Çağımızda toplumsal değişmeye paralel olarak hızlı bir değişime uğrayan kurumlardan biri ailedir. Bu yazıda ailenin yapı ve işlevlerinde meydana gelen değişmeler ve özellikle ailenin temel işlevi olan çocuğun eğitimi konusunda karşılaştığı sorunlar üzerinde durulmuştur. Çok sayıda deneyim ve bilgiyi çocuğa aktaran sosyalizasyon sürecinde aile çevresinin önemi bilinmektedir. Ancak değişen toplumda aile yapısı her zaman çok hızlı bir şekilde gelişen teknolojik yeniliklere uyum sağlayamıyor ve modern yaşamın gereklerine uygun bir yapı oluşturmakta geç kalıyor. Bu durum çeşitli sorunlar doğurmakta dolayısıyla çocuk eğitimini de etkilemektedir. Bu sorunların en önemlileri, aile içi iletişim ve etkileşimdeki güçlüklerdir.
Toplumsal yapının temelini oluşturan insan ilişkileridir. Bu ilişkilerin oluşturdukları kalıplar toplumsal kurumları oluştururlar. Toplumsal yapının korunması ve toplumsal ilişkilerin sürdürülmesinde toplumsal kurumlar sürekli olarak birbirleri ile etkileşim halindedirler. Toplumsal sürekliliğin de, değişmenin de dinamiği, kurumlar arasında var olan iletişim ve etkileşimdir. Toplumsal kurumların üstlendikleri roller gereği işlevleri birbirinden farklıdır. Onun için her zaman toplumsal kurumlar arasında bir uyum, bir ahenk beklenemez. Bazı kurumlar arasında uyum görülebileceği gibi, bazılarının çatıştıkları da görülebilir. Toplumsal kurumlar arasındaki çatışmalar toplumsal değişmenin bir sonucu oldukları gibi toplumsal değişmenin itici gücü de olabilirler. Toplumsal bütünlük ve süreklilik bakımından önemli olan kurumlar arasındaki bu ilişkidir. İlişkilerin ahenkli veya çatışmalı olması, toplumsal bütünlüğü bozmaz. Ancak değişmeye az veya çok, etkide bulunur. Bu nedenle toplumların durağan olmadıklarını, ancak tarihsel süreç içerisinde nitelik değiştirdiklerini söyleyebiliriz. (Ozankaya,1982: 307). İlkel olsun, gelişmiş olsun hiçbir toplumu statik, değişmez olarak nitelendiremeyiz (Tezcan, 1984: 1). Ancak bu değişmenin hızı zamana ve koşullara göre toplumdan topluma farklılık gösterebilir. Nitekim endüstrileşmenin başladığı 19. yüzyıl ve içinde yaşadığımız 20. yüzyıl değişmenin dikkat çekici olduğu yüzyıllardır. Toplumsal sistemlerin, yapıların hızlı değişim geçirdiği bir dönem yaşamaktayız. Bu değişmeler beraberinde yeni oluşumlar ve sorunları getirmektedir. Çünkü eski olgular ve değerler yenileri ile yer değiştirmekte, yeni değerler yeni kurumları, yeni kurumlar da yeni tutum ve davranışları gerektirmektedir. Çağımızda gerek yapısal, gerekse işlevsel bakımdan hızlı bir değişime uğrayan, toplumsal yapının temelini oluşturan kurum ise ailedir. Bu bildiride ailenin yapı ve işlevlerinde meydana gelen değişmeler ve özellikle ailenin vazgeçilmez evrensel işlevi olan çocuğun eğitimi konusunda karşılaştığı sorunlar üzerinde durulacaktır.
