Güzel Bir Hafta Sonu Dileriz

Kısa Kısa'da yeni bir Hikaye

Yolunacak Kaz?..

Sağlıcakla Kalın

×

Loading...
LÜTFEN KULAK VERİN "COVİD" TEHLİKELİDİR

















SON YAZILAR :
Loading...


Toplumlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Toplumlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2022

Afrika kökenli Türkler

Türkiye birçok etnik azınlığı barındırıyor; ama bir grup var ki mülteci krizi nedeniyle dikkat çekse de haklarında fazla şey bilinmiyor.

İzmir'in 60 km güneyindeki Naime köyünde 106 yaşında olduğunu söyleyen Hatice Nine, 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu hatırlamaya çalışıyor.

Küçük evinin verandasındaki asmanın altında otururken, Haziran sıcağında daha ağır hareket ediyor. Uzun zaman öncesine ait anıları silikleşmiş doğal olarak. Davul ve trampetleri hatırlıyor. Sonra birden aklına başka bir şey gelmiş gibi "Atatürk babamı kurtardı. Cumhuriyetten sonra özgür oldu" diyor.

Hatice Nine Türk kimliğini gururla taşıyor. Ama anne babasının kimliği yoktu. Ailesinin kökenleri hakkında fazla bir şey bilmiyor. Tek bildiği, atalarının 1800'lerde Doğu Afrika kıyılarından Osmanlı İmparatorluğu'na getirilen yüz binlerce köleden biri olması.

Mültecilerle karıştırılıyorlar

Afrika kökenine dair bilgisi pek yok Hatice Nine'nin. Sadece Türkçe konuşuyor ve ailesinin kökeniyle ilgili sorularımdan rahatsız olmuşa benziyor; çoğuna da cevap veremiyor. Anne ve babasının, Atatürk'ün 1924'te yeni anayasayla getirdiği eşit vatandaşlık hakları sayesinde özgürlüğüne kavuştuğunu söylüyor.

Yaşıtı birçok köylü Türk kadını gibi Hatice Nine de okul yüzü görmemiş. 16 yaşında evlenip dokuz çocuk sahibi olmuş. Özgür olsa da, milliyetçiliğin güçlü olduğu ve azınlıkların zorla asimile edildiği bir ülkede siyah bir kadın olarak sürdüğü yaşam pek de kolay olmamış.

"Babam özgürlüğüne kavuştuktan sonra biraz toprak ve birkaç inek bulmuş. Sonra eşkıyalar öldürmüş onu. Ama biz hayatta kalmışız" diyor.

Türkiye birçok etnik ve dini azınlığı barındırsa da Afrika kökenli Türkler büyük şehirlerde hemen dikkat çekiyor. Mülteci kriziyle birlikte, çoğu insan onları Avrupa'ya gitmeye çalışan Eritreli, Somalili mültecilerle karıştırıyor.

Çoğunluğu Ege'de

Bazı tahminlere göre Afrika kökenli Türklerin sayısı 100 bine ulaşsa da Ege bölgesi dışında fazla bilinmiyorlar. 18. yüzyılda birçok köle aileleriyle birlikte Smyrna'ya (İzmir) pamuk tarlalarında çalışmaya gönderilmiş. Bunların bir kısmı ise Osmanlı'nın son dönemlerinde başka bölgelere yerleştirilmiş.

Konu entegrasyona gelince Hatice Nine'nin oğlu Esat canlandı. Verandanın gölgesinde, Kuzey Kıbrıs'ta askerlik yaptığı ve sahilde bir otelde çalıştığı sırada çektirdiği fotoğraflarıyla dolu albümü çıkardı. Fotoğraflardaki tek siyah yüz onunkiydi.

"Çok arkadaşım var; bazıları bana 'Arap' diyor ama kötü anlamda değil, takılıyorlar" diye açıklıyor.

Özellikle İzmir civarındaki diğer Afrika kökenli Türklerden duyduğum ayrımcılık hikâyelerini Esat aidiyet kaygısıyla önemsizmiş gibi anlatıyor. Tuhaftır ki, büyük şehirlerde daha fazla göze batıyor, köylerde genellikle toplumun bir parçası olarak kabul görüyorlar.

Entegre olmak

"Herkes Türkiye'de yaşayabilir; çeşitli olmak iyidir" diyor Esat. "Bir bahçede çok çeşitli çiçekler ve ağaçlar yoksa ona güzel denir mi? Hayır! İnsanlar ırkçıysa bu onların cahilliğindendir. Dikkate almıyorum onları. Ben Türküm, önemli olan da bu."

Kardeşi Orhan ise ailesinin farklı oluşunu daha hevesli karşılıyor.

"Afrika dilini, dedelerimizin konuştuğu dili unutmuş olmamız kötü bir şey. Türkiye'de her azınlığın, Kürtlerin, Zazaların, hatta Lazların dili var. Ama biz sadece Türkçe biliyoruz ve atalarımızla ilgili hiç bilgimiz yok."

Afrika kökenli Türkler Müslüman olarak geçiyor; etnik görünüşleri dışında onları çoğu Türk'ten ayıracak bir şey bulunmuyor. Fakat ayrımcılığa uğramış bir etnik azınlık olarak kuşaklar boyunca mümkün olduğunca entegre olmaya çalışmışlar.

"Yıllarca acı çekerseniz sizi farklı kılan şeyleri saklarsınız" diyor Orhan bilgece. "Ana-babamız ve dedelerimiz bu yüzden bize kendi dillerini öğretmedi. Bizim farklı olmamızı istemediler, sadece Türk olmamızı istediler."

Araştıran kuşak

Osmanlı'da köle ticareti konusunda uzman olan Tel Aviv Üniversitesi'nden Profesör Ehud Toledano'nun Afrika kökenlilere yönelik konuşmasını dinlemek için iki gün sonra ben de İzmir'e gittim.


Bazı tahminlere göre Afrika kökenli Türklerin sayısı 100 bine ulaşsa da Ege bölgesi dışında fazla bilinmiyorlar.

İzmir yakınlarındaki köylerden otobüslerle toplanıp getirilmiş köylülere yaptığı konuşmada Toledano şöyle sesleniyordu: "Sosyal antropolojide bir söz vardır: İlk kuşak yaşar, ikincisi reddeder, üçüncüsü ise araştırır. Sanırım bugün Afro-Türk toplumunda bu üçüncü aşamayı görüyoruz."

Toledano haklıysa Hatice Nine kölelikten hemen sonraki dönemi yaşamış, oğlu Esat bu kökeni reddetmiş, daha genç kuşaklar ise bu konuda aktif bir şekilde eğitiliyor. Toledano'yu dinleyenler arasında 30 kadar çocuk vardı, 19. yüzyıl Türkiye'sine getirilen Afrikalı kölelerin sayısını gösteren grafiklere kocaman gözlerle bakan.

Dana Bayramı

Toledano'nun konuşması Dana Bayramı etkinliklerinin bir parçası olarak düzenlenmşti. Uzun bir aradan sonra kendi tarihini kucaklamak isteyen bir toplumun üyeleri tarafından son dönemlerde yeniden canlandırılmaya çalışılan bir Afro-Türk bayramıydı bu.

Aslında bu Osmanlı zamanında Afrikalı köleler arasında her yıl kutlanan bir bayramdı. Bir dana süslenip sokaklarda dolaştırılır, para toplanır ve insanlar bahar için iyi dileklerini iletirdi. Daha sonra Atatürk 1925'te devletin kontrolü dışındaki dini kurumları yasakladığında bu yasak, kökleri Afrika'daki kabile pratiklerine dayanan batıl inançları da kapsayınca Dana Bayramı gizli kutlanır olmuştu.

1960'larda bu gelenek unutulmuş, on yıl kadar önce ise 61 yaşındaki Afro-Türk Mustafa Olpak'ın Girit üzerinden Kenya'ya dayanan köklerini keşfetmesiyle birlikte yeniden canlanmıştı. Olpak dağılan toplumu bir araya getirmek amacıyla 2006'da Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği'ni kurdu.

'Siyahım diye…'

Fakat Olpak'ın kat edeceği daha çok yol var gibi görünüyor. Naime köyünün 12 km güneyindeki Belevi köyünde yaşayan ve 'Arap Fehmi' olarak bilinen 86 yaşındaki Fehmi Yavaser, Dana Bayramı'nı hiç duymamış örneğin. Köydeki üç siyah erkekten biri olan Fehmi Bey'in kökenini öğrenme ya da diğer Afro toplum mensuplarıyla bağ kurma gibi bir derdi yok gibi görünüyor.

Köy kahvesinde diğer emekli erkeklerle limonata içip tavla oynayan Fehmi Bey, önce kendisiyle yarı profesyonel boks hayatı ya da Almanya'da geçirdiği 18 yıllık yaşantısı konusunda görüşmek istediğimi sanmış, ailesinin geçmişiyle ilgilendiğimi anlayınca şaşırmıştı.

"Annem bu köyde doğmuş, onun annesi de" diyerek omuz silkti. "Ne diyebilirim ki? Ben buralıyım." İfade etmediği ama kendisini rahatsız eden sorusu şuydu: "Siyahım diye niye bu kadar ilginç oluyorum?"

Bu yaklaşımın tersini sergileyenlerden biri ise 65 yaşındaki Ahmet Doğu idi. İzmir'de tütün fabrikasından emekli olan Ahmet Bey, Afrikalılar Derneği'nin coşkulu bir üyesi. Türkiye'de yaşayan bir siyah olarak maruz kaldığı ayrımcılık konusunda tamamen açık sözlüydü.

"İster istemez sizi etkiliyor" diyor derneğin İzmir'deki tek odalı bürosunda otururken. Çocuklarıyla yolda yürüyen annelerin siyah birini gördüğünde tekrarladığı batıl inançlardan söz ediyor.

"Çocukları bu kadar kara olmasın diye dua ediyor, tahtaya vurup yüzünü diğer tarafa dönüyorlar."

'Afrikalı demektense…'

Dostane sosyal ilişkilerde bile Afro Türklere "Arap" deniyor. Türkiye'de Arap ya da Afrikalılar gibi koyu tenliler için kullanılan genel bir terim bu.


Köylerde Afrika kökenliler toplumun bir parçası olarak görülüyor.

"Biz de kendimize Arap diyoruz" diye açıklıyor Ahmet Bey. "Afrikalı demektense bu daha iyi. Afrikalı deyince insanların aklına yamyamlık veya gerilik geliyor. Biz bunlarla anılmak istemiyoruz. Ailelerimizin tam olarak nereden geldiğini bilmesek de bugünlerde kendimizi Sudanlı ya da Libyalı gibi kelimelerle tanıtıyoruz."

Ancak durumun eskiye göre çok daha iyi olduğunu söylüyor Ahmet Bey.

"İnsanların siyahları hiç tanımadığı dönemlerde daha kötüydü - şimdi en azından Amerikan kültürü nedeniyle televizyonda, internette görülüyoruz."

Soyadı 'Zenci'

Naime köyünün 8 km kuzeydoğusundaki Yeni Çiftlik köyünde ise Afrika kökenli çocuklar, kendi toplumlarının tarihinde göreceli olarak daha iyi bir konumda olduklarından habersiz bir şekilde sokakta oynuyorlar.

Adil koyu tenli, yeşil gözlü sekiz yaşında güzel bir çocuk. Soyadı "Zenci"- "siyah" yerine kullanılan biraz aşağılayıcı bir kelime. Atatürk 1934'te Soyadı Kanunu'nu çıkardığında dedelerinin dedesine bu soyadı verilmiş. Zenci soyadının hala kullanılıyor olması, Afrika kökenli Türklerin deri renginden başka bir şey üzerinden kabullenilmek için daha alacak epey yolunun olduğunu gösteriyor.

Yine de Adil köklerini unutmak ya da saklamak yerine ona kucak açmayı öğrenen bir kuşağa mensup en azından. Afro Türk toplumunun geleceğini temsil ediyor o.

25 Aralık 2021

Luviler

Luviler, Anadolu’da yaklaşık olarak M.Ö. 2300'e doğru ortaya çıkmış bir halktır. Luvice denilen Hint-Avrupa Dil Grubu'na mensup bir dil konuştukları bilinmektedir.

Anadolu’nun Hitit öncesi tarihi henüz tam olarak aydınlatılamamış olmakla birlikte 1906'da Hititlerin antik başkenti Hattuşaş'ta bulunan çivi yazılarının çözülmesiyle Anadolu’ya yapılan Yunan göçünden çok daha önce bu topraklarda Anadolu’nun yerlileri sayılabilecek Luvilerin yaşadığı ortaya çıkmıştır.

Hititlerin çivi yazılı belgelerinde bu halktan Luvian / Luvili olarak söz edilmektedir. Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Hititlerin çivi yazısının unutulmuş olmasına karşın Luvice, yazısı biraz değişikliğe uğramakla birlikte Anadolu'da varlığını sürdürmüştür. Pelasgların konuştuğu Pelasgus (Pelasgos) adı verilen dilden kalma tarihsel adların Luvi dili temeline dayandığı ortaya çıkmıştır.

Hitit yazıtlarında Luviler'den söz edilirken bir çeşit ikinci sınıf insan muamelesi yapıldığı görülür.

Truvalıların da Luvi dilini konuştuğu ileri sürülmüştür.


Luwian Studies Vakfı'nın araştırmaları sonucunda, vakfın başkanı İsviçreli jeoarkeolog Eberhard Zangger'in açıkladığı görüşlerine göre, Luviler bilindiğinden daha geniş bir coğrafyada, daha çok sayıda yerleşimleri vardı. Son yıllarda vakfın Batı Anadolu'da tespit ettiği Geç Tunç Çağı'na ait 340 adet yerleşim yeri, bilinen Girit Minos Uygarlığı, Miken Uygarlığı dönemi Yunanistan ve Hitit Krallığı'nın toplam sayısından epey fazla. Üstelik bu yerleşimlerin büyüklükleri de buluntu yoğunlukları da daha fazla.

05 Temmuz 2021

Kayıp Türkler DUKHA’LAR

Ren Geyiği İnsanları, DUKHA’LAR 10 bin yıl önceki hayatı yaşıyorlar.


Kuzey Moğolistan'da yaşayan göçebe DUKHA’LARI araştıran, Harvard Üniversitesi'nde Çin-Tibet Dilleri üstüne doktora yapan, Hamid Sardar-Afkhami; onların günlük yaşam tarzlarını keşfedip, ölümsüzleştirdi ve muazzam fotoğrafların yanı sıra bu halkı konu alan bir belgesel de hazırladı. MOĞOLİSTAN’DA 10 bin yıldır varlığını sürdürüyor.

Ren geyiği yetiştiriyor ve Türkçenin bir lehçesini konuşan bu kabilenin adı; DUKHALAR.

Bir dağın eteğinde yaşıyorlar, Türkçe konuşuyorlar, suç yok, cinsiyet farkı yok.

Günümüzden 10 bin yıl önceki yaşam tarzıyla hayatlarını sürdüren DUKHALAR’ın inandıkları din ise Şamanizm.

MOĞOLİSTAN 'a Tuva'dan gelen, avlarını paylaşan, ormanlardan yemiş toplayan, doğayla uyumlu ortaklaşmacı bir toplum olan, DUKHALAR, bir başka deyişle ise TSAATAN halkı MOĞOLİSTAN’IN Sayan Dağları'nda yaşayan ve nesli hızla tükenen Ren geyikleriyle birlikte göçebe olarak yaşıyor. DUKHALAR’IN bir diğer ilginç özelliği de aile reisinin kadınlardan oluşması.

Ne yazık ki, yok olmaya yüz tutular.


16 Mayıs 2021

Aborjinler

Avustralya yerlileri ya da Avustralya Aborjinleri, Avustralya kıtası yerlilerine verilen ad. Aborjinler, Avustralya'ya Güneydoğu Asya'dan gelmişlerdir. Bir göçebe hayatı sınırları boyunca hareket halinde yaşamışlardır. Avlanırken mızrak ve bumerang, balık avında  ise kanolar kullanmışlar, meyve ve sebze toplamışlardır. Yazılı bir dilleri olmamasına rağmen şarkılar yoluyla ağızdan ağza birçok bilgi aktarılmıştır.


Aborjinler ifadesi genel olarak tüm bir Avustralya, Tasmanya ve çevre adalarda yaşayan yerlileri tanımlamakta kullanılmakla birlikte bu isimlendirmenin dil ve yaşayış biçimi olarak ortak noktalarıyla birlikte farklılıklar da taşıyan geleneksel toplulukları işaret ettiği de unutulmamalıdır". İsim, Latince "ab" ve "origine" sözcüklerinin birleşiminden oluşur. "Ab" İngilizcede "from", Türkçede "-den, -dan" ekine karşılık gelir. Misyoner rahipler tarafından kabilelere verilen bu genel isim "kökenli, köklü, kökene dair" anlamlarına gelmelidir.

Yerli kabilelerden bazıları; New South Wales ve Viktorya'da Koori, Queensland'da Murri, Güney Avustralya'da Noongar, Merkezi Batı Avustralya'da Yamatji; Güneybatı Avustralya'da Nunga, Kuzey Avustralya'da ve Kuzey bölgelerine komşu bölgelerde Anangu; orta Kuzey bölgede Yapa, Doğu Arnhem topraklarında Yolngu ve Tazmanya'da Palawah kabileleri gibi.

En büyük gruplardan Anangu (Çölden gelen kişi anlamına gelmektedir) kabilesinin Luritja ve Antikirinya şeklinde alt toplulukları bulunmaktadır.

Nüfusu

İngilizler 18. yüzyılda Avustralya'ya yerleştiklerinde 300.000'den fazla aborjin yaşamaktaydı. Ancak birçoğu İngilizler tarafından öldürülmüş ya da topraklarından sürülmüştü. 1900'lerin ortasında Aborjin nüfusu 45.000'e düşmüştü. 1960'larda hükûmetin Aborjinlerin toprak haklarını tanımaya başlamasıyla birlikte bu rakam yükselmiş ve bugün 250.000'in üzerine çıkmıştır.

2001 yılında Avustralya İstatistik Bürosu toplam yerli nüfusunu 458,521 olarak vermiştir (bu rakam Avustralya'nın toplam nüfusunun %2.4'üdür). Bu nüfusun %90'ı Aborjin olarak, %4'ü Torres Strait Islander, geri kalan %4'ü hem Aborjin hem Torres Strait Islander olarak tanımlanmaktadır.

2001 nüfus sayımına göre Aborjin Nüfusu:

  • Yeni Güney Galler New South Wales - 134.888
  • Queensland - 125.910
  • Batı Australya Western Australia - 65.931
  • Northern Territory - 56.875
  • Victoria - 27.846
  • Güney Avustralya South Australia - 25.544
  • Tazmanya - 17.384
  • ACT - 3.909
  • Diğer bölgeler - 233
Kültür ve Din

Avustralya kıtasında Avrupalılar gelmeden önce farklı dillere sahip pek çok kabile barındığı için tek bir kültürden ziyade birbirleriyle benzerlikleri de olan farklı kültürlerden bahsedilebilir. Pek çok büyük ve birbirlerinden farklı grupların kendi kültürleri, inanç yapıları ve dilleri bulunmaktadır. Bu kültürler zaman içinde birbirleriyle az veya çok çakışmışlardır.

Gökkuşağı yılanının bir temsili

Avustralya yerlilerinin toprağa saygı ve Düşzamanı inancı üzerine kurulu şifahi gelenekleri ve manevi erdemleri bulunmaktaydı. Rüyalar, düşler hem yaradılışın antik zamanı hem de günümüz gerçeğini ifade etmektedir.

Düş zamanı hikâyelerinden bir parça:

Tüm dünya uykudaydı. Her şey sessiz, hareketsizdi ve hiçbir şey büyümüyordu. Hayvanlar yer altında uyumaktaydı. Bir gün gökkuşağı yılanı uyandı ve dünyanın yüzeyinde süründü. Her şeyi bir kenara itti ve bu onun tarzıydı. Tüm bir diyarı gezdi ve yorulduğunda kıvrılıp uyumaya başladı. Böylece her yere izini bıraktı. Sonra geri döndü ve kurbağalara seslendi. Onlar da su dolu kocaman mideleriyle ortaya çıktılar. Gökkuşağı yılanı onları gıdıklayıp güldürdü. Sular ağızlarından çıktı ve gökkuşağı yılanının izlerini doldurdu. Göl ve nehirler böyle yaratıldı. Daha sonra çimenler ve ağaçlar büyümeye ve yeryüzünü yaşam doldurmaya başladı.

1996 nüfus sayımında Aborjinlerin %72 oranında Hıristiyanlığın çeşitli formlarını uyguladıkları %16'sının ise herhangi bir dini işaretlemediği bildirilmiştir. 2001 yılı nüfus sayımında Aborjin nüfusunun yüzde 0.03 kadarının Aborjin dini pratiklerini uyguladıkları tespit edilmiştir. Son zamanlarda İslam dinine geçişler başlamıştır.

Aborjin Sanatı

Aborjinler suyla çeşitli kaya pigmentlerini karıştırarak elde ettikleri boyalarla kayalıklara veya ağaç kabuklarına ilkel fırçalar, çubuklar ve parmaklarını kullanarak veya ağızlarına aldıkları boyayı püskürterek boyama yapmışlardır.

Aborjin sanatında temalar Aborjinlerin mitolojik Düşzamanı ile ilişkilidir, öyle ki günümüzde temasını aborjin maneviyatından almayan sanatların hakiki aborjin sanatı olmadığını söyleyenler bulunmaktadır. Aborjinlerin önde gelen sanatçılarından Wenten Rubuntja manevi anlamdan yoksun herhangi bir aborjin sanatı ile karşılaşmanın zor olduğunu söylemektedir.

Müzik ve dansın da Aborjin kültüründe önemli bir yeri vardır. Aborjinlerin hemen her durum için yazdıkları şarkıları bulunmaktadır; av şarkıları, cenaze şarkıları, atalarla ilgili şarkılar, mevsim şarkıları, hayvan ve arazi ile ilgili şarkılar ve Rüyazamanı efsaneleriyle ilgili şarkılar. Aborjin müzikleri de kıtaya özgü enstrümanlarla (örneğin didgeridoo) icra edilirler.

Hayatları

Aborjinler, geleneksel olarak; açıkta ya da dallardan ve ağaç kabuklarından yapılmış barınaklarda yaşamaktaydılar. Vücutlarının boyanmış kısımları sayılmazsa Aborjinler pek fazla örtünmezlerdi. Süsler, kemerler ve paltolar kanguru derisinden yapılmaktaydı. Bugün, az sayıda Aborjin ülkenin iç kısımlarında, atalarının yaşadığı gibi yaşamaktadır. Büyük çoğunluğu ise kasaba ya da şehirlere göç etmiş durumdadır.

Sanat ve Müzik

Aborjin sanatı,    esas olarak mağara duvarlarının ve ağaç kabuklarının boyanması, şiir ve şarkıların söylenmesi ve bu sayede dinsel inançların betimlenmesi biçimindedir. Bugün kimi Aborjin sanatçıları toprak boyalarla ve kömür kullanarak yaptıkları eserlerini satarak geçimlerini sürdürmektedirler. Aborjin müziği bir didgeridoo (uzun ve odundan yapilmış bir çeşit kaval) ve birbirine vurulan iki çubuk (aynı zamanda bu çubuklar bumerang olarak kullanılmaktadır.) ile yapılmaktadır.5 tane

Tarih

Avustralya yerlileri kendilerinin hep Avustralya kıtasında bulunduklarına inanırlar. Yerlilerin kökeni ile ilgili elde hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Güneybatı Asya'dan bu kıtaya gelmiş olmalarına rağmen hiçbir Asya halkıyla herhangi bir bağlantıları olduğuna dair kanıt bulunmamaktadır.

Avrupalı Yerleşimcilerin Kıtaya Gelişi

Aborjin el aletleri
Kaptan James Cook'un 1770'te adaya gelişine karşı duran yerlilerin gösterildiği bir gravür

İlk Avrupalı yerleşimcilerin kıtaya gelişinden önce Avustralya'da 250 bin ve 1 milyon arası bir nüfusun olduğu tahmin edilmektedir. Nüfus düzeyi muhtemelen binlerce yıldır aynı kalmaya devam etmiştir. Avustralya yerlilerinin çoğunlukla çöl sakinleri olduğu şeklindeki genel kanı aslında yanlıştır çünkü en yoğun yerli nüfusun olduğu bölgeler sahil bölgeleridir. En büyük nüfus yoğunluğu kıtanın güney ve doğu bölgelerinde özellikle de Murray Gölü vadisinde yer almaktadır. Bununla birlikte Avustralya yerlileri, Tazmanya'nın soğuk ve nemli platolarından kıtanın kurak iç bölgelerine kadar tüm Avustralya'da doğa ile başarılı bir uyum sağlamışlardır. Yerlilerin kullandıkları teknikler, yiyecek türleri ve avlanma biçimleri yerel koşullara uyum sağlamıştır.

Kıtanın Avrupalı yerleşimciler tarafından sömürgeleştirilmesi sonrasında sahil bölgelerindeki yerli nüfus hızla topraklarından edildiler ve geleneksel Aborjin yaşam biçimini terk etmeye zorlandılar. Avrupalıların yerleşmekten kaçındıkları kurak bölgelerdeki yerli topluluklar ise yaşam biçimlerini daha fazla korudular. Fakat Avrupalı istilacılardan kaçarak iç bölgelere sığınan Aborjinler daha fazladır. Çünkü yeni gelenler onları çöle sürdüler. Oysa yeni gelen Avrupalılar, tanrılarının geri döndüğüne inanan Aborjinleri bir soykırım diyebileceğimiz bazı durumlara maruz bıraktılar. Kıyı şeridini terk edip çöle gitmek zorunda kaldılar. Sonun başlangıcı başlamıştı artık!

Avrupalı Yerleşimcilerin Kıtaya Etkisi

1770 yılında Kaptan James Cook, Avustralya'nın doğu sahillerini Büyük Britanya adına ele geçirdi ve burayı Yeni Güney Galler (New South Wales) olarak isimlendirdi. Avustralya'daki İngiliz sömürgeciliği 1788'de Sidney'de başladı ve kıtaya ilk gelen Batılı yerleşimciler çiçek, suçiçeği, grip, kızamık gibi rahatsızlıkları da beraberlerinde getirdiler. Bünyeleri bu hastalıkları hiç tanımayan Avustralya yerlileri bu hastalıklara yakalanarak büyük ölçüde kayıplar verdiler ve nüfusları önemli ölçüde düşüş gösterdi.

İngiliz yerleşimcilerin ikinci etkisi arazi ve su kaynaklarını kendilerine ayırmaları olmuştur. Beyaz yerleşimciler avcı-toplayıcı olan yerli halkın kendi topraklarına sahip olma gibi bir kavrama sahip olmayan ve sürülecekleri herhangi bir yerde de mutlu yaşayabilecek göçmenler olarak görmüşlerdi. Oysa geleneksel arazilerini, yiyecek ve su kaynaklarının kaybı yerliler üzerinde ölümcül etki yapmış ve hastalıklarla güçsüz düşmüşlerdi. Aynı zamanda beyaz adamlar Avustralya yerlilerinin arazileriyle derin ruhsal ve kültürel bağlara sahip oldukları gerçeğini görmemiş veya görmezlikten gelmeyi tercih etmişlerdi. Geleneksel dini pratiklerinden uzaklaştırılan bu halklarda doğum oranları hızla düşmüş alkol gibi yerlilere yabancı içkilerin kullanımı artmıştı. 1788 yılı ile 1900 yılları arasında yerliler, maruz kaldıkları hastalıklar sonucu nüfuslarının yaklaşık %90'ını kaybettiler. Tasmanya adasında Britanya sömürge döneminde 1803-1847 yıllarında işlenen Tasmanya Soykırımı sırasında Tasmanya yerlilerinin soyları tüketilmiştir.

Aborjin Soykırımları

Avrupalı sömürge güçleri Avustralya yerlilerini farklı zamanlarda soykırım uygulamalarına tabi tutmuşlardır. Ancak soykırımlarla ilgili bilgi çoğunlukla hükümetin tuttuğu kayıtlardan edinildiği için sayılarının belirtilenden çok daha fazla olabileceği düşünülebilir. Tasmanya Soykırımı en iyi bilinen örneğidir.

Northern Territory Legislative Assembly'nin üyesi olan John Ah Kit 9 Ekim 2003 tarihli bir tartışmada şunları söylemektedir:

1920'lerin sonlarının büyük bir kuraklık zamanı olduğu ve bu yüzden de bu ortamda Avustralya'da siyah/beyaz ilişkilerinin öncülerinin aralarından pek çok şey geçtiği unutulmamalıdır. Doğal kaynaklar üzerinde yoğun bir mücadele yaşanmaktaydı. Bir arazi ve onun halkı arasında; sığırlar ve beraberlerinde silahlar ve hastalıklar getirenler arasındaki bir çatışmaydı bu. Genellikle yanlış anlaşılan şey şu ki Coniston Katliamının tek bir olay değil polis gruplarının ayrım gözetmeden haftalarca öldürdüğü bir seri cezalandırıcı baskınlardan biri olduğudur." 

Aşağıda bunlardan birkaçı yer almaktadır:

  • Fremantle, Batı Avustralya (1830): Batı Avustralya'daki Avustralya yerli halkına yönelik ilk resmi 'cezalandırma baskını' (punishment raid) bu girişim Yüzbaşı Irwin tarafından 1830 Mayısında gerçekleştirilmiştir. Fremantle'ın kuzeyindeki Aborjin kampına Irwin'in yönlendirdiği askerler tarafından pek çok Aborjin öldürülmüş ve yaralanmıştı.
  • Convincing Ground katliamı (1833-34) : Portland yakınlarındaki Victoria'da Victoria'daki kayıtlı en büyük katliamlardan biri yapılmıştı. Balina avcıları ve yerel Kilcarer Gunditjmara halkı balina teknelerini sahile çekme hakları için mücadele etmekteydiler.
  • Waterloo Creek katliamı (1838) : Waterloo Creek denilen yerdeki yerli kampına düzenlenen baskında aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 100-300 arasında Avustralya yerlisinin öldürüldüğü iddia edilmektedir.
  • Coniston katliamı (1928) : Avrupalıların Aborjinlere uyguladığı bilinen son katliamdır. Coniston'da bazı Aborjin aileleri Avrupalılar tarafından vurulmuştur. Katliam dingo avcısı Frederick Brooks'un 1928 Ağustosunda Yukurru denilen yerde bazı Aborjinliler tarafından vurulmasının intikamı adına işlenmiştir. Resmi kayıtlar 32 Aborjinin öldürüldüğünü ifade ederken tarihçiler en az altmış Aborjin erkek, kadın ve çocuğunun katliamda öldürüldüğünü iddia etmektedirler. Brooks'un öldürülmesi üzerine yerel polis memuru William Murray intikam amacıyla birkaç hafta süreyle Aborjin kamplarına baskın düzenlemişti. Soruşturma kurulu Constable Murray'in eylemenin haklı olduğu hükmünü vererek beraat ettirmiştir.

1910 ve 1970 yılları arasında uygulanan devlet politikasıyla, yerli çocukların 3'te 1'i ila 10'da 1'i ailelerinden zorla alındı. 1997 yılında Avustralya İnsan Hakları Komisyonu tarafından yürütülen ulusal bir soruşturma kapsamında, yerli çocukların ailelerinden zorla ayrılıp asimile edilerek, ayrı bir ırk olan Aborjinleri yok etmenin amaçlandığı ve soykırım uygulandığı sonucuna varıldı.

Günümüzde Aborjinler

1999'da Avustralya Anayasası'nın değiştirilmesi kabul edildi. Bu anayasanın giriş bölümünde Avustralya'da İngiliz yerleşiminden önce yerli Avustralyalıların kıtada yaşadığı kabul edilmekteydi.

2004 yılında Avustralya Hükûmeti Avustralya'nın en büyük yerli organizasyonu olan ATSIC'i (The Aboriginal and Torres Strait Islander Commission) kamu fonlarının ATSIC'in başkanı tarafından kötüye kullanıldığı gerekçesiyle feshetti ve yerlilerle ilgili programlar başka hükûmet bölümlerine aktarıldı ve hükûmetle beraber çalışan "Department of Immigration and Multicultural and Indigenous Affairs" altındaki "The Office of Indigenous Policy Coordination" kuruldu.

Avustralya Aborjin nüfusunun büyük bir kesimi şehirleşmiş ancak küçük bir kesimi eskiden kilise misyonu olan bölgelerdeki iskânlarda yaşamaktadır. Aborjin gençleri genel nüfusa oranla 11 kat daha fazla hapse giriyor ve polis gözetimi altında işlenen intihar oranları oldukça yüksek. İşsizlik, sağlık ve yoksulluk problemleri aynı şekilde genel nüfusa oranla oldukça yüksek, okul bırakma ve üniversiteye giriş oranları ise düşük seyretmektedir.

Eski hükûmetler beyazların Aborjin topluluklarına yaptıklarından dolayı kendilerinden özür dilemeyi sürekli reddetmişlerdir. Ayrıca ATSIC gibi Aborjinlerin en büyük teşkilatlarından birini yolsuzluk gerekçesiyle kapatmışlardır. Fakat başbakan Kevin Rudd'un tüm Avustralyalılar adına Aborjinlerden özür dilemesini öngören önerge oy birliğiyle kabul edilmiştir. Rudd'un parlamentoda okuduğu bu önergede “Avustralya’da birbiri ardına gelen hükûmetlerin, derin üzüntü, acı ve kayıplara neden olan yasaları ve politikaları nedeniyle bu Avustralyalı vatandaşlarımızdan özür diliyoruz” ifadeleri yer almış, özür kelimesinin sıkça kullanıldığı bu konuşmada Kevin Rudd ayrıca "çalınmış nesil"den de özür dilemiştir. Yaklaşık 20 dakika süren konuşma oturumu izleyen Aborjinler tarafından ayakta alkışlanmıştır.

Suç Oranı

Avustralya yerlilerinin hapishaneye girme oranı yerli olmayan kesimden 11 kat daha fazla olduğu belirtilmektedir. Bu durum Avustralya yerlilerinin suça meyilli bir yapısı olduğunu göstermemektedir. Yerlilerin küçük suçlardan dolayı yerli olmayan kesimlerden daha fazla suçlandıkları da iddialar arasındadır. Yerlilerin suça itilme sebepleri arasında şunlar gösterilmektedir:

  • Yoksulluk
  • İşsizlik : 2001 nüfus sayımında bir yerlinin (%20) yerli olmayandan (%7.6) 3 kat daha fazla işsiz kalabildiği ortaya çıkmıştır.
  • Yetersiz eğitim : 2001 nüfus sayımında yerlilerin sadece %39'unun 12 yıllık eğitimi tamamladığı görülmektedir
  • Adaletsizlik ve ırkçılığa tepki
  • Kültürel yozlaşma : Kıtanın beyaz yöneticilerinin yerlileri kendi kültürel kökenlerinden uzaklaştırmak adına yaptıkları pek çok uygulama olduğu bilinmektedir. Yerli çocuklarının ailelerinden koparılıp beyazlar gibi giyinip konuşmaya zorlandıkları okullarda okutulmaya çalışılması bunlardan sadece biridir..

24 Aralık 2020

Berberiler Kimdir ? I.Berberi Savaşı Nedir ?

Berberiler, Kuzey Afrika'ya yayılmış olan eski bir kavim. Çok eski zamanlardan beri, Berberiler Kuzey Afrika'da yerleşmiş bulunuyorlardı.
Araplar bunların oturduğu bölgeye "Mağrib" adını vermişlerdi. Berberilerin oturdukları saha, Libya'dan Atlas Okyanusuna ve Akdeniz'den Orta Nijer ve Senegal'e, hatta Kızıldeniz'e kadar uzanan bir durumdaydı.
Bu geniş coğrafyada göçebe ya da yarı-göçebe olarak kabileler halinde yaşayan Berberiler arasında bir dil birliği olmasına karşın, Kuzey Afrika’ya egemen olan Fenike, Kartaca, Roma, İslam ve Osmanlı kültürlerinden farklı biçimlerde etkilenmiş olmaları nedeniyle kültürel çeşitlilik gözlenir. Geniş çöl bölgelerinin kültürel temasları sınırlaması nedeniyle Berberi kabileleri arasında yüzlerce farklı lehçe konuşulmaktadır.
Bölgede 7. yüzyılda yaşanan İslam yayılması sırasında İslamiyeti benimsemişlerdir. 12. yüzyıldaki Bedevi yayılması ise bir çok yerleşik Berberi kabilesinin göçebe ya da yarı-göçebe yaşam biçimine geçmesine yol açmıştır.

Kırsal alanlarda Berberi kabilelerin çoğu halen yerleşik yaşam geleneklerini sürdürmekte, kışın alçak düzlüklerde çiftçilik yapmakta, yazın ise yüksek bölgelerdeki otlaklara göçmektedirler. Kentsel kesimde ise genellikle Arap hakimiyeti vardır ve kırsal alandan kopmuş Berberiler kentlerin daha çok dış mahallelerine yerleşmişlerdir.

Genelde yerleşik düzendeki Berberi kabilelerinde toprak ve otlaklar üzerinde özel mülkiyet yoktur. Tarlalar, kur'a ile dağıtılır ve otlaklar ortaklaşa kullanılır. Toprak üzerinde özel mülkiyetin yerleşmiş olduğu kabilelerde ise “fallahin” adı verilen topraksız köylüler, ürünün beşte biri karşılığında işçi olarak çalışırlar. Sayıları 60.000.000 civarıdır. Cezayir, Tunus, Fas halkının neredeyse hepsi berberidir. Ünlü berberiler Zidane , Libya lideri Kaddafi, Khaled bouhlerouz, Zaho (Şarkıcı), Kenza Farah
 

Kökenleri

Berberilerin menşe ve asılları hakkında çeşitli görüşler belirtilmektedir. Bazı bilginler Hami, bazıları ise Sami olduklarını ve Asya'dan geldiklerini iddia etmişlerdir. Bunlara bulundukları yerlere göre Numidyalı ve Mağribi gibi isimler verilirdi. Bu şekilde çeşitli kabilelere ayrılmış bulunan Berberiler,
kabile başkanlarının idaresi altında ve bağımsız olarak yaşarlardı. Çok cesur ve mücadelede azimli bir kavim olmalarına rağmen, kuvvetli ve bağımsız bir devlet haline gelememişlerdir. Genellikle çeşitli milletlerin nüfuzları altında kalmışlardır. Berberiler beşinci asra kadar Roma'nın hakimiyeti altında yaşamıştır. Bu müddet zarfında Numidya'daki Berberilerin Romalılaştıkları görüldü. Buna mukabil dağlarda, yüksek yaylalarda ve Moritanya'da bulunan Berberiler pek az değiştiler. Her fırsatta isyanlar ve çeşitli gaileler çıkardılar. Böylece Roma otoritesinin gittikçe zayıflamasına yol açtılar. Ancak Berberiler her defasında yeni bir devletin pençesine düştü. Nihayet 1574 yılında Osmanlı hakimiyeti altına girdiler. 1881 yılına kadar süren Türk hakimiyeti, Berberiler üzerinde derin kültür izleri ve sosyal tesirler bıraktı. Osmanlının adalet ve müsamahası altında huzur ve refah içinde yaşadılar. Bu devirde İslamiyet, Kuzey Afrika'da hızla yayıldı. Ancak 19. yüzyılda bölgenin Fransız sömürgesi altına girmesiyle, huzur dolu ortam yerini tekrar din, mezhep ve ırk kavgalarına bıraktı. Buna rağmen Berberiler, Rif ve Sahra arasında Avras ve Büyük Kabiliye dağlarına çekilerek dillerini ve geleneklerini korumaya çalıştılar.

Berberiler yüzyıllarca muhtelif milletlerin etkileri altında kaldıklarından, kendi dillerini, adet ve geleneklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Bununla beraber, kuvvetli bir kabile hayatı yaşamaları dolayısıyle, Tunus ve Cezayir'in dağlık kısımlarında yaşayan kabileler, Fas'ta Atlas Dağlarının eteklerinde yaşayan Imazığlar ile Tibu ve Cerbi kavimleri eski dil, adet ve geleneklerini az çok muhafaza edebilmişlerdi. Bu kavimler arasında yapılan incelemeler, onların diğer Afrika kabilelerinden farklı olduğunu göstermiştir.  Berberilerin bir kısmı Osmanlı döneminde Müslüman
olmalarına rağmen, büyük çoğunluğu eski inançlarına uymaya devam etmişlerdir. Berberilerde kan davası gütme, öç alma gibi duygular çok ilerlemiştir.Kadınlarında tesettür yoktur. İslam fütuhatı esnasında Berberiler Sünniliğe bağlıydılar. Ancak çok geçmeden Şiiliğe rağbet ettikleri görüldü.

Berberiler genellikle hayvan yetiştirmek ve çiftçilikle uğraşırlardı. Dağ ve orman köylerinde avcılık yaygındı. Büyük sahradaki kabilelerin çoğu sürülerinin peşinde göçebe olarak yaşamaktadır.
 
Birinci Berberi Savaşı
 
Birinci Berberi Savaşı, Berberi Kıyısı Savaşı veya Trablusgarp Savaşı olarak da bilinen Amerika Birleşik Devletleri ile Kuzey Afrika'daki Fas Sultanlığı, Cezayir Eyaleti, Tunus Eyaleti ve Trablusgarp Eyaleti gibi Berberi devletleri arasında yapılan savaşın ilki.
16. yüzyılın ortalarında bu yana Kuzey Afrika kıyısında üstlenmiş olan Türk korsanları Akdeniz'i ve Akdeniz'deki ticaret yollarının kontrolünü ellerinde tutuyorlardı. ABD İngiltere'den bağımsızlığını kazandığı sırada Kuzey Afrika'daki Beylerbeyilikler (ya da onların tabiriyle Berberi Kıyısı Devletleri; Trablusgarp, Tunus, Cezayir ve Fas Sultanlığı) tam 300 yıldır bu bölgedeki Avrupa ülkelerinin ve diğer devletlerinin gemilerini avlıyorlardı. Bu bölgede faaliyet gösteren bu korsanlarını stratejisi oldukça basit ama etkiliydi. Akdeniz'de küçük ama hızlı gemilerle seyrediyorlar, üstün hızları ve manevra kabiliyetleri ile ticaret gemilerini yakalıyorlardı, kendileri için bir handikap olan silahlarının azlığını da bu sayede dengeliyorlardı. Yakalanan gemilere ve yüklerine el konuluyor, mürettebatları da esir alınıyordu. Mürettebat ülkeleri kurtulmaları için fidye ödemeyi kabul edene kadar esaret altında tutuluyordu. Eğer fidye ödenmezse, köle olarak satılıyorlardı. Zamanla Akdeniz'e komşu devletler bu durumun üstesinden gelmek için Cezayir Beylerbeyiliği ve diğerlerine yıllık haraç ödenmesini daha uygun buldular. Yıllık ödenen bu haraç sayesinde gemilerine serbest geçiş hakkı satın alıyorlardı. Eğer haraç ödenmezse ödeme yapmayan ülkeye savaş ilan ediliyordu. Savaş ilanı geleneksel hale gelmiş bir seremoni şeklinde olurdu.Bir manga asker hedef alınan ülkenin Elçiliğinin bayrak direğinin alemini keserek savaş ilan edildiği karşı tarafa tebliğ ederdi. Bundan sonra da Berberi donanması o ülkenin gemilerine saldırmaya başlardı.
Amerikan kolonileri de İngiliz İmparatorluğu'nun bir parçası olduğu sırada İngiliz donanması, İngiltere ve Berberi kıyısı devletleri arasında yapılan anlaşmalar sayesinde korunuyordu. Fakat bu durum Amerikan kolonileri bağımsız olunca değişti, bu koruma perdesi kalktı. Bu yüzden de genç Amerikan devleti Kuzey Afrika'daki Beylerbeyilikler'le acilen bir anlaşma yapmaya mecbur oldu.
1796'da bu Beylerbeyilikler ve Fas Sultanlığına ödenen haraç oldukça makul seviyedeydi. Örneğin ABD'nin Trablusgarp'a verdiği yıllık haraç 60.000 Amerikan Doları idi. Ama Trablusgarp Beylerbeyi olan Karamanlı Yusuf Paşa, zor durumda kalan ABD'nin ödediği haracın miktarını arttırdı. Bu isteği 1801 yılı Mart ayında Thomas Jefferson başkanlığı devraldıktan hemen sonra ABD'ne ulaştı. Fakat Jefferson Kuzey Afrika'daki Türk korsanlarına artık daha fazla haraç ödenmesine taraftar değildi ve bunu yapmaktansa ABD'nin bir donanma inşa etmenin bu korsanların hiç bitmeyen taleplerinden daha ucuza mal olacağını iddia etti. Durumu yerinde tetkik etmek ve daha sonra girişilecek eylemlerde izlenecek yolu tespit etmek için 3 gemiden oluşan bir keşif filosunu Akdeniz'e gönderdi. Komodor Richard Dale idaresindeki ABD keşif filosu 1 Temmuz 1801'de Cebelitarık'a ulaştı ve burada ikmal yaptı. Bu sırada Dale Trablusgarp Beylerbeyiliği'nin 10 Mayıs 1801'de ABD savaş ilan ettiğini öğrendi. Savaş ilanından sonra Trablusgarp'taki ABD Konsolosluğu yağmalanmış ve Konsolos James Cathcart ve ailesi Danimarka elçiliğine sığınmışlardı. (Burada önemli olan ve dikkat edilmesi gereken nokta Osmanlı İmparatorluğu'nun bu uzaktaki Beylerbeyiliği'nin, yani bir eyaletinin savaş ilan etmesidir. Zaten Osmanlı İmparatorluğun 1830'lara kadar ABD tarafından gelen isteklere rağmen bu devleti muhatap dahi almamıştır.) Bu gelişmeyle birlikte keşif ve inceleme gezisi bir anda sefere dönüşmüş oluyordu. Dale emrindeki gemilere rotalarını Trablusgarp'a çevirmeleri emrini verdi. Dale Trablusgarp'a ulaştıktan sonra yaptığı gözlemlerde limanın doğal olarak korunaklı olduğunu, şehir önlerindeki bir kayalık resifin limana yaklaşımı zorlaştırdığını gördü. Buna ek olarak şehir üzerinde limana bakan küçük burçlar ve kaleler olan bir surla çevriliydi.
Dale şehre doğrudan bir saldırı yöneltmesi konusunda tebliğ edilmiş bir emir yoktu, öncelikli görevi keşif ve gözlemdi, zaten kendisi de kuvveti az olduğu için böyle bir harekete girişmek istemiyordu. Bu yüzden saldırgan bir tutum izlemek yerine filosuyla Trablusgarp'a yakın seyreden ABD ticaret gemilerine koruma sağlama ve Trablusgarp limanına yönelik gevşek bir abluka uygulama yoluna gitti. Dale tüm inisiyatif ve sorumluluğu üzerine almak istemediği için, her ne kadar komuta kademesindeki subayları Türk korsanları ile çatışmaya girmek yönünde görüş belirtseler de Akdeniz'de pasif bir politika izlemeyi yeğledi. Fakat böyle de olsa Amerikan güç gösterisi üzerine Cezayir ve Tunus, Trablusgarp'la olan ittifaklarına son verdiler.
Bu sıralarda yaşanan bir karşılaşmada USS Enterprise Teğmen Andrew Sterrett komutasında küçük bir korsan gemisi ile çatışmaya girdi (1 Ağustos 1801) ve gemiyi ele geçirdi. Bu çatışmada küçük ve ateş gücü yetersiz olan Türk korsan gemisi 80 mürettebatından 60'ını kaybetti. ABD tarafı ise hiç kayıp vermedi. Bu küçük çatışma Kuzey Afrika'daki Türk korsan filosunun en önemli zafiyeti gözler önüne serdi ; mürettebatı topçuluk ve denizcilik konusunda yeteri kadar eğitilmemiş olan bu hafif ve ateş gücü az gemiler o çağın gemilerinin artık muhatabı değillerdi. Teknik ve bilgi bir kez daha üstün gelmişti.
Sterrett güçsüz rakibi ile girdiği mücadeleyi kazanmıştı ama ABD Trablusgarp Beylerbeyiliği'ne henüz savaş ilan etmemişti. Temayüller gereği gemi alıkonulup, mürettebatı da esir alınamazdı. Bu yüzden de geminin topları denize atıldıktan sonra Trablusgarp'a geri dönmesine izin verildi. Bu gelişme üzerine oldukça öfkelenen Beylerbeyi Karamanlı Yusuf Paşa gemi kaptanını oldukça sert bir şekilde cezalandırdı; Kaptana limanda meydan dayağı atıldıktan sonra bir eşeğe ters olarak bindirildi ve şehirde dolaştırıldı.
1802 Nisanında Komodor Dale ABD geri çağrıldı, belli ki izlediği tutum hem filoda hem de ülkesinde pek hoş karşılanmamıştı. Onun yerine Komodor Richard Morris filo komutanı olarak atandı. Morris Akdeniz'deki filoya takviye de getiriyordu. 7 adet Firkateyn ve Şalopa'dan oluşan bu takviye kuvveti Haziranda Cebelitarık"a ulaştı. Morris sefere eşi ve çocuğunu da yanına alarak çıkmıştı, bu da onun da aynen Dale gibi Trablusgarp'a karşı aktif bir mücadeleye girmekten kaçınacağının açık kanıtıydı. Aldığı emir "tüm filo ile birlikte hareket etmek ve Trablusgarp açıklarında beklemekti." Morris de Dale'nin politikasını takip ediyordu; Amerikan ticaret gemilerine koruma sağlıyordu. Morris'in Trablusgarp'a yönelik tek hareketi Constellation gemisini Kaptan Alexander Murray idaresinde Trablusgarp limanını gözetlemeye göndermek oldu. Eylül 1803'te Morris de ABD'ne geri çağrıldı. İnisiyatif kullanmadaki zaafı ve acziyeti yüzünden önce hakkında bir soruşturma komisyonu açıldı ve daha sonra da Başkan Jefferson tarafından donanmadan azl edildi.
Bu esnada ABD Trablusgarp ile tam 2 yıldır savaş halindeydi ve sorunun çözümlenmesi yönünde hemen hiçbir gelişme olmamıştı. Ama yeni atanan filo komutanı bu durumu değiştirecek gibi duruyordu. Komodor Edward Preble 1803 Haziranında komutayı ele aldı. Deneyimli bir denizciydi, oldukça kötü ünü olan İngiliz hapishane gemisi Jersey'de mahkûm olarak bulunmuştu. Çabuk öfkelenen ve katı disiplinli biri olarak ün yapmıştı. Fakat bununla birlikte cesareti, mürettebata karşı tutumu ve uzman bir denizci olmasıyla da herkesin takdirini kazanmıştı.
Akdeniz'deki filonun komutasını devraldıktan sonra filoyu ve komuta kademesini kendine göre yeniden düzenledi. Bu bağlamda 106 kadar emir ve talimat yayınladı. Bu emirlerde disiplin ve gemi idaresi ile ilgili hemen her noktaya değinilmişti. ABD donanmasında daha sonra adını duyuran subaylar ve genç komutanlar onun gözetiminde yetiştiler ve tecrübe kazandılar. Bunlar arasında şu isimler öne çıkmaktadır; Stephen Decatur, James Lawrence, Isaac Hull, David Porter, Charles Stewart ve William Bainbridge. 1803 Ekim'inde Preble'in kuvvetleri Trablusgarp kuvvetleri ile ilk çatışmaya girdi. Bu esnada Preble'ın izlediği saldırgan tutum Fas'ın Trablusgarp'la olan ittifakını bitirmesine ve çatışmanın dışına çıkmasına sebep oldu.
31 Ekimde Kaptan William Bainbridge komutasındaki USS Philadelphia gemisi Trablusgarp limanı girişinde haritalarda gösterilmeyen bir resifte karaya oturdu. Olay Philadelphia gemisi iki Trablusgarp gemisini önlemeye çalıştığı sırada meydana gelmiş, gemiyi karaya oturmuş ve tehlikeli bir şekilde yan yatmıştı. Gemi tamamıyla savunmasız kalmıştı. Bainbridge toplarını atarak ve ön mizana direğini keserek gemiyi hafifletmeye ve yüzdürmeye çalıştı ama bu girişimi herhangi bir fayda vermedi. Philadelphia olduğu yerde hareketsiz olarak kaldı. Yapabilecek hiç birşeyi kalmayan Bainbridge de teslim oldu. Gemi 2 gün sonra dalgaların etkisiyle karaya oturduğu yerden kurtuldu. (Akdenizin bu bölgesinde gel-gitin etkisi oldukça fazladır. Bölgeyi bilmeyen gemiler bu yüzden karaya oturabilir. Bu konuya Barbaros Hayrettin Paşa da hatıratında değinmektedir.) Gemi Trablusgarp limanından çıkan gemiler tarafından yedeğe alındı ve limana çekildi, burada da onarılmaya başlandı. Philadelphia'nın Trablusgarp filosuna katılmasıyla filonun ateş gücü daha da artmıştı.
Preble Philadelphia'nın geri alınmasının imkânı olmadığını çok geçmeden anladı, tek çıkar yol geminin batırılmasıydı. Limana bir saldırı yapılmasına karar verdi, bu saldırı esnasında gemi bordalanacak ve ateşe verilecekti.
Saldırı gücü Teğmen Stephen Decatur'un komuta ettiği 70 kişiden oluşuyordu. Saldırı bir gece baskını şeklinde olacak, Amerikalılar liman savunma hatlarını ele geçirdikleri bir Türk korsan gemisini kullanarak geçeceklerdi. Planın tamamı ise şu şekildeydi ; Arapça konuşan bir kılavuz[38] kendilerini liman muhafızlarına hasar görmüş bir gemi olarak tanıtacak ve onarımda olan Philadelphia'nın yanına palamar atma izni isteyecekti. Bu sayede Decatur ve adamları Philadelphia'ya yaklaşma imkânı bulacaklardı. Olayların akışı bu noktaya kadar planlandığı gibi gelişti fakat kuşkulanan liman muhafızları bu durumu çok çabuk fark ettiler. Ama çabuk davranan Decatur ve adamları bu sürede gemiye çıkmışlardı. Gemi muhafızları hazırlıksız yakalandığı için buradaki çatışma kısa, fakat oldukça kanlı oldu, Amerikalılar geminin kontrolünü tekrar ele geçirdiler ve gemiyi hemen ateşe verdiler. Çıkan yangın ve karışıklık Amerikalılara kaçmaları için gereken fırsatı da sağladı. Bu hareketi sonucunda Decatur milli kahraman haline geldi. ABD Kongresi Dacatur'a bir kılıç hediye ederek onu kaptanlığa terfi ettirdi. Henüz 25 yaşında olan Decatur ABD donanmasının en genç kaptanı oldu.
Philadelphia'nın yakılmasından sonra Preble Trablusgarb'ı hedef alan başka bir saldırı planlamaya başladı. Karamanlı Yusuf Paşa üzerindeki baskıyı arttırarak onu barış yapmaya zorlamayı planlayan Preble, bu sayede Bainbridge ve Philadelphia"nın mürettebatını da kurtarmayı umuyordu. Philadelphia'nın Trablusgarb limanı önlerinde karaya oturması onu sığ sularda seyir yapabilecek su çekimi az gemiler aramaya itti. Çünkü ABD donanmasının gemilerinin hemen hepsi derin sular için dizayn edilmiş, büyük gemilerdeki liman önündeki sığ sularda manevra kabiliyetleri azalıyor ve açık hedef haline geliyorlardı. Bu yüzden Preble, Sicilya Kralı IV. Ferdinant'tan 6 küçük gunboat ve 2 havan topu gemisi kiraladı.[40] Bu İtalyanlarında çıkarınaydı çünkü bu sayede kendilerini çok uğraştıran bu korsanları kendileri zarara uğramadan cezalandırabileceklerdi. Preble bu küçük ve hafif gemilerle filosunu takviye ettikten sonra saldırı planlarına hız verdi. Ağustos ayında birkaç saldırı yapmayı planlamıştı, bunlardan ilki 3 Ağustos günü gerçekleşti. Önce Amerikan gunboat filosu Trablusgarp çektirilerine saldıracak ve dikkati üstüne toplayacak, bu sırada havan topu taşıyan gemiler de şehri topa tutacaktı. Yine bu esnada şehrin kıyı bataryalarının karşılık vermemesi için Constitution da kıyı bataryalarına saldıracak ve onları ateş altına alacaktı. Planın riskli tarafı Trablusgarp gunboat filosunun bu Amerikan hafif savaş gemileri tarafından yönlendirilecek saldırıyı önleyebilecek güçte olmasıydı.
Saldırı başladığı sırada başka bir hesapta olmayan aksilik ortaya çıktı ; aniden yön değiştiren rüzgar yüzünden Amerikan filosu ikiye bölündü. Bunun sonucunda harekat bir kere başladığı için limana sadece 3 gunboat yaklaşabildi. Takip eden 2,5 saat boyunca çarpışmalar Amerikalılar kıyıya yaklaştıkça şiddetlendi. Çarpışmalar esnasında Trablusgarp çektirilerinden 6'sı bordalandı, bunlardan üçü batırıldı, diğer üçü ise ele geçirildi. Constitution'da toplarının daha uzun menzilli olması sayesinde kıyı bataryalarını susturmuş ve tüm gücüyle Paşanın konağına saldırmıştı. Silah tekniği ve harekat usulleri açısından daha üstün olan ABD donanması şehre yönelttiği ve tüm gün süren bombardımanda sadece 14 kayıp vermişti. Ağustos ayında Trablusgarpa 4 saldırı daha düzenlendi, bunlardan birinde şehir aralıksız 2 gün topa tutuldu. Her saldırıdan sonra Preble Yusuf Paşadan barış görüşmelerine başlanmasını ve ABD'li tutsakların serbest bırakılmasını istedi. (ABD'li tutsakların serbest bırakılması için önce 40.000 $ daha sonra da 50.000 $ fidye ödenmesini teklif etti.) Yusuf Paşa bu tekliflere kayıtsız kaldı, Preble da tüm gücüyle saldırmaya devam etti.
Ağustos ayının bu şekilde geçmesinden sonra Eylül ayında Komodor Preble şehir limanını hedef alan bir dizi yeni harekât ve saldırı daha planladı.[42] Bu kez daha cüretkar bir harekat planlanmıştı ; eski bir Türk korsan gemisi olan Intrepid'e 100 fıçı barut yüklenecek, gemi liman içine tamamı gönüllülerden oluşan bir mürettebat tarafından götürülecekti. Trablusgarp filosunun gemileri ile benzer çizgilere sahip olduğundan fazla dikkat çekmeyeceği düşünülüyordu. Gemi liman içine girdikten sonra barut deposu ateşe verilerek patlatılacak ve bu sayede Türk filosuna ağır zayiat verdirilecekti. Richard Sommers ve 12 gönüllüden oluşan mürettebatın kullandığı Intrepid 4 Eylül 1804 akşamı gece karanlığından da faydalanarak Trablusgarp limanı girişine mümkün olduğu kadar sessizce yaklaştı. Fakat daha önce Philadelphia baskını yüzünden tetikte duran liman muhafızları tarafından hemen fark edildi. Birkaç saniye sonra da cephaneliğine direk isabet alan gemi infilak ederek battı. Mürettebatından kurtulan olmadı.
Aynı ay Komodor Samuel Barron komutasındaki takviye kuvveti de Trablusgarp açıklarına gelerek buradaki ABD filosuna katıldı. Preble"dan daha kıdemli olduğu için Barron filonun komutasını devraldı. Donanma Bakanı Smith Preble'ın Barron'un emri altında görevine devam edeceğini düşünmüştü, oysa bu düşüncesinin yanlış olduğu kısa sürede anlaşıldı. Bu yeni atamayı bir tenzil"i rütbe olarak algılayan Preble ABD geri döndü. Geri döndüğünde kendini dünyaya ispatlamaya çalışan ve tüm gayretini bu yönde harcayan genç ABD"nde kahraman olarak karşılandı. Sayesinde ABD çok ihtiyaç duyduğu morali kazanmıştı. Başarıları yüzünden ABD kongresi tarafından da takdir edildi.
Yeni komutan Komodor Barron da Trablusgarp abluka altında tutmaya devam etti, ama bu arada yeni bir yaklaşım geliştirmeyi de ihmal etmedi. Bu bağlamda denizden yapılan saldırıları durdurdu, çünkü şehrin deniz yönünden güçlü bir savunması vardı ama kara kısmı o kadar güçlü değildi. Şehre arkasından savunmasının nispeten daha zayıf olduğu kara kısmından saldırmayı teklif etti.Bu esnada ABD"nin Tunus Konsolosu William Eaton Yusuf Paşayı Mısır'da sürgün yaşayan kardeşi Hamit Paşa ile değiştirme önerisini ABD bildirdi. Hamit Paşa bu teklife sıcak bakıyordu çünkü kardeşi başa onu devirerek geçmişti. Bu amaçla Eaton Mısırda çoğunluğu Yunan, Arap ve Bedevilerden oluşan bir paralı askerler ordusu kurdu. Bu orduya eğitim vermesi ve komuta etmesi içinde ABD savaş gemisi Argus'tan 7 tane deniz piyadesi getirildi. Bomba Körfezine vardığında Eaton, Yusuf Paşanın kendisinin varlığından haberdar olduğunu ve Derneye takviye kuvvetler gönderdiğini haber aldı. Zamana karşı bir yarış başladı ve Eaton şehre takviye kuvvetlerden önce ulaştı. Mısırda başlayan bu 500 km. bir yolculuktan sonra Hamit Paşa ve Eaton Nisanda Derneye vardılar. Karadan paralı askerler ordusu denizden de ABD savaş gemileri Argus, Hornet ve Nautilus tarafında kuşatılan Derne kısa sürede düştü. Dernenin alınmasıyla Trablusgarp'a giden yol açılmış oldu. Bu gelişmeler üzerine devrileceğinden korkan Yusuf Paşa ABD ile barış yapmaya razı oldu. Bu bağlamda 4 Haziran 1805'te Amerikalı tutsakların 60.000$ karşılığında serbest bırakılmasını ve bu tarihten sonra ABD'den haraç alınmamasını öneren bir barış antlaşmasını kabul etti. Amerikalılar istediklerini elde ettikleri için Hamit Paşa'ya olan desteklerini geri çektiler ve onu yüzüstü bıraktılar. 1. Berberi Savaşları sona ermişti, ABD hükümeti artık Cezayir ve Trablusgarp Beylerbeyiliklerine haraç ödemeyecek, ABD vatandaşları bundan sonra fidye istemek için esir alınmayacaktı.

Savaşın sonucu

Pek çok açıdan I. Berberi Savaşı sonucunda her iki tarafta beklediklerini yarı anlamıyla elde edememiştir. Fakat bununla birlikte, ABD açısından kazanımlar daha fazla olmuştur. Bunlardan en önemlisi de Akdeniz'e girişte Türk korsanlarına ödedikleri ve oldukça önemli bir yekun tutan vergiden artık muaf olmalarıdır. ABD her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu'nun kendisi ile değil ona gevşek bir bağla bağlı olan uzak bir eyaleti ile savaşmış da olsa, bu ABD açısından, kendini ispatlama ve kendine güvenme noktasında, başarıyla verdiği ilk ciddi sınavdır.
Fakat Kuzey Afrika'daki bu Beylerbeyilikler de yaşanan çatışmadan ciddi bir zarar görmemişler, güçlerinde önemli bir eksilme olmamıştır. Sadece her yıl düzenli olarak fazla bir çaba harcamadan aldıkları haracı daha fazla seyir yaparak, daha fazla gemiye saldırarak çıkarmak zorunda kalmışlardır. Fakat 16. yüzyılda zirveye çıkan Türk denizciliği ve tekniklerinin artık geri kaldığı ve hızla demode olmaya başladığı ayan beyan ortaya çıkmıştır, ama kemikleşen usul ve yöntemler yüzünden gerekli tedbirler alınamamış, bu tehlike hafife alınmıştır. Bu çatışma ABD devlet politikasının da çeşitlenmesi ve gelişmesini beraberinde getirmiştir. Başlarda çekingen bir yaklaşım sergileyen ABD Başkanı Jefferson daha atak ve girişken bir politika izlemeye mecbur kalmıştır.
İngiltere'den bağımsızlık kazanıldıktan sonra kurulan askeri yapı ilk kez savaş ortamında denenmiş (her ne kadar ABD resmen savaş ilan etmemiş de olsa), eksikleri yerinde tetkik edilmiştir. 1. Berberi Savaşı ABD uzak topraklarda ve denizlerde cereyan edebilecek bir çatışmayı idare edebileceğini göstermiştir. Yine parçalı bir yapıda olan ABD'nin birlik ruhu bu sayede gelişmiş ve perçinlenmiştir. Bu sayede Amerikalı olmak, kurucu 13 koloniden birinin üyesi olma bilincinin önüne geçmiştir. Savaş sonunda elde edilen kazanımların verdiği aşırı güven daha sonra ters tepecek, ABD aşırı güvenin bedelini 1812 Savaşında Washington'un işgal edilmesiyle ödeyecektir.
Kuzey Afrika'daki Türk korsanlarına gelince önemli bir gelir kaynağını kaybetmişlerdir ama gerek filoları gerekse de personeli, eğitimleri yetersiz de olsa, fazla zarar görmediği için eylemleri son bulmamıştır. 1807'de Cezayir'de üslenen Türk korsanları ABD ticaret gemilerine tekrar saldırmaya başlamışlardır. 1812'de İngiltere ile savaşa giren ABD 1815'te patlak veren 2. Berberi Savaşı'na kadar bu saldırılara karşılık vermek için hiçbir girişimde bulunamamıştır. ABD savaştan büyük bir yenilgiyle ayrılmıştır.



27 Ekim 2020

Eskimolar

MD COL 005
Kanada, Sibirya, Grönland, Alaska gibi Kuzey Kutup Bölgesi'ne yakın kesimlerde yaşayan insanlara verilen addır. Bazı Amerika Yerlileri Eskimo sözcüğünü "yabancı" anlamında da kullanır. Bugün yer­yüzünde Grönland'da 40 bin, Kuzey Kanada'da 23.500, Alaska'da 35 bin ve SSCB'de 1.500 olmak üzere 100 bin dolayında Eskimo yaşamaktadır.
Eskimoların Amerikalı yerlilere mi, yoksa Moğol ırkına mı dâhil oldukları belli değildir. Moğollara ait oldukları daha fazla zannedilmektedir. Boyları kısa (1.50-1.60 m), elleri, ayakları çok küçük, gövdeleri bacaklarına nazaran daha uzundur. Deri sarıya yakın, açık kahverengi arasındadır. Saçları siyah, gözleri siyah ve kahverengi ve çekiktir. Sakal ve bıyık hiç çıkmaz veya çok seyrek çıkar. .Antarktika’da iki tip Eskimo vardır. Birisi yuvarlak yüzlü, diğeri Moğollar gibi düz yüzlüdür. Fiziki özelliklerine göre, dünyânın en farklı ırkına sahip topluluklardandır. Şişman sayılmazlar. Yüzlerinin genişliği ve kalın elbiseleri şişman gösterir. Son yıllarda diğer ırktan insanlarla bilhassa Kızılderililerle ve beyazlarla kaynaşmışlardır.
Eskimolar, deniz kıyılarını ve civarını tercih ederler. Kıyıdan nadiren 40-150 km uzaklaşırlar. Doğu-batı istikâmetinde 6000 km düz bir hatta yaşayan yegane yerli topluluklardır. Mesafenin bu kadar geniş olması ve basit yaşayışları sebebiyle dünyânın en az nüfus yoğunluğuna sahip toplum hâline gelmişlerdir. Lisanlarını ve adetlerini devam ettirmekteki titizlikleri, yaşamak için verdikleri mücadelenin sertliğine bağlanabilir.
MD COL 007Eskiden “kayak” adını verdikleri enteresan ve deriden kaplanmış tek kişilik kayıklarını avlanırken kullanırlardı. Sıçrayan dalgalardan korunmak için üzerlerine su geçirmez bir deri ceket giyerler. Kayık devrilse bile, elbiseleri sebebiyle yaralanmadan kurtulabilirler. Kanada’daki bâzı Eskimolar, Karibu’nun etini yer, derisini giyer, kemiklerinden av âleti yaparlar.
İgolalardan başka, bâzı evlerin üstlerini molozla örterler. Diğer insanlarla olan münâsebetleri sebebiyle, pek nâdir de olsa bâzı yerlerde muntazam evlerde yaşarlar.
Şamanizme inanırlar. Avrupalılar bazı Eskimoları Hıristiyanlaştırmışlardır.
Fok balığı ve bâzı balıkları avlarlar. Av âleti olarak eskiden kullandıkları en gelişmiş aletleri zıpkındır. Zıpkının ucu kemiktir. Köpeklerin bulunduğu, fok balıklarının nefes almak için kullandıkları deliklerin başında beklerler. Fok çıkar çıkmaz zıpkınlar veya bu delikler vâsıtasıyla balık avlarlardı.
Bugün kayaklar ve kayıklar yerlerini madenden yapılmış botlara ve motorlu deniz taşıtlarına terk etmiştir,kızaklar yerlerini gemilere ve otomobillere bırakmıştır. Petrol bulunması dolayısıyla modern yollar yapılmış ve bir çok ekonomik yenilikler de böylece Eskimolar arasına girmiştir.
Geleneksel Eskimo Toplumu
Eskimolar'ın ataları, bundan 10-15 bin yıl kadar önce Sibirya ile Alaska'nın birleşik olduğu dönemde, Asya'dan Kuzey Amerika' ya göç etmişlerdi. Eskimolar binlerce yıl boyunca, hiçbir bitkinin yetişmediği soğuk bölgelerde balıkçılık, avcılık ve toplayıcılıkla geçindiler. Rengeyiği, fok, balina ve balık avlamak için oradan oraya dolaşmak zorun­daydılar. Avlarını zıpkın, mızrak ve okla yakalarlardı. Eskimolar'ın kendilerine özgü ilginç avlanma yöntemleri vardı. Örneğin, buz altında yüzen fokların soluk almak için bir hava deliğine gereksinmesi olduğunu bilir­lerdi. Fokun soluğuyla ısıtarak buz tabaka­sında açtığı deliği bulan avcı deliğin kenarın­da bekler ve hava almak için deliğin altına gelen foku mızrağını saplayarak öldürürdü. Yazları ağ ve zıpkınlarla avlanan Eskimolar, kışın deniz donduğunda buzda delikler açıp oltalarını suya sarkıtırlardı.
Eskimolar avladıkları hayvanın etini kuru­tarak ya da dondurarak saklar ve çoğunlukla çiğ olarak yerlerdi. Derisinden giysi ve çadır; kas kirişlerinden dikiş ipliği; kemiklerinden iğne ve zıpkın kancası yapar; yağını da aydın­lanma ve ısınmada kullanırlardı. Giysileri fok derisinden olur, hava durumuna göre kürkün ya içini ya dışını kullanırlardı. Oyarak biçim­lendirdikleri kemiklerden ve mors dişlerin­den küçük heykelcikler ve takılar yaparlardı.
MD COL 006
Katı kar bloklarından kubbe biçiminde olan Eskimo evlerinin duvarları derilerle kap­lanır; evlere, rüzgârı kesmek için yapılan, dönemeçli bir koridordan girilirdi. Irmak ağızlarında ya da sıcak su akıntılarından etkilenen yerlerde ise deri çadırlarda ya da ahşap kulübelerde yaşarlardı.
Kuzey Kutbu'nda ağaç, yakılamayacak ka­dar değerli olduğundan Eskimolar balina ve fok gibi hayvanların yağını yakacak olarak kullanırlardı. Uzun kış gecelerinde eskiden yağ kandilleri, sonraları gezginlerin getirdiği gaz lambalarını kullandılar.
Eskimolar karada, köpeklerin çektiği kı­zaklarla yolculuk ederler; denizde ise hayvan derisinden yapılmış, kanoya benzeyen kayık­lar kullanırlardı Batı Grönland' da ve öteki yerleşim bölgelerinde, balina avlamada ve taşıyıcılıkta daha geniş kayıklar­dan yararlanırlardı. Eskimolar yaşamlarını sürdürmek için, bulundukları bölgenin sert iklimine uyum sağlamakta çok başarılı olmuş­lardır.
Günümüz Eskimo Toplumu
Son yüzyılda Eskimolar'ın yaşamında oldukça önemli değişiklikler oldu. Eskimolar'ın yerle­şim bölgelerine gelen Avrupalı tüccarlar ve misyonerler gelenek ve göreneklerini de birlikte getirdiler. Eskimolar avladıkları hay­vanların postlarını Avrupalılar'ın getirdiği ye­ni ürünlerle takas etmeye, tüfek ve tahta ka­yıklar kullanmaya başladılar. Eskimolar ara­sında Hıristiyanlık dinini yaymaya çalışan mis­yonerler, Eskimo dilini yazıya dökerek özel bir alfabe geliştirdiler. Bu alfabe bugün Kana-da'daki Eskimo gazetelerinde kullanılmak­tadır. Kanada'nın kuzeyinde yaşayan Eskimolar'ı Kanada yönetimi yerleşik bir yaşama özendirmeye çalışmıştır.
Avrupalılar'ın etkisiyle gelenek ve göre­neklerinin çoğunu yitiren Eskimolar'ın bir bölümü bugün çağdaş mobilya ve gereçlerle donattıkları prefabrik evlerde yaşıyor, köpek­lerin çektiği kızaklar yerine kar otosu, motor­lu kızak ve motorlu kayıklar kullanıyorlar. Yalnızca yemek için avlanıyor, hayvan postla­rı yerine hazır giysiler giyiyorlar. Bütün bunlan satın almak için paraya gereksinim duyan Eskimolar, eskisi gibi avcılık, balıkçılık yapa­cak yerde artık petrol rafinerilerinde ve ma­denlerde işçi olarak çalışıyorlar.
MD COL 008
Eskimolar'ın Kimlik Arayışı
Bununla birlikte Grönland ve Labrador'da yaşayan Eskimolar arasında morina, fok ve mors avcılığı hâlâ sürüyor. Kuzey Alaska'da yaşayan Eskimolar 54 tonluk balinaları avla­makla ünlüler. Günümüzde Avrupalılar'ın getirdiği yeni yaşam biçimine ve kentlere uyum sağlamakta güçlük çeken Eskimolar arasında içki bağımlılarının sayısının gittikçe arttığı gözleniyor. Avrupalılarla kurulan iliş­kiler, kızamık ve grip gibi bulaşıcı ve ölümcül hastalıkları da beraberinde getirdi. Tüm olumsuzluklara karşın Eskimolar gelenek ve göreneklerini korumaya çalışıyorlar. Dani­marka'ya bağlı bir ada olan Grönland'da ya­şayanlar ise kendi parlamentolarını kurarak içişlerinde özerk olmayı başarmışlardır.
Avrupa dillerinden çok farklı olan Eskimo dili, birçok yerel lehçeyi içerir. Bu nedenle başka başka yerlerde oturan Eskimolar bir­birlerini anlamakta güçlük çekerler. Ne var ki, Avrupalılarla olan ilişkiler Eskimo diline Avrupa dillerinden birçok yeni sözcüğün gir­mesine yol açmıştır. Bugün kullandığımız anorak gibi sözcükler ise Eskimo dilinden batıya geçmiştir. Eskimolar çocuklarını Avru­pa dillerinde eğitim veren okullara gönder­mekle birlikte, kimliklerini korumak için ken­di dillerinin kullanılmasında ısrarlıdırlar. Ge­lenek ve göreneklerinin korunması Eskimolar için önemlidir. Bu nedenle erkek çocuklara, bugün de avcılıkta konaklama yeri olarak kul­lanılan eski Eskimo evleri gibi barınakların nasıl yapıldığı, avlanacak hayvanların ne gibi alışkanlıkları olduğu öğretilir. Kızlar ise hay­van postlarından giysi dikmeyi ve güzel doku­malar yapmayı öğrenirler.

Türkiye Şehirleri Türkiye Coğrafyası Dünya Şehirleri Dünya Coğrafyası Ülkeler



  • Blog Yazıları


    Email
    KISA KISA
    X



    Folower Button

    Takipçiler

    Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
    Copyright © 2020. merhancag . All Rights Reserved.

    Bilgi Mesajı

    Duvarı Aşamıyorsan Kapı Aç

    Kıssadan hisse Kısa Kısa'da sizi bekliyor...

    facebook sayfamızı takip edebilirsiniz!