Güzel Bir Hafta Sonu Dileriz

Kısa Kısa'da yeni bir Hikaye

Yolunacak Kaz?..

Sağlıcakla Kalın

×

Loading...
LÜTFEN KULAK VERİN "COVİD" TEHLİKELİDİR

















SON YAZILAR :
Loading...


Eserler-Hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eserler-Hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

04 Ekim 2020

Çıplak Öfke

ıuugılu
Kırmızı rujlu bir fahişe hayat... Ağzında kirli bir gülüş, dudaklarında iştahlı bir açgözlülük... Göz altlarındaki mor halkaların derininde sakladığı, uçurumlarla uzanıyor bedenime... Çürüyor gövdem, mor bir leke düşüyor dudaklarıma. Tuhaf bir üşüme sarıyor her yanı, sızlıyor içimdeki coşku; bir resim yırtılıyor, bir mum sönüyor. Çırılçıplak bir firar, derinleşen bir karanlık... Ben! Dilim keskin bir bıçak darbesi şimdi, kanatıyor cansız sözlerimi. El sürüyorum bu kanlı nefrete, bilmediğim zehirlerle almak istiyorum ruhunu. Canından can koparmak, mayın tarlalarında alnından süzülen kanı içmek... Köklerinden söktüğüm saçlarını sürümek. Ayaklarının dibine atmak alevimi... Sonrası bela, sonrası çakal sesleri...
Yığılıp kalmış bir fahişe hayat... Ezberden sövüp duruyor etrafa. Ağzından sızan kırmızıyı sıvazlayıp, kine bulanmış ellerimle vuruyorum tekrar yüzüne. Yağmur yetişiyor imdadıma, fikrime sızıyor, sokul diyor ıslaklığıma. Haydi diyorum al ve arıt beni. Düş üstüme, gövdeme seril. Üstüme sıçramış tüm düşmanlıkları dönüştür berrak çağlayanlara. Değip bereketiyle bedenime, çekiliyor o da sonrasında. Dokunuşunun ferahlığıyla sendeliyorum bir an. Çam kokuları, yürüyen bir kalabalık, çimlerin yeşili, eteklerimdeki kıpırtı, direnen bir coşku... An geliyor kurtuluyorum bu düşten, silkinip atıyorum üzerime serilen damlacıkların o beni benden alan serinliğini, bir çabuk kurutuyorum ateşimle...
Yine ellerim,
Yine parmak izlerim...
Koynumdaki acının o kekremsi sesi ve yine kendim...
Kurşun sıkmalı diyorum bu ayak direyen kadına... Çekip öfkeyle bağırmalı. Kem gözlerinin devinime aldanmayıp, vurmalı kavrayarak kollarından yerlere. Ensesine düşmeli ölümün o bildik soğuğu. Yükselen kahkahasını bastırmalı, nehrin yaslı sesi. Dudaklarındaki kırmızı ruj, inleyen bir kan çelengi olmalı yüzünün orta yerinde. Ama nafile! Koşmak yetmiyor ötelere, ayaklarımın zincirleri kırılmıyor. Yüzüme yayılan gece düşü, gökyüzüne savrulup tutkusuz bir zamanın boşluğunu bırakıyor avuçlarıma...
Tutunmak diyorum...
Susuyorum.
Şarkım alev alıyor...
Ben kırmızı rujlu bir fahişenin, yanık tenli kurbanı oluyorum...
Alıntı

06 Eylül 2020

Dervişin Tesbihi

73369801a6b8daba7d92e0a279d47cdc_1291845363Hava sıcak... Ufuklar sarı... Ve zaman yuvarlanamayan koca bir kaya gibi!..
İki ayak şu yöne ve iki ayaksa bu yöne doğru toprakta izler
bırakırken, karşılaşırlar...
 
Tesbihi elinde, dudakları kıpırdayan derviş; başını kaldırıp, güneş
tarafından gelen karaltıya bakar, kısılmış gözleriyle...
Yazması başında savrulan, alnında ter damlacıkları parlayan bir genç
kızdır gelen, al al olmuş yanaklarıyla... Ucundan tuttuğu eteğinin içi
doludur ve tepe bayır aşarak hızlı hızlı yol almaya çalışmaktadır...
Derviş, meraklanır onu görünce...
-"Nereye gidiyorsun böyle" diye sorar kıza... "Ve ne taşıyorsun kucağında?"
Durur kızcağız. Şöyle bir soluk alır... Taaa uzaklara bakar sonra. Bir
noktaya takılır gözü. Elini uzatarak;
-"İşte orada" der... "Oradaki tarlada sevdiğim çalışıyor. Ona elma
götürüyorum..."
Derviş bir uzağa bakar, bir iyice doldurulmuş eteğe...
-"Kaç tane bu elmalar" diye sorar...
Bir yandan dudağını büküp omzunu kaldırır genç kız; "nerden bileyim"
anlamında... Diğer yandan da heyecan kanatları tekrar açılır sırtında.
Yürümeye başlarken büyük büyük gülümser...
 