AİLE KAVRAMI
Aile sözcüğü, her gün kullandığımız dilin bir parçasıdır. Sosyolog olalım veya olmayalım bu sözcüğü sıklıkla kullanırız. Gubbels’e göre ise (1971: 7), bu durum iyice tanınan, herkes tarafından bilinen bir kavramla uyuştuğu izlenimini vermektedir. Çünkü her zaman günceldir, yerleşiktir, çünkü görünüşte doğal bağlar üzerinde kurulmuştur. Oysa öyle durumlar ve dönemler oluyor ki, o hiç bir şey değildir. Bunun bilincine varmak için etrafına bakmak, gençliğin düzensizliğini, şaşkınlığını ve aynı zamanda ebeveyninkini gözlemek değişen toplumla birlikte geleneksel anlayışa zıt durumların açıklamasını yapmak yeterlidir. Eskiden sorun basitti. Aile büyüklerinin, çocukları kendilerinin yetiştirildiği tarzda yetiştirmeleri yeterli idi. Oysa günümüzde aynı tarzda davranmak isteyen anne babaların, geleneksel yaklaşımın geçersiz, yetersiz ve onarılmaz olduğunun farkına varmaları uzun sürmez. Demek ki, ailenin zaman ve mekân içerisinde çok hızlı bir şekilde evrim geçiren bir kavram olduğunu dikkate almak gerekir. Bir toplumdan diğerine, bir çağdan öbürüne, aynı toplumun içinde ailenin yapısı, doğası değişiyor (Gubbels, 1971: 7). Hatta sözcüğün etimolojisi bile bunu gösteriyor. Latinceden gelen şekli (famulus) hizmet eden, hizmet veren anlamında kullanılmıştır. Romalılar döneminde aile denince (pater familias) tek bir otoritenin çatısı altında yaşayan insan topluluğu anlaşılıyordu. Burada otorite kuşkusuz baba da idi (père de famille). Aile kavramı otorite anlamında algılanıyordu. Eski Türklerde aile sözcüğü, boy,soy gibi çok geniş bir insan topluluğunun ifadesi idi (Gökalp, 1976: 280). Bu anlayışların karşısında Auguste Comte’un yeni bir kavram ürettiğini görüyoruz. Sevgi kavramı (Gubbels, 1971: 8). Comte’a göre sevgi, aile tanımlamasında temel ögedir. Gene aile denince kadının erkekle birlikte oluşturduğu bir birliktelik hemen her toplumda kabul gören bir kavramdır. O kadar çok şeyin değiştiği çağımızda aile, evrimi çok net olan sosyal kurumlardan biridir. Çağdaş toplumlarda aile denince oluşan yeni anlayışlar ise, özgürlük ve eşitlik kavramlarıdır. Bu kavramlardan özgürlük; eş seçme ve diğer toplumsal bazı yaşantılarda özgürlük, eşitlik ise; kadın erkek (yani karı-koca eşitliği) ve giderek anne-baba ve çocuklar arasındaki eşitliği ifade etmektedir. Görüldüğü gibi, tarihsel süreç içerisinde aile kurumu bir arada yaşam, otorite, karşılıklı ilişkiler ve sorumluluklar, sevgi, eşitlik ve özgürlük gibi kavramlarla tanımlanmaktadır. Toplumun tüm özdeksel ve tinsel zenginliklerinin kuşaktan kuşağa geçmesinde rol oynayan temel toplumsal birim olan (Sayın, 1998: 156) ailenin işlevi ve yapısı toplumsal değişmeye paralel olarak değişmektedir. (Ozankaya, 1982: 233) Kısaca klasik ve belli bir tipteki aileden söz etmek olanaksızdır. (Murdock, 1949: 1-2) Aynı zaman sürecinde ve aynı toplumda bile kırsal ve kentsel kesimlerde aile yapıları ve işlevleri arasında büyük farklar görülebilir. Bütün bu değişik görünümlerine karşın ailenin genel bazı özelliklerinden hareketle tanımını şu şekilde yapabiliriz: Aile, toplumun biyolojik ve kültürel sürekliliğini sağlayan bir toplumsal kurumdur. (De Fleur, 1976: 440) Bu tanımlama, aile kurumunun insan türünün devamında vazgeçilmez bir rolü olduğu kadar, toplumsallaşmanın da en önemli araçlarından olduğunu göstermektedir. Başka bir anlatımla, ailenin dünyaya getirdiği çocuğu toplum yaşamına katmada da önemli bir rolü vardır ve bu tüm toplumlar bağlamında evrenseldir. (Ergil, 1984: 197) Konumuzun gereği olarak ailenin biyolojik (neslin devamını sağlama) işlevini bir kenara bırakıp toplumsallaşma (eğitim) işlevi üzerinde duracağız.
AİLE ve ÇOCUK
“İnsanın geleceği, onun geçmişidir”. O. Wilde. Aile, çocukta hiçbir nitelik gözetmeksizin onu benimseyen bir ortamdır (Dinkmeyer, 1967: 155). Doğal olarak her çocuk bir aileye ait olma yoluyla, güvenlik için temel gereksinimi olan doyuma ulaşmak ister. O, nereye ait olduğunu ve aile içinde hangi konumda olduğunu bilmek ister. Bunu çocuğa aile ortamı sağlar. Çünkü ancak bir aileye ait olmak duygusu ve bilinci ona yeni gruplara katılıp orada kendisine bir yer bularak becerilerini geliştirmeyi sağlar. Ailenin duygusal bağları bireyin yaşamdaki bütün ilişkilerinin gelişmesinde çok önemlidir. Bu nedenle aile, çocuk için ilk ve en önemli sosyalizasyon ajanıdır. Çocuk, insanların birbirleri ile ilişkilerini ilk olarak aile içinde anlamaya başlar. Şunu bilmek gerekir ki, çocuğun insan ilişkilerini ilk kez ailede gözlediği için kıyaslamak için bir temeli yoktur. O, en az belli bir süre insanların birbirleriyle bu şekilde ilişki kurduklarına inanır. Aile, çocuk için belli sosyal statüyü temsil eder. Hatta çocuk babasının mesleğinden bile etkilenir. Öyle ki, bu onu belirli bir kültürel çevre içine yerleştirir. Ailenin sosyo-kültürel yapısı çocuğa belirli adet, gelenek ve tutumlar aşılar. Çocuk doğal olarak hangi tutumları kabul edip kendisi için adapte edeceğini seçme özgürlüğüne kavuşurken, ailedeki ilk deneyimlerinin etkisinde kalır. Aynı zamanda aile, çocuk için aldığı kararlar yoluyla, onun üzerinde etkileyici bir unsurdur. (Kentin belirli bir yerinde yaşamak, belirli yerlere gitmek, belirli kişilerle görüşmek, hatta TV programlarının seçimini yapmak gibi...) Böylece aile, çocuk için toplumun orijinal bir yorumcusudur. Çocuğun toplumla bütünleşmesinde standartlar koyar. Bugün, çok sayıda deneyim ve bilgiyi çocuğa aktaran sosyalizasyon süreci içerisinde aile çevresinin önemi bilinmektedir. Winnicott (1969, Aktaran Dufeoyer, 1987: 127) şöyle bir ifade kullanıyordu: “ Dikkat ettim ki, bana bir bebek gösterdiklerinde, mutlaka aynı zamanda onunla ilgilenen birini de gösterirler.” Böylece ailenin, çocuğun gelişimi üzerinde ne kadar etkisi olduğunun önemini, aciliyetini vurgulamak istemiştir (Pourtois-Desmet, 1989: 72). Görülüyor ki, çocuğun kişiliğinin gelişmesi ailede başlıyor. Toplumsal normlar orada öğreniliyor.
GELENEKSEL AİLEDE EĞİTİM
Geleneksel geniş aile, genellikle kırsal veya geleneksel toplumların bir ürünüdür. (Litwak, 1965: 290) Ekonomik ve siyasal bir birlik olarak düşünülür. Yatay ve dikey boyuttaki kuşakların bir arada yaşadığı bir aile tipidir. Bu tip ailenin çocuk eğitimi ile ilgili en çok eleştirilen yönü, çocuğun özgürlüğünü kısıtlama ve dolayısıyla toplumsal gelişmeyi önleme özelliğidir. Çünkü bu ailelerde ailenin en büyüğü yetke durumundadır. Buyrukları ve kararları o verir. Bir diğer anlatımla demokratik bir yaklaşım söz konusu değildir. Anne ve babanın çocukla doğrudan iletişimi yetersiz kalmaktadır. Böylece çocuk duygusal yönden gerekli iletişimden yoksun kalmaktadır. Bu durum onun yaşantısında önemli boşluklar yaratabilir. (Dinkmeyer, 1967: 154) Günümüzde bireylerin çağdaş kurumlarca karşılanan gereksinimlerini de karşılar. (Kongar, 1972: 13) Bu tip ailelerde biz duygusu egemen olduğundan, çocuğun toplumsallaşması bu yönde gerçekleştirilir. Bu nedenle bireysellik en alt düzeyde gelişir ve toplumsal hareketlilik engellenir. Yapılan araştırmalar, geleneksel ailelerin bulunduğu kırsal yörelerdeki temel eğitimden yararlanmaları da (hem nicel, hem nitel yönden) yetersiz kalmaktadır (Balamir, 1981: 161-162). Ayrıca geleneksel ailelerde kız ve erkek çocuklar arasında yapılan ayırım, kız çocuklarının eğitim olanaklarından yararlanmalarını engellemektedir. Ailelerin kız çocuklarına bakış açıları, evinin kadını olması ve bunun için de eğitim olanaklarından yararlanmalarına gerek olmadığı yönündedir. Geleneksel ailenin özelliklerinden biri de aynı zamanda bir (ekonomik) üretim birimi olmasıdır. Aile açısından önemli olan, tüm aile bireylerinin ekonomik yaşama katkıda bulunmalarıdır. Bu nedenle eğitim, ailede çocuk emeğinin ekonomik yapıya katkısından sonra gelmektedir. Sonuçta, çocukların okula hiç gönderilmemesi ya da işten arta kalan zamanlarda gönderilmesi düşüncesinin egemen olduğu gözlenmektedir (Özbay, 1984: 55). Geleneksel ailelerin eğitime ilişkin yaklaşımları, daha çok geleneksel anlamdaki mesleksel becerilerin aile bireyleri tarafından kazandırılması yönündedir. Yani çocuğun aile içindeki önemi, eğitimden önce, üretim birimi olan ailenin bir üyesi olduğu ve geleneksel etkinliklere katılması oranındadır. Ne var ki, bildirimizin akışı içerisinde değindiğimiz gibi, toplumsal yapılar durağan değildir ve özellikle endüstrileşmenin gelişmesi ile bir dönüşüm söz konusu olmaktadır. Bu dönüşümde ailenin de, kuşkusuz toplumun bir temel kurumu olarak değişmesi doğaldır. Bu nedenle geleneksel toplumdan sanayileşmiş topluma geçişte ailenin yapısı ve işlevleri üzerinde durmakta yarar vardır.
GELENEKSEL TOPLUMDAN SANAYİLEŞMİŞ TOPLUMA GEÇİŞTE AİLE
Toplumsal ve ekonomik yapı değişmeleri aile yapısında ve buna bağlı olarak işlevlerinde çeşitli değişmelere neden olmaktadır. (Özbay, 1984: 35) Eğitim alanında ortaya çıkan sorunlar da hem toplumsal ve ekonomik yapı değişmelerinin bir uzantısı, hem de ailelerin yeni biçimlerinin bir sonucudur. Bu sonuç, sanayileşme ve kentleşme süreci içinde, geleneksel toplumlardaki ailelerin işlevlerinde olduğu gibi, ailenin bireyler ile toplum arasındaki ilişkileri düzenleyen sürdüren ve denetleyen bir kurum olmadığı görülür. Çünkü toplumsal yapıda meydana gelen değişmeler ailenin geleneksel olarak sağladığı, ailenin dış toplumla, hatta kendi iç üyeleri arasındaki uyumunu sürdürmesine engel yeni tutum ve değerlerin oluşmasına neden olur. Teknolojik değişmelerin toplum yaşamına değerler sisteminden önce girmesi, aile bireylerini yeni durumlara ve yaşam biçimine uymaları konusunda yetersiz kılmaktadır. Sanayileşmenin sağladığı olanaklarla, çocuk eğitiminde başka kurumların devreye girmesi, ailenin eğitim ve sosyalizasyon konusundaki işlevlerini göreli olarak zayıflatmıştır. Böylece aile, toplumsal değerleri genç kuşaklara aktarırken toplumun yeniden yapılanmasındaki rolünü başka kurumlarla paylaşmak durumunda kalmıştır. Batıda yapılan çalışmalar, endüstrileşmenin aile yaşantısında yarattığı etkinin aile bireylerinin yaşamlarını yeniden biçimleyici bir öge olduğunu göstermiştir. E.P. Thompson, İngiltere’de endüstrileşmenin aile üzerindeki dönüştürücü etkisini şöyle belirtir (Thompson, 1963: 416; Özen, 1990: 1): “Endüstriyel farklılaşma ve uzmanlaşmada ilk aşama aile ekonomisinde bir etki yaratır. Erkekler ile kadınlar, anne-baba ile çocuklar arasındaki ilişkilerde bozulma, iş ile yaşam arasında kesin bir farklılaşma olur. Ayrıca aile her sabahki fabrika zili ile yeniden yapılanır.” Sanayileşmenin getirdiği bir diğer sonuç da, doğal olarak insanların kırdan kentlere göç etmesi, bunun sonucunda geleneksel akrabalık ilişkilerini bırakmalarıdır. Ancak kırsal kesimden kente gelen insanların hemen kent yaşamına uydukları veya endüstriyel çalışma koşullarına uyum sağladıklarından söz etmek zordur. Bu durum gerek nitelikli işgücünü oluşturması, gerek kentin sağladığı diğer çağdaş olanaklardan yararlanmaları konusunda önemli sorunlar doğurmuştur (Tatlıdil, 1987: 45). KENT AİLESİ Kent ortamının özelliklerini aile yaşamına etkilerini görmek bakımından şöyle özetleyebiliriz: Kentlerde işyerleri çoğu zaman aile bireylerinin oturduğu yerden uzaktır. Gene aile bireyleri genellikle farklı işlerde çalıştıklarından birbirlerinden uzaktırlar. Kentlerdeki insan ilişkilerinin büyük çoğunluğu bürokratik kurumlarca düzenlenir. Kentlerin bu koşulları aile yapısında aşağıda belirtilen özellikleri ortaya koyarlar: a) Kent ailelerinin en önemli özelliği genellikle çekirdek aile oluşlarıdır (Toffler, 1980: 264 Aktaran Pourtois-Desmet, 1989:71-72). b) Ekonomik yaşam ve bürokratik yapılanma nedeniyle kent ailesinin görevleri geleneksel ailelerinkine oranla daha azalmıştır. Aile bireylerinin zamanlarının büyük bir bölümünü birbirlerinden uzakta geçirmeleri aile bağlarının gevşemesine neden olmaktadır. Böylece bireysellik daha çok ön plana çıkmaktadır. c) Kent ailesinin eğitim ve öğretim görevleri de azalmıştır. Gerek eğitimin çeşitli kurumlarca karşılanması, gerekse bu sürecin değişik grup ve ortamlarda gerçekleşmesi ailenin çocukları üzerindeki denetimini azaltmaktadır. Bu durum sonuç olarak anne ve babalarından farklı bir yaşam biçimi geliştirmelerine neden olduğu gibi; duygusal iletişim açısından da zorluklara neden olmaktadır. Anne ve babaların en gerekli zamanlarda çocuklarının yanında olamayışı, onlarda bir tür eziklik ve suçluluk duygusu yaratmaktadır. Bu da, çocuğun sosyalizasyonu sırasında annebaba tarafından kendisine ödünler verilmesine yol açmaktadır. d) Kent ailesinde yakınlık ilişkileri de zayıflamıştır. Ailenin bireyleri üzerindeki denetim ve baskıları zayıflamıştır. e) Kent ailelerinde çocuk eğitimini büyük ölçüde etkileyen ayrı yaşama ve boşanmalar daha yüksek bir orandadır. Hatta çocuk ruh sağlığında daha büyük sorunlar yaratan evlilik dışı çocuklar olayı, gene kent yaşamının getirdiği sonuçlardır. f) Kent ailesi sanayileşmenin getirdiği teknolojik gelişmelerden, siyasal, ekonomik ve toplumsal değişmelerden daha derin bir biçimde etkilenir. Çünkü kent ortamında her türlü iletişimi sağlayan teknolojik ve bürokratik düzenlemeler söz konusudur. Kentleşme, toplumların yaşamında sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel olarak ortaya çıkan en önemli, köklü değişmeleri beraberinde getirmektedir. Başka bir anlatımla kentleşme, ekonominin kaynaklarını harekete geçirirken, siyasal sistemi demokratikleştirmenin en etkili faktörlerinden biri olmaktadır. Zira kentleşme sürecinden geçmeden hiçbir toplumun gelişip, modernleştiği görülmemiştir. Ancak, tüm bu çağdaş özelliklerin toplumsal bedeli, hızlı bir değişim ve onun getirdiği sorunlar olmuştur. Bu sorunlar, başta aile içi etkileşim ve ilişkilerde görülmektedir. Bu nedenle Kağıtçıbaşı (1984: 131-132), “Türkiye’de aile içi etkileşim ve ilişkileri incelemek, bir değişme sürecini incelemektir” der. Demek ki aile yapısı ve aile ilişkilerinin çeşitlilik göstermesi, toplumsal değişme olgusu içinde kaçınılmazdır. Aile ilişkilerinin çeşitlilik göstermesi, eğitim açısından da çeşitli sorunlar getirmiştir.
ÇAĞDAŞ AİLE VE ÇOCUK EĞİTİMİ
Aileler içinde bulundukları toplumun
yaşam biçiminden etkilenerek çocuklarını
yetiştirme biçimlerini belirlerler. (Tuncer,
1980: 7) Başka bir deyişle eğitim yöntemi
toplumun beklentileri doğrultusunda
saptanır. Ancak bu her zaman ideal bir
şekilde olmayabilir. Çünkü hızlı bir şekilde
gerçekleşen toplumsal değişme, ailenin
işlevlerini de nerede başlayıp, nerede
biteceği konusunda büyük ölçüde
etkilemektedir. Örneğin geleneksel ailedeki
çocuk eğitimi ile çekirdek ailedeki çocuk
eğitimi ayrı ayrı unsurları içermektedir.
Geleneksel geniş ailede yetişen bir genç kız
ve erkek, değişen toplumsal koşullar
sonucunda kendilerini çekirdek ailenin birer
anne ve babası olarak görebiliyorlar. Hızlı
bir değişmenin etkisiyle sarsılan ve daha
kendi yaşamlarına gerekli düzeni veremeyen
aileler, çocuklarının eğitilmesi, toplumsallaştırılması görevi ile karşı
karşıyadırlar.
İlk beş yılın sonunda bu kez ailenin
eğitim görevlerini okul üzerine alır. Ancak
toplumumuzun eğitimden beklentileri
açısından belirtmek gerekirse, daha
ilkokuldan itibaren minicik çocuğun bir
yarış atı gibi şartlandırılıp zorlanmaya
başladığı görülür. Aile ile okul aynı
doğrultuda bir anlayışta birleşiyorsa,
gücünün çok üstünde de istense, en azından
uyumlu istekler karşısında olduğundan,
çocuk şanslı sayılabilir. Ancak bu uyumun
sıklıkla gerçekleşebildiğini söylemek zor.
Çağımızda okula başlama yaşı düşmekte,
bitirme yaşı ise yükselmektedir. Bu nedenle
okul eğitiminin insan yaşamında çok uzun
süreleri kapsadığını görüyoruz. Burada aile
açısından ortaya çıkan en büyük sorun, okul
ile sürekli bir diyalog içerisinde bulunmak
ve özellikle çocuğun boş zaman
değerlendirmesinde yardımcı ve yönlendirici
olmaktır. Boş zamanların değerlendirilmesi
alışkanlığı ailede başlar. Ailenin boş zaman
değerlendirme alışkanlıklarını sistematik bir
biçimde kazandırması mümkün
olmadığından, çocuğun edineceği boş zaman
değerlendirme alışkanlıklarında ailenin
sosyo-kültürel ve ekonomik konumu önemli
bir rol oynar. Geleneksel ailelerde boş
zaman değerlendirme bilinci gelişmemişken,
çağdaş kent ailelerinde de bu işlev çeşitli
nedenlerden dolayı ailenin dışına kaymıştır
(Tezcan, 1988:162). Bu olguda bir çok etken
rol oynamaktadır. Bu etkenler:
a) Konutların yetersiz ve elverişsiz
oluşu
b) Aile üyelerinin iş yaşamı nedeniyle
yorgun ve çok dolu oluşu
c) Ticari boş zaman değerlendirme
kurumlarının daha çekici duruma gelişi
d) Kitle iletişim araçlarının
yaygınlaşması gibi etkenlerdir.
Kitle iletişim araçlarından özellikle
TV, iyi bir boş zaman değerlendirme aracı
olmakla birlikte; çocuk eğitiminde, eğer
denetimli bir izleme sağlanamazsa, önemli
sorunlar yaratabilir. Çünkü çocuklar
gerçekle gerçek olmayanı ayırt etmekte
güçlük çekerler. (Yörükoğlu, 1984: 81) Bu
nedenle çocukları, TV’nin olası
zararlarından korumak bilinçli bir özen
gerektirir ki bu da, aileye düşen bir
sorumluluktur.
Ne var ki, değişen toplumda aile yapısı
her zaman çok hızlı bir şekilde gelişen
teknolojik yeniliklere uyum sağlayamıyor ve
modern yaşamın gereklerine uygun bir yapı
oluşturmakta geç kalıyor. Bu, çeşitli sorunlar
doğurmakta, dolayısıyla çocuk eğitimini de
etkilemektedir. Örneğin boşanma veya