hareketi yönetenler kendi ŞAHSİ çıkarlarını unutmuşlardır; çünkü onlarda büyük bir ruh ve iman var ... " "Hadi bre çorbacı, karavanaya yetişelim!" İşgalcilerden İnsanlık dışı, askerlik dışı bu kadar baskı gören Anadolu çocuğu, yine efendiliğini, bir "Çılgın Türk" bozmamış olarak onurlu davranmayı elden bırakmamıştı. Halide Edip, Ruşen Eşref Ünaydın ve Binbaşı Kemal, Adala'ya (Manisa'da bir ilçe) yetişmeye çalışıyorlardı . Altı ayda bile geçilemez denilen Yunan hatları yarılmıştı. 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı kazanılmış, Yunan ordusunun büyük bölümü imha edilmiş, basta Trikopis, çok sayıda komutan, subay ve asker esir alınmıştı. Binbaşı Kemal Şoföre bağırdı: "Dur!" Binbaşının dikkatini, esir bir Yunan subayını cephe gerisine götüren asker çekmişti. Mehmetçik YAYAN, esir subay eşek üzerinde gidiyorlardı. Mehmetçik Binbaşı Kemal'i selamlarken, Yunanlı subay eşekten inmişti. "Kim bu?" "Esir Komutanım!" "Nereye götürüyorsun?" "Geriye. Alay karargâhına!" "Ulan sen bunun seyisi misin, hizmet eri misin? Hayvana sen bin, o yürüsün!" "Hiç olur mu komutanim? O şimdi ocağından kopmuş bir gurbet adamı. Misafir ve bana emanet." Binbaşı, titreyen sesine hâkim olmaya çalışarak Şoföre bağırırken gözlerinden yaşlar akıyordu: "Yürü oğlum, gidelim." Araba uzaklaşana kadar selam duran Mehmetçik, Yunan subayına eşeğe binmesi için işaret ederken söyleniyordu: "Hadi bre çorbacı. Akşam karavanasına yetişelim. Aç kalma." Ölümün, gencecik insanları hiç duraksamadan verdiği bir emirle ölüme göndermenin ne olduğunu, onun gibi hiç kimse bilemezdi. Yıllar önce, bir ağustos sabahı gün doğmak üzereydi. "O", siperler boyunca yürürken, son emrini verdi: "Elimdeki kırbaca bakın. Kırbacı kaldırdığımda hazır olun. Kırbacı aşağı indirdiğimde hücuma kalkılacak. Asker ...! Sana ölmeyi emrediyorum! " Kırbaç kalktı, kırbaç indi ... Mehmetçik süngü hücumuna kalktı. Artık sadece tek bir ses duyuluyordu ... Allah Allah Allah Allah. 9-10 Ağustos 1915 sabahında gün batmadan süngü hücumuna kalkan Mehmetçik, Anafartalar'da düşmanı bitirmişti. Mehmetçik'ten ölmesini isteyen komutan, Anafartalar Grup Komutanlığı'na 67 saat önce atanan Yarbay Mustafa Kemal'di. Arkadaslariyla birlikte 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığında, generaldi Mustafa Kemal. Sonra üniformasını çıkardı. Yıllardır Savaşan, gencecik evlatlarını şehit veren, yorgun, bitkin, yılgın ve ümitsiz, ama sonsuz dirençli insanların yaşadığı topraklarda, Anadolu topraklarında, kimsenin kolay kolay göze alamayacağı bir kalkışmayı başlattı. Tek güvencesi, çöken İmparatorluğun tüm kahrını çekmesine karşılık, pek de kıymeti bilinmeyen Anadolu insanıydı. Askere yolcu ettiği oğlu oğlunu birliğine teslim ederken; "Bizim köyün mezarlığına elli yıldır delikanlı gömülmedi oğul. Vatan sağ olsun da hepimiz ölelim ne çıkar?" diyen Söğüt'ün Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin'in annesi gibi insanlardı güvendiği. Bandırma Vapuru'ndan Samsun'a ayak basan ilk 18 kişiyle başlayan, "Tam Bağımsız Anadolu" hareketine, zaman içinde tüm Anadolu halkı katıldı. Genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle ve yorgunluklarım, yılgınlıklarını, bıkkınlıklarını, ümitsizlerini artlarında bırakarak kavgaya Girdiler. "Asırda onlar yendi, onlar yenildi. Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi. " Mustafa Kemal, Samsun'a gitmeden önce, Bekir Ağa Bölüğü'nde tutuklu bulunan Fethi Bey'i görmeye gittiğinde, ' "Ne biz bu durumda kalacağız, ne de ülkeyi bu durumda bırakacağız." Derken, işte bu "zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanlara" güvenmişti. Anadolu'nun bağımsızlığı kavgasına girenlerden bazılarının yolları, sonraki yýllarda Mustafa Kemal'le AYRILMIŞ bile olsa, onlar "Çılgın Türkler" di. Çılgın olmasalar, boyunlarında idam Fermanı varken, hangi akla hizmet bir ulusun kurtuluş kavgasını başlatabilirlerdi? "Kuvva-i Milliye adı altında çıkarttıkları karışıklık" 24 Mayıs 1920 tarihinde, Padişah Vahdettin'in onayladığı, Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın imzaladığı bir İradei Seniyye (Padişah Buyruğu) yayınlandı: "Kuvva-i Milliye adı altında çıkarttıkları karışıklık ve Anayasa'ya aykırı olarak halktan para toplamak, askere almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek Kentleri yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların düzenleyicisi ve kışkırtıcısı oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan, Üçüncü Ordu Müfettişiliği ' nden uzaklaştırılıp askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski 27. Fırka komutanı emekli Miralay Kara Vasıf Bey, eski 20. Kolordu komutanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile eski Washington Elçisi ve Ankara milletvekili Salacaktı Alfred Rüstem ve eski sağlık müdürü İstanbullu Dr Adnan Bey ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni İstanbullu Halide Edip Hanım'ın; açıklaması 11 Mayıs 1920 tarih ve 20 sayılı hüküm tutanağında yazılı olduğu üzere, Mülkiye Ceza Yasası'nın 45. maddesinin 1. fıkrasının yollamasıyla, 55. maddenin 4. Fıkrası ve 56. maddesi uyarınca sahip oldukları askeri ve Sivil rütbe ve nişanlarla her türlü resmi unvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, bu durumda kaçak bulunmaları nedeniyle mallarına el konulmasına dair İstanbul Birinci Sıkıyönetim Savaş Divanı'nca arkasında verilen hüküm ve karar ele geçirildiklerinde yeniden yargılanmak koşuluyla onaylanmıştır. Bu buyruğu yürütmeye Savaş Bakanı ile veda etti görevlidir. " Ve bir şafak vakti ... Kimisinin boynunda idam Fermanı vardı, kimisinin ayağı çıplaktı. Kimisi yorganı bebesinin değil top mermilerinin üzerine örtmüştü, kimisi son nefesinde "Ölene kadar cepheyi tutun" emri vermişti. Anadolu'nun bahti Onlar, "Bir şafak vakti karanlığın kenarındanAğır ellerini toprağa Basıp doğruldukları zaman ... " değişti. "O" ve bize bugünleri veren tüm "Çılgın Türkler" i yüreğimizden gelen saygı ve sevgiyle anıyoruz. Iyi ki çılgındılar ...
18 MAYIS 1919 - Bandırma vapuru ile yola çıkan Mustafa Kemal Sinop'a geldi.Bandırma vapurunun, saat 12.00 sıralarında Sinop limanına girişi (Şiddetli fırtına sebebiyle Atatürk karaya çıkmamış, ancak, Üsteğmen Hikmet (Gerçekçi) Bey'i, vapuru yanaşan bir sandal aracılığıyla kıyıya göndererek, Samsun'daki Tümen Komutanlığı'na, -gelmekte olduklarını bildiren- bir telgraf çektirmiş, sonra yola devam edilmiştir.
Kalabalıklaştı bir ara dedemin evi. Önce babamın tertibi Mustafa abi geldi çocuklarıyla, peşine en küçük teyzemler, ardından da bir miktar komşu deyince zaten doğal bayram horantası kalabalık olan dede evinin salonunda bir kişinin daha adım atmasına mecal kalmadı.
Yine de o kalabalıktan kısa bir anlığına sıyrılmak istedim dün. Mustafa abileri uğurlayınca usulca oturuverdim büyükbabamın merdiven boşluğundaki taburesine. Tabii ki bu yalnız kalmama, o kalabalıktan bir anlığına sıyrılmama yetmedi. Bahçedeki giriş kapısından merdivenlere kadar olan ve dutun gölgelediği o beton alanda on kadar çocuk çılgınlar gibi bayram kutlamakla meşguldüler çünkü. Bağıra çağıra “sessiz film” oynuyorlardı. Bu küçük ironiye gülümsedim. Ardından oyun izlemeye kaptırdım kendimi. Kızımın “Alemin Kralı” filmini anlatırkenki gayreti ve ciddiyetini kendiminkine benzettim. Oyun, oyun olamayacak kadar ciddi bir şeydir zira.
Çocuklar oyunlarını oynarken bahçenin turkuaz renkli demir kapısını iterek genç bir kadın girdi içeriye. Hikaye de beni böylece buldu işte.
Genç kadına dair iki şey dikkatimi çekti ilk anda. İlki, tertemiz fakat çok ucuz olduğu her halinden anlaşılan kahverengi-kırmızı ayakkabısı. İkincisi de elindeki şeffaf poşette tuttuğu yarım kilo kadar bayramlık şeker.
Sonra kılık kıyafetine de baktım ister istemez. Ankara’nın artık merkezileşmiş yerleşik varoşlarında sıklıkla gördüğümüz bir bayramlık kıyafetti bu. Kahverengi, uzun, “kapalı yırtmaç” dedikleri bir etek; genişçe bir koyu yeşil gömlek; yeşilli kahverengili bir çiçekli eşarp.
Genç kadın bana iyice yaklaştığında şundan emindim: Evleneli 3 yıl olmuştur ve 3 yıl önceki herhangi bir bayramda hangi kıyafeti giyiyorsa bu bayramda da onu giyiyordur. Yoksulluğu tertemiz taşımaktadır üzerinde.
Bizim eve bayramlaşmaya geldiğini düşünmüştüm ama o başında olduğum merdivenin birkaç basamak altında durup “abi hayırlı bayramlar, bu evin gelinini çağırabilir misin?” diye sordu.
“İyi bayramlar ablam, tabii” deyip içeri giderken iki şeyi aynı anda düşündüm. “Bu evin gelini” üç idi ama bu genç kadın muhakkak teyzemi çağırıyordu. Onu çözmüştüm. Çözemediğim şeyse genç kadının elindeki yarım kilo bayramlık şekerdi. “Yahu acaba mı” diye düşündüm kendi kendime. Belki de bizim oraların “tatlı” diye tarif ettikleri biriydi bu genç kadın. Zekası yavaş işleyen, hareketleri çocuksu anlamında “tatlı” yani. İşte elinde bir poşet, şeker topluyordu konu komşudan. Başka ne olacaktı?
Yine de teyzemin ardından usulca seğirttim. Yenemedim merakımı.
Genç kadın elindeki şeker poşetini teyzeme uzatıp tam tamına şöyle anlattı derdini: “Ablam, hayırlı bayramlar. Sen bu Türkmenlere yardımcı oluyormuşsun. Beyim bir kilo almış şekeri. Bir kilo bize fazla gelir. Şunu bir Türkmen aileye verir misin? Ben yine verilecek bir şeyim olduğunda bulurum seni.”
Teyzem elinde yarım kilo şekerle “Lazların üst katında oturan aile alamamıştır belki de. Sen hiç merak etme, yerine ulaştırırım ben” diyerek uğurladı genç kadını.
Tam o noktada rahat bırakıverdim göz pınarlarımı. İnsan, bu yarım kilo şekere bakarken ağlamasın da ne yapsındı?
İYİ BAYRAMLAR
Bayramlar, geleneklerin yaşatıldığı en
özel günlerden. Eski zamanlardan bu yana süregelen bayram geleneklerini biz de
sizler için araştırdık. İşte hepimizin rastladığı ya da en azından duymuş
olduğu eski Ramazan Bayramı gelenekleri.
1. Şeker Toplamak
Ramazan Bayramı’nın çocuklar için en
eğlenceli yanı şeker toplama geleneği. Bayram gününde çocuklar
büyüklerini ziyaret ederek şeker toplarlar. Bu nedenle Ramazan Bayramı, Şeker
Bayramı olarak da anılır. Özellikle eski dönemlerde yaygın olan bu Ramazan
Bayramı gelenekleri günümüzde büyük şehirlerde çok fazla uygulanamıyor.
2.
Küsleri Barıştırmak
Bayramlar, küs olan kişilerin barışması için bir vesile olarak
kabul edilir. Bu nedenle küs olan kişilerin yakınları bayram günlerinde onları
bir araya getirerek barışmalarına vasıta olur.
3. Akraba Ziyareti
Ramazan Bayramı gelenekleri arasında
olmazsa olmaz akraba ziyaretleri vardır. Ananne, babaanne ve dedeler başta
olmak üzere halalar, dayılar, amcalar ve diğer tüm büyükler bayramlarda ziyaret
edilir. Böylece birbirini uzun süre göremeyen yakınlar bile bir araya gelme
fırsatı bulur.
4.
Bayrama Özel Tatlılar Yapmak
Bayramlarda çoğunlukla küçükler büyükleri
ziyaret eder. Büyükler de birbirinden lezzetli tatlılar ile ikramda bulunurlar.
Özellikle baklava ve şerbetli tatlılar, Ramazan Bayramı gelenekleri arasında
yer alır. Hatta bazı bölgelerde baklavanın yanında sarma ikram etmek de
adettendir.
5. Bayram
Namazı Kılmak
Bayramlar, birlik ve beraberliğin
yaşandığı en güzel günlerden. Bayramları anlamlı kılan dini ve geleneksel
şeylerden birisi de bayram namazı. Herkesin bir arada kıldığı bayram namazının
ardından yapılan bayramlaşma da birliğin en güzel sembollerinden.
6.
Mezarlık Ziyareti Yapmak
Bayramlarda büyüklerimizi ziyaret etmek
geleneklerin en güzellerinden. Bu dünyadan giden büyüklerimizi ziyaret etmeyi
de unutmamak gerek. Bu nedenle Ramazan Bayramı’nda en kalabalık yerlerden
birisi mezarlıklardır. Mezarlıkta olan yakınlarımızı ziyaret etmek bayram
geleneklerinden.
7.
Aile Bayram Yemeği Yemek
Ramazan Bayramı gelenekleri arasında bir diğeri de aileleri bir arada tutan bayram yemekleri. Bayramda en güzel yemekler özenle hazırlanır. Büyüklerin elleri öpülür ve aileler hep birlikte sofraya oturur. Ramazan yemekleri demişken; güllaç tarifimize buyurmaz mıydınız?
8.
Maddi Yardımlarda Bulunmak
Bayramların en güzel yanları birlik ve
beraberliği sağlamalarıdır. Ramazan Bayramı’nın en güzel ve en anlamlı
geleneklerinden birisi de zor durumdaki kişilere fitre ve zekat ile yardım
etmektir.
9.
Çocuklara Mendil Hediye Etmek
Ramazan Bayramı gelenekleri arasında en
güzel örneklerinden birisi de çocuklara mendil vermektir. Büyüklerin özenle
hazırladığı mendiller, onları ziyarete gelen çocuklara verilir. Çocukların
sevindirilmesi için yapılan bu gelenek bayramın en güzel yanlarındandır.
Çocuklara mendil hediye etme geleneği halen devam etmektedir.
10.
Harçlık Vermek
Ramazan bayram
gelenekleri içerisinde en yaygın olanlardan
birisi de çocuklara harçlık vermek. Çocuklar bayramlarda büyükleri ziyaret
ettiğinde büyüklerin de onlara harçlık vermesi ve onları sevindirmesi hala
yaygın olan adetler arasında.
11.
Davulculara Bahşiş Vermek
Ramazan ayı boyunca davulcular oruç tutacak olan
kişileri sahur için uyandırır. Ramazan Bayramı sırasında ise
davulculara bahşiş vermek adetler arasındadır. Böylece davulculara teşekkür
edilmiş olur.
12.
Kastamonu Geleneği: Bayram Çıkarma
Doğru duydunuz, bu geleneğin adı “Bayram Çıkarma”.
Bayram gününde civar köylerden gelenler köyde ağırlanır, evlerde yemekler yenir
ve köy meydanında eğlence düzenlenir. Kastamonu’da yaşatılan bu gelenek birlik
ve beraberliğin en güzel sembollerinden.
Kahke, Gazientep yöresine ait bir yiyecek. Bayram günü
eve gelen misafirlere ikram edilen kahke, Antep yöresinin olmazsa
olmazlarından.
14.
Sinop’ta Ramazan Bayramı: Helesa
Sinop köylerinde yaşatılan Helesa
geleneği Ramazan ayında başlayıp bayramda da devam eder. Kayıkla kıyıya yanaşan
gençler maniler okuyarak bahşiş toplar ve bayram ruhu bölgede son derece
coşkulu yaşanır.
KISA KISA |
Copyright © 2011 merhancag. All Rights Reserved. Merhancag theme designed by Themes by maktaren.com. Bloggerized by Free Blogger Template. Powered by Blogger. Created By SoraTemplates | Distributed By Gooyaabi Templates
Copyright ©
merhancag.
Designed by OddThemes
|
Duvarı Aşamıyorsan Kapı Aç
Kıssadan hisse Kısa Kısa'da sizi bekliyor...
facebook sayfamızı takip edebilirsiniz!