Fakat bu defa o merak etmiştir; hayret ve şaşkınlık arası, sorar dervişe:
 
-"İnsan" der... "İnsan hiç, sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı?.."
Derviş kala kalır orada, öylece...
Topuklarından kumlar savrularak ufka doğru gittikçe ufalan genç kızın
ardından bakakalır...
Yere çöker sonra...
Bir büyük taş alıp vurur üstüne;
 
Tesbihini kırar...

12 Ağustos 2020

Şeytanın marifeti

ggıuglıh     1759256-ixrALM
Şeytan bir gün  büyük bahçeli, koskoca bir malikaneye girmiş.Merdivenleri çıkmış. Bir kuzu görmüş. Kuzunun boynunda bir ip varmış.
Şeytan ipi çıkarmadan yalnızca biraz gevşetmiş. Kuzu ipin gevşemesiyle hareket etmeye başlamış ve malikanenin önünde bulunan aynayı görmüş. Şaşırınca bir hamle yapıp aynayı kırmış. Çıkan gürültüye evin hizmetçisi gelmiş.
"Sen ne yaptın? Ben şimdi burayı nasıl temizleyeceğim. Evin beyi bunu duyunca kesin beni kovar,"
demiş ve kuzuya bir tekme atmış. Kuzu merdivenlerden düşünce ip yetmemiş ve kuzunun boynunu kesip onu öldürmüş. Bu sırada evin uşağı gelmiş. Neler olduğunu sormuş.Kadın anlatınca
"Bunu nasıl yaparsın? Bey şimdi ikimizi de kovacak. O kuzu onun için çok değerliydi." demiş. Ve hafifçe kadını itmiş. Kadın dengesini kaybetmiş ve merdivenlerden düşüp boynunu kırmış. Sesi duyunca evin hanımı gelmiş.
Olanları öğrenince sinirlenmiş.Tam uşağı dövmek için uşağa yaklaşırken uşak
"Lütfen beni bağışlayın ve beni kovmayın"
diyerek diz çökmüş. Uşağın
üstüne hızla gelen kadın ise ona çarpıp merdivenlerden yuvarlanmış ve ölmüş.
Evin beyi gelip de olanları dinleyince belinden silahı çekip uşağı vurmuş.
Sonra kendi kendine 
"Eyvah ben ne yaptım? Bir kuzu, aynanın kırılması ve sevmediğim karım için elimi kana bulamaya, katil olmaya değer miydi?"
demiş ve silahı çekip bir kurşun da kendine sıkmış?.
Bütün bu olanları bir kenardan izleyen şeytansa sırıtarak
"Ben hiç bir şey yapmadım ki. Yalnızca acıyarak kuzunun boynundaki ipi gevşettim, o kadar..."
demiş

06 Ağustos 2020

"Cehennemi satın aldım, benimdir."

Martin LutherDuruşma sırasında yargıçlara seslendi;"Milleti cehennemle korkutup, cenneti para karşılığı satıyorsunuz.Sıkıysa cehennemi satsanız ya?"Yargıçlardan biri "Cehennemi kim alır ki?"Martin Luther,"ben alıyorum, neyse parası vereyim"Bedava verdiler!Martin kapının önüne çıktıduruşma sonucunu merak eden binlerce kişiye"Cehennemi satın aldım, benimdir.Bundan sonra oraya kimseyi almayacağım, korkmayın" .Cehennem korkusu ve kilise baskısından kurtulan halk,Özgür beyinlere sahip olduVe Almanya aydınlanması 500 yıl önce başladı!Martin Luther (1483–1546)(Turan Dursun Kitapları sayfasindan)

19 Temmuz 2020

Kayıp Cennet ne anlatıyor?

image

(Telif hakkı Alamy)

John Milton'ın destansı şiiri Kayıp Cennet, etkisi bakımından İngiliz edebiyatında Shakespeare'in ardından ikinci sırada gelir. Milton'ın bu eseri ne anlatıyordu, neden önemliydi?

Milton'ın Kayıp Cennet adlı eseri bugün pek okunmuyor. Ama bu ay 350 yılını dolduran bu destansı şiir, bugün bile İngiliz edebiyatını şekillendiren eşsiz eserlerden biri olmaya devam ediyor.

10.000 mısrayı aşkın bu destanda cennete girme savaşı ve insanın cennetten kovulmasının hikâyesi anlatılır. Onlarca bölümde cennetin kaybedilmesini, gözden düşen Şeytan'ın ve insanın gözüyle anlama çabası görülür. Dinin eskisi kadar etkili olmadığı laik bir çağda bile bu destan okura isyan, hasret ve kefaret arzusu konusunda etkili bir tefekkürü ifade eder.

Varlıklı bir aileden gelmesine rağmen Milton'un dünya görüşü kişisel ve siyasi mücadelelerle şekillenir. İngiltere'nin iç savaş sürecinde (1642-51) sıkı bir cumhuriyetçi olarak tanınır. 1649'da İngiliz kralı I. Charles'ın idamından iki ay sonra Milton yeni cumhuriyette Yabancı Diller Sekreteri sıfatı ile diplomatlık yapar. Zira İngilizcenin yanı sıra Yunanca, Latince, İtalyanca, Felemenkçe, Almanca, Fransızca, İspanyolca dillerinde şiir yazan, İbranice, Aramice (Suriye'de konuşulan) ve Süryanice okuyabilen bir şairdi.

image

(Image caption Michael Munkacsy bu resminde Milton'ı Kayıp Cennet'i kızlarına yazdırırken resmetmiş.)

 

Avrupa'da Milton, İngiltere'deki radikal yeni rejimin ve Cumhuriyetin bilge savunucusu olarak ün kazanmıştı. Fakat gözleri iyi görmediği için diplomatik seferlerini sınırlamak zorunda kaldı. 1654'te tamamen kör olmuştu. Yaşamının son 20 yılında şiirlerini kendisi söylemiş, başkaları yazmıştı.

Kayıp Cennet'te Milton kör peygamberlerin ruhunu çağırmak için klasik Yunan şiirinden, Homeros'tan yararlanır, aklın gözüyle gören Teb kâhini Tresias'tan yardım umar.

Milton 1658'de Kayıp Cennet'i yazmaya başladığında yastaydı. O yıl hem 23. Sonesinde ölümsüzleştirdiği ikinci karısını, hem de Koruyucu Lord unvanı ile Cumhuriyet döneminde İngiltere'yi yöneten Oliver Cromwell'i kaybetmişti. Onun ölümü cumhuriyetin yıkımını hızlandırmıştı. Kayıp Cennet işte bu yıkılan dünyaya bir anlam verme, Tanrı'nın işlerini insanın ve Milton'un kendi gözünde meşru kılma çabasıydı.

Fakat bu kişisel özellikler, şiirde teolojinin tuttuğu yeri gölgeleyemez. Edebiyat eleştirmeni Christopher Ricks'in dediği gibi "Sanat sanat için midir? Sanat Tanrı içindir." Milton'ın bugün fazla okunmamasının nedeni, 'yıkılan' bir dünyayı dini bir lafızla açıklamaya çalışmasıdır. Zira onun döneminde gözde olan bu dinsel ifadeler artık kullanım dışıdır. Püriten Milton hoşgörü, boşanma ve kurtuluş gibi çok çeşitli konularda teolojik tartışmalarla geçirmişti ömrünü.

image(

Image caption John Martin'in bu resmi Kayıp Cennet'te cehennemin başkenti olarak anılan Pandemonium'u gösteriyor.)

 

Kayıp Cennet "Hain Melek" olarak bilinen Şeytan'ın yaratıcısı Tanrı'ya karşı isyanının ardından cehenneme gönderilmesi ile başlar. "Cennetin Tiranlığı" olarak gördüğü şeye itaat etmeyi reddeden Şeytan, Tanrı'nın yarattığı insanı günaha teşvik ederek intikam alır. Milton kurtuluş yolunu göstermeden önce "İnsanın İlk İtaatsizliği"nin canlı bir dökümünü verir.

Rick Kayıp Cennet'in "Tanrı'nın adaleti konusunda ateşli bir tartışma" olduğunu ve Milton'ın Tanrı'sının katı ve zalim olduğunu söylüyor. Tersine Şeytan'ın ise karanlık bir karizması ("kulağa hoş gelir sözleri") ve kendi kaderini eline alma gibi devrimci bir talebi vardır. Konuşmalarını demokratik yönetim diliyle, "özgür tercih", "rıza", "halkoyu" gibi kavramlarla süsler ve "Cennette kul olacağıma Cehennemde kral olurum" der.

Cromwell gibi Milton da görevinin Tanrı'nın yeryüzündeki krallığında yol göstermek olduğuna inanıyordu. 'Kralların kutsal hakkı' konseptinden nefret etmekle birlikte, Benjamin Franklin'in ifadesiyle "Tiranlara Karşı İsyan Tanrı'ya İtaattir" düşüncesiyle Milton kendisini Tanrı'ya teslim etmektedir.

image(

Image caption Milton'ı "gerçek bir şair" olarak anan William Blake Kayıp Cennet'ten çok sayıda ilüstrasyon yapmıştı.)

Kayıp Cennet çoğunlukla siyasi ve dini tartışmalara konu olsa da aslında aşk da içerir. Milton'a göre Havva biraz da Adem'e yakın olmak için günaha girmiş, Adem de "seni kaybetmek kendimi kaybetmektir" sözleriyle onu takip etmiştir.

Kayıp Cennet 1667'de Londra'da yayımlandığında Milton artık gözden düşmüştü. 1660'ta Stuart hanedanlığı yeniden tahta geçmeden birkaç ay önce Milton bir bildiri yayınlayarak krallığı reddetmişti. Bunun üzerine eserleri yakılmış, Londra Kalesi'nde hapsedilmiş, idamdan kıl payı kurtulmuştu.

Oysa Kayıp Cennet kraliyet yanlıları tarafından bile övgüyle karşılanmıştı. "İnsan beyninin ürettiği en üstün eserler" arasında yer aldığını söyleyenler vardı.

Milton ayrıca sansüre karşı duruşuyla bilinir. "Bilme, konuşma ve vicdanıma göre özgürce tartışma özgürlüğü olmalı" diyordu bir yazısında. Şiir dili de yeniydi; kendi ifadesiyle "kafiyenin sıkıntılı ve modern sınırlarından arınmış" bir tarz kullanıyordu.

image

(Image caption Philip Pullman'ın 'Altın Pusula' adıyla filme çekilen 'His Dark Materials' kitabı da Kayıp Cennet'ten esinlenmişti.)

 

Frankenstein'ın yazarı Marry Shelley'nin Kayıp Cennet'ten esinlendiği, ünlü İngiliz şair Wordsworth'un de ünlü Londra 1802 sonesine başlarken Milton'a yakardığı bilinir.

Ancak 20. yüzyılda bir "Milton Tartışması" çıktı ortaya ve onun mirasını eleştirenler oldu. Bunlar arasında TS Eliot ve "Milton en kötü zehirdir" diyen Ezra Pound da vardı. Destekçileri arasında ise CS Lewis gibi inançlı Hristiyanlar da "Bu destanın bu kadar iyi olmasının nedeni Tanrı'yı kötü gösterdiği içindir" diyen William Empson gibi ateistler de vardı. Malcolm X de hapisteyken Kayıp Cennet'i okumuş, Şeytan'a sempati duymuştu.

Son yıllarda Kayıp Cennet yeni hayranlar yarattı. Bazıları kelime kullanımı ve müzikalite bakımından Milton'ın Shakespeare'i aştığını iddia ediyor.

Milton'ın mısralarıyla bitirecek olursak: "Akıl kendi mekânın yaratır, kendi başına cehennemi cennete, cenneti cehenneme çevirebilir."

16 Mayıs 2020

Dünya Edebiyatının En Önemli Şairlerinden 12 Şiir

Şiirin her dilde kendini yeniden yaratan bir anlam odağı vardır. Değişen kültür ve toplum yapısına bağlı olarak farklılık gösterebilen bu durum, temelde diğer bütün yazınsal türler için de geçerli olsa da şiir birkaç adım daha öndedir. Çünkü bilinen anlamların bozulabildiği, pek çok ezberin kendini dahi unuttuğu düzlemde şiir, insanı ve yaşamı yeniden yaratabilecek güce sahiptir.
Dünya edebiyatında oldukça önemli metinlere imza atan yazarlardan derlediğimiz liste, anlamın en güzel tonlarından derlenen şiirlerden oluşuyor.
1. Bertolt Brecht – Zulümler Yağmur Gibi Yağmaya Başlayınca
image
Paydostan sonra gişeye önemli bir mektup getiren biri gibi:
Gişe çoktan kapalıdır.
Yaklaşan bir sel felaketi karşısında kenti uyarmak
isteyen biri gibi:
Ama başka bir dilde konuşan. Kimse anlamayacaktır onu.
Dört kez kendisine bir şey verilen bir kapıyı
beşinci kez çalan bir dilenci gibi:
Beşinci kez aç kalır.
Yarasından kan boşanan ve doktoru bekleyen biri gibi:
Kan durmaz, hep boşanır.
Biz de ortaya çıkıyor ve bize yapılan zulümleri haber
veriyoruz.
İlk kez arkadaşlarımızın yavaş yavaş katledildiğini
bildirdiğimizde
çığlıklar göklere ağdı.
Yüz kişiydi katledilen. Ama bin kişi katledildiğinde
ve ölümlerin sonu gelmediğinde bir sessizlik
kapladı ortalığı
Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca
“dur!” diyen olmaz artık,
Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez
oluverirler.
Çekilen acılar dayanılmaz olunca duyulmaz artık
hiçbir çığlık.
Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağar.
Çeviri: A. Kadir – Gülen Aktaş

2. Charles Baudelaire – Düşman
image
Gençliğim bir karanlık fırtına oldu,
Birkaç yerinde parlak güneşler açan;
Öyle harap çıktım ki bu fırtınadan,
Bahçemde kızarmış tek tük meyve kaldı.
İşte fikirlerin güzüne ulaştım,
Suyun mezarlar gibi çukur açtığı
sel basmış toprakları durmayıp gayrı,
Kürekler, tırmıklarla onarman lazım.
Boyatacak mı ki sırrî gıdayı bulup
hayal ettiğin yeni çiçekler acap
Bir kumsal gibi yıkanmış bu topraklardan
-Ey acı! ey acı! Zaman ömrü yiyor,
Ve kalbimizi kemiren sinsi düşman
Kaybettiğimiz kanla gelişip büyüyor!
Çeviri: Ahmet Muhip Dıranas
3. Pablo Neruda – Buğdayın Türküsü
image
Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle.
Çeviri: Hilmi Yavuz

4. Vladimir Mayakovski – Pantolonlu Bulut’dan
image
Pelteleşmiş beyninizde
kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatan semiz bir uşak gibi
hayal kuran düşüncenizi,
kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim,
dalga geçeceğim, geberesiye küstah ve zehir dilli.
Tek bir ak saç yok ruhumda,
yaşlılığın çıtkırıldımlığı yok onda!
Dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle
yürüyorum – yakışıklı,
yirmi iki yaşında.
Çıtkırıldımlar!
Kemana yatırırsınız aşkı siz.
Kabalar, onu trampete yükler.
Fakat, tersyüz edebilir misiniz, kendinizi benim gibi,
Öyle ki, dudaklar kalsın ortada, salt dudaklar!
Çık da gel konuk odasından
gel de bir adam tanı,
kibirli, patiskadan ve melek soylu memur karısı.
Sen ki dudaklar çevirirsin aynı kayıtsızlıkla,
bir aşçı kadın nasıl çevirirse yemek kitabının sayfalarını…
İster misiniz
ten kudurtsun beni,
– ve gök gibi, renk değiştirerek ansızın –
ister misiniz
öylesine yumuşayım, sevecen olayım ki öylesine
hani, erkek değil de, pantolonlu bir bulut desinler bu!
İnanmıyorum çiçekli Nice diye bir yerin var olduğuna!
Benimle göklere çıkarılacaktır yeniden
hastane gibi bayatlamış erkekler,
ve atasözleri gibi yıpranmış kadınlar da
Çeviri: Ataol Behramoğlu

5. Yorgo Seferis, Denize Yakın Mağaralarda
image
Denize yakın mağaralarda
bir susuzluk duyarsın, bir aşk,
bir coşku
deniz kabukları gibi sert
alır avucuna tutabilirsin.
Denize yakın mağaralarda
günlerce gözlerinin içine baktım,
ne ben seni tanıdım, ne de sen beni.
Çeviri: Cevat Çapan

6. William Blake – Sevda Bahçesi
image
Gittim Sevda Bahçesine
Ve hiç görmediğim bir şey gördüm:
Bir kilise yapılmıştı ortasına,
Çocukluğumda oynadığım çimenlerin.
Ve bu Kilisenin kapıları kapalıydı,
Ve “İçeri Girilmez” yazılıydı kapının üzerinde;
Şöyle döndüm baktım Sevda Bahçesine
Bir zamanlar sevimli çiçeklerle doluydu;
Ve gördüm ki mezarlık olmuş her yan,
Ve mezar taşları var çiçeklerin yerinde;
Ve karalara bürünmüş Papazlar çevrelerinde dolaşmakta,
Ve bağlamışlar neşelerimi heveslerimi dikenliklere.
Çeviri: T. Asi Balkar

7. Sylvia Plath – Bayan Lazarus
image
İşte yine yaptım
Her on yılda bir
Böyle bir tane beceririm
Bir tür ayaklı mucize, tenim
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak,
Sağ ayağım
Tüy kadar hafif
Yüzüm ifadesiz, incecik
Yahudi kumaşından.
Çözün kundağı
Ah, sevgili düşmanım.
Korkutuyor muyum?
Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
Acı nefesi
Ertesi gün yok olacak.
Yakında, çok yakında
Vahim bir öldür gücü
Evimde, etimde olacak
Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım.
Bu Üçüncü Sefer.
Ne lüzumsuzluk
On yılda bir imha.
Bu ne çok iplik.
Çekirdek yiyen kalabalık
İtişir içeri görmek için
Ellerimi ayaklarımı çözmelerini –
Muhteşem soyunmalar.
Baylar, bayanlar
Bunlar ellerim benim,
Bunlar dizlerim.
Bir deri bir kemik olabilirim, farketmez,
Ben de onlardandım, tek tip kadın işte
İlk seferinde on yaşındaydım.
Kazaydı.
İkinci seferinde istedim
Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.
Üstüstüme kapaklandım.
Tıpkı bir midye gibi.
Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları
Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan
Solucanları
Ölmek
Bir sanattır, herşey gibi.
Özellikle iyi yaparım.
Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
Sanki gider gibi bir davete.
Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
Ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi
Güneşli bir günde geri gel
Aynı yere, aynı yüze, zalim
Eğlenen çığrışlara:
‘Mucize!’
İşte bu yere yıkar beni.
Ama bir bedeli var.
Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.
Kalbimi dinlemenin
Hakikaten çalışıyor.
Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.
Bir sözün, veya bir dokunuşun.
Ya da biraz kanımı akıtmanın.
Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.
Eee, Herr Doktor.
Eee, Herr Düşman.
Sizin eserinizim ben,
Paha biçilmez,
Altın topu bebeğinizim
Bir çığlığa eriyen
Dönüyorum ve yanıyorum.
Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın.
Kül, kül
Külü eşele bak.
Etten kemikten eser yok
Bir kalıp sabun
Bir nişan yüzüğü
Altın bir diş.
Herr Tanrı, Herr Şeytan
Savulun
Savulun.
Küllerin arasından
Doğrulurum kızıl saçlarımla
Ve çıtır çıtır adam yerim.
Çeviri: Enis Akın

8. EdgAr Allan Poe – Kuzgun
image
Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
“Bir ziyaretçidir” dedim, “oda kapısını çalan,
Başka kim gelir bu zaman?”
Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi,
Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,
Işısın istedim şafak çaresini arayarak
Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore’dan,
Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore’dan,
Adı artık anılmayan.
İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin
Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;
Yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:
“Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,
Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;
Başka kim olur bu zaman?”
Kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden
“Özür diliyorum” dedim, “kimseniz, Bay ya da Bayan
Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,
Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan.”
Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan
Kapıyı açtığım zaman.
Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
Fısıltıyla bir kelime, “Lenore” geldi uzaklardan,
Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
Yalnız bu sözdü duyulan.
Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,
İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.
İrkilip dedim: “Muhakkak pancurda bir şey olacak;
Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;
Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;
Başkası değil rüzgârdan…”
Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden
Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman.
Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle
Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,
Kondu Pallas’ın büstüne hızla geçerek yanımdan,
Kaldı orda oynamadan.
Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
“Gerçi yolunmuş sorgucun” dedim, “ama korkmuyorsun
Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından;
Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama
Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,
İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki
Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,
Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;
Adı “Hiçbir zaman” olan.
Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden
O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.
Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,
Sustu, sonra ben konuştum: “Dostlarım kaçtı yanımdan
Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan.”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte
“Anlaşılıyor ki” dedim, “bu sözler aklında kalan;
İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin
Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.
Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:
Hiç -ama hiç- hiçbir zaman.”
Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;
Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,
Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,
Sonra Kuzgun’u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan
Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.
Çatlak çatlak: “Hiçbir zaman.”
Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile
Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan
Durup o Kuzgun’a baktım, mindere gömüldü başım,
Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,
Elleri Lenore’un artık mor mindere, ışık vuran,
Değmeyecek hiçbir zaman!
Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla
Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.
“Aptal,” dedim, “dön hayata; Tanrın sana acımış da
Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;
İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan.”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
“Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?
Ey kutsal yaratık” dedim, “uğursuz kuş ya da şeytan!
Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,
Korkuların hortladığı evimde, n’olur anlatsan
Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan…”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
“Şu yukarda dönen gökle Tanrı’yı seversen söyle;
Ey kutsal yaratık” dedim, “uğursuz kuş ya da şeytan!
Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi
Buluşacak o Lenore’la, adı meleklerce konan,
O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
Kalkıp haykırdım: “Getirsin ayrılışı bu sözlerin!
Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!
Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
Oda kapımın üstünde, Pallas’ın solgun büstünde
Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan;
Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
Kalkmayacak – hiçbir zaman!
Çeviri: Ülkü Tamer

9. Arthur Rimbaud – Sarhoş Gemi
image
Ölü sularından iniyordum nehirlerin
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak kızılderililer, nişan atmak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.
Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler, patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.
Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde.
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.
Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim:
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.
Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular;
Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.
O zaman gömüldüm artık denizin şi’rine,
İçim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan;
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.
Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.
Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri.
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.
Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir âyinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperip uzaklaşan dalgalar, sıra sıra.
Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.
Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni;
Beklemedim Meryem’in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.
Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.
Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.
Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz, bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer,
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.
Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgârı.
Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım diz çökmüş bir kadın gibi.
Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.
İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanza kadırgaları takamazken peşine.
Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler:
Güneş yosunları, mavilik meduzaları.
Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.
Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa’nın.
Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest.
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarla altın kuş, sen ey Gelecek Kudret.
Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.
Gönlüm Avrupa’nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk.
Mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini.
Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar,
Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.
Çeviri: Sabahattin Eyüboğlu

10. Friedrich Schiller – Bölüşün Dünyayı
image
Alın bu dünyayı! diye seslendi bir gün Zeus göklerinden
İnsanlara; alın, sizin olsun artık.
Armağanım olsun sizlere bu mülk, bu toprak;
Ama kardeşçe bölüşün aranızda.
Koştu eli ayağı tutan, kendine bir pay için,
İşe sarıldı herkes, genciyle yaşlısıyla.
Çiftçi ürünlerini kaptı tarlaların,
Ava koyuldu asilzade ormanların içinde.
Ambarlarının aldığı kadar aldı tüccar,
En iyi yıllanmış şarabı seçti rahip kendisine.
Kralsa, tuttu köprü başlarını, yol kavşaklarını,
Benimdir, dedi, her şeyin onda biri.
Bu bölüşme çoktan bitmiş, geçmişti ki nice zaman,
Şair çıkageldi, çok çok uzaklardan;
Ama hiçbir şey kalmamıştı hiçbir tarafta,
Ve bir sahibi vardı her şeyin de.
Eyvah! Unutacak mıydın beni böyle hepsi içinde?
Beni, en sadık oğlunu senin?
Diye dövündü, yakındı, haykırdı uzun uzun,
Attı sonra kendini tahtın önüne.
Gezip durursan böyle hayaller ülkesinde,
Dedi Tanrı, söz söyleme artık sonra bana.
Neredeydin peki dünya paylaşılırken?
Yanındaydım oldu cevabı şairin.
Gözüm yüzündeydi,
Kulağım göklerinin ahenginde;
Sarhoştu ruhum ışığından, affet!
Unuttu her şeyini yeryüzünün.
Ne yapmalı şimdi? dedi Zeus, – dünyamız gitti elden,
Ne tarlalar, ne ormanlar, ne de kırlar benim artık.
Ama yaşamak istersen gökte benimle,
Açık olacak o sana her gelişinde.
Çeviri: Vural Ülkü

11. Boris Vian – Kaçak 
image
Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
bir mektup yazıyorum size,
bilmem vaktiniz var mı
okumaya bu mektubu.
Az önce verdiler elime
askerlik kâğıtlarımı,
savaşa çağırıyorlar beni,
diyorlar yola çık en geç çarşamba akşamı.
Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
dövüşmeye hiç istek yok içimde,
insancıkları öldürmeye gelmedim ben,
gelmedim ben bu yeryüzüne.
Sizi kandırmak değil niyetim,
ama söylemeden de edemem,
savaş ahmakların işi,
hem insanlar ondan hanidir bıktı.
Doğduğum günden bu yana
ölen çok babalar gördüm,
gidip dönmeyen kardeşler gördüm,
çocuklar gördüm iki gözü iki çeşme.
Ya analar ne çekti, ya analar,
bir yanda işi tıkırında bir avuç insan
bolluk içinde rahat yaşar,
bir yanda ölüm, çamur, kan.
İnsanlar tıkılmış dört duvar içine,
çalınmış neleri var neleri yok,
karıları, eski güzel günleri bütün.
Gün doğar doğmaz yarın
kapatacağım şırak diye kapımı
ölmüş yılların suratına,
alıp başımı yollara düşeceğim.
Aşacağım karaları, denizleri,
ne Avrupa’sı kalacak, ne Amerika’sı, ne Asya’sı,
dilene dilene hayatımı
şunu diyeceğim insanlara:
Üstünüzden atın yoksulluğu,
durmayın bakın yaşamaya,
hepimiz kardeşiz, kardeşiz, kardeş,
ey insanlar, ey insanlar, ey.
İllâki kan dökmek mi gerek,
gidin dökün kendi kanınızı,
size söylüyorum bunu da,
efendi misiniz, kodaman mısınız ne.
Adam korsunuz arkama belki de,
unutmayın jandarmalara demeye:
üzerimde ne bıçak var, ne tabanca
korkmadan ateş etsinler bana,
korkmadan ateş etsinler bana.
Çeviren: A. Kadir

12. Nazım Hikmet Ran – Yaşama Dair
image
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
“Yaşadım” diyebilmen için

12 Mayıs 2020

Hazine Kitabı


MD COM 001
Büyük Selçuk Sultanlığı döneminde İran'ın ufak bir şehrinde tek oğlu olan dul bir kadın yaşıyormuş. Dünyadaki hayatının sonuna gelmiş olduğunu hissedince oğlunu çağırmış ve ona şöyle demiş: "Çok güçlük içinde yaşadık, çünkü fakiriz; ama sana büyük bir zenginlik emanet ediyorum. Onu bana güçlü bir büyücü hediye etmişti. İçinde muazzam bir defineye ulaşmak için bütün gereken işaretler mevcut. Benim bunu okuyacak ne takatim ne de zamanım var. Şimdi onu sana emanet ediyorum. Talimatları uygula, çok zengin olacaksın!" Annesini kaybetmenin verdiği derin üzüntü geçtikten sonra oğul, o eski ve değerli büyük kitabı okumak üzere almış. Kitabın baş kısmında şöyle yazıyormuş: "Hazineye ulaşmak için sayfa atlamadan okuyunuz. Eğer hemen netice kısmına aktarsanız, kitap bir sihirle kendiliğinden yok olacak ve hazineye erişemeyeceksiniz." Bundan sonra ise uzak bir ülkede birikmiş olan zenginliğin miktarından bahsediliyormuş ve ayrıca, bu hazinenin bir mağarada çok iyi korunmakta olduğu da yazılıyormuş. İlk sayfalardaki Farsça metin bir yerde kesilmiş ve bundan sonrası Arapça devam ediyormuş. Kendini şimdiden zengin olarak görmekte olan genç, başkaları da bu sırrı öğrenip, üstelik de kendisine yanlış bilgi vererek hazineye sahip olmasınlar diye metni tercüme ettirmeye teşebbüs etmemiş. Onun yerine büyük bir ihtirasla Arapça öğrenmeye başlamış. Sonunda metni mükemmel şekilde okuyacak hale gelmiş. Fakat bir noktadan sonra kitap Çince devam ediyormuş. Sonra da başka lisanlar geliyormuş. Genç adam azimle ve sabırla bunların hepsini çalışmış. Bu arada yaşamak için gereken parayı da bu öğrenmiş olduğu lisanlardan temin etmeyi başarmış ve bir süre sonra da başkentin en iyi tercümanlarından biri olarak tanınmış. Böylece, bir zaman sonra hayatı toparlanmaya başlamış. Birçok lisanda yazılmış bir dolu sayfadan sonra kitapta bu hazinenin nasıl idare edilmesi gerektiğine dair talimatlar varmış. Buraya geldikten sonra genç adam istekli bir şekilde iktisat ve ticaret öğrenmiş; ayrıca hazineyi bir kere ele geçirdikten sonra aldatılmalara maruz kalmamak için kıymetli metallerin ve mücevherlerin, menkul eşyaların ve gayrimenkullerin değerlerini belirlemeyi de öğrenmiş. Bu arada daha iyi bir hayat sürdürebilmek için de, öğrendiklerini uyguluyormuş. Hatta onun çok lisan bilen ve maliyeden iyi anlayan biri olarak şöhreti saraya hatta krala kadar ulaşmış. Ona önceleri bazı ufak vazifeler tevdi eden kral, sonunda onu krallığın genel valisi olarak tayin etmiş. Bir çok önsözden sonra kitap sonuna doğru gereken daha teknik konular giriyor ve büyük kapı nasıl inşa edilir, vinç nasıl kurulur, mağaraya erişmek için bocurgat nasıl kurulur, büyük taş kapılar açılırken, büyük taş kütleler nasıl çıkartılır, yol yapımında yolları düzlemek için dolambaçlı yerler nasıl doldurulur ve buna benzer konuları anlatıyormuş. Bu sırrını asla hiç kimseyle paylaşmayı düşünmeyen ve dolayısıyla hiç kimseden yardım almayan o dul kadının oğlu, böylece bilgili ve sayılan bir kişi olmuş. Daha ssonra mühendislik ve şehir planlamacılığı çalışmış. Nihayet, kültürü çok takdir eden kral, onu vekili ve sarayın mimarı atamış ve derken sonunda vezirliğe ükseltmiş. Gerçekten tüm krallıkta onun kadar ilme yatkın, bizim Hazine Kitabı'nı okuyacak kadar kabiliyetli bir kişi yokmuş. Artık son sayfaya gelmiş ve hatta bu son sayfayı okuyacağı aynı gün şahın kızı ile evlenecekmiş. En son yaprağı çevirip şu son cümleyi okumuş: "Bilmek en büyük hazinedir!"

06 Mayıs 2020

Çizgi Hikaye

MD EBT 003 MD EBT 004 MD EBT 005 MD EBT 006 MD EBT 007 MD EBT 008

30 Mart 2020

"Neden kızınca bağırırız"


zelliklerle dolu bir hafta geçirmeniz dileğiyle...

naydın


"Neden Kınca Bağız"
Hindu bir keşkanmak üzere gittiği Ganj nehrinin kındayken, birbirine kızgınlıkla bağıran aile üyeleri gör. öğrencilerine döner ve gümseyerek onlara şöyle sorar.
Neden insanlar birbirlerine öfkeli bir şekilde bağırlar?öğrenciler bir süre düşürler, içlerinden biri "çünkü sükunetimizi kaybederiz ve bağız" der.
 "Ama hemen yanızdayken neden ona bağıyor olabilirsiniz? Ona söylemek istediklerinizi yumuşak bir şekilde de söyleyebilirsiniz" diye sorar Keş.
Öğrenciler başka cevaplar da verdiler ama hiç biri diğer öğrencileri tatmin edecek şekilde bir cevap veremez. En sonunda keş şu açıklamayı yapar.
İki insan birbirine kızgınken kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzaklığa rağmen kendisini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalır. Ne kadar kızgınlarsa uzağı yakın edebilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.
İki insan birbirine aşık olduğunda ne olur? Birbirine bağırmaz tam tersi yumuşak bir şekilde konuşur. Çünkü kalpleri dip dibedir.  Aradaki mesafe ya yoktur ya da yok denebilecek kadar azdır…"
Keş devam eder " Birbirlerini daha çok severlerse ne olur?
Konuşmadan sadece fıldaşarak daha da yakınlaşır ve sevgi düzeyini arttırlar. En sonunda fıldaşmaya da gerek kalmaz sadece birbirleri ile bakışırlar ve bu yeterlidir. Bu da insanların birbirlerini sevdiklerinde yakınlaşma anlamında ulaşabilecekleri son noktadır"
Öğrencilerine bakar ve şöyle der;
Tartışırken göllerin birbirinden uzaklaşmasına izin vermeyin. Birbirinizden daha da uzaklaşmanıza yol açacak kelimeler sarf etmeyin Çünkü bir de bakarsız ki bir gün o kadar uzaklaşmış olursunuz ki geri dönüş yolunu bulmak mümkün olmaz.



 




Türkiye Şehirleri Türkiye Coğrafyası Dünya Şehirleri Dünya Coğrafyası Ülkeler



  • Blog Yazıları


    Email
    KISA KISA
    X



    Folower Button

    Takipçiler

    Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
    Copyright © 2020. merhancag . All Rights Reserved.

    Bilgi Mesajı

    Duvarı Aşamıyorsan Kapı Aç

    Kıssadan hisse Kısa Kısa'da sizi bekliyor...

    facebook sayfamızı takip edebilirsiniz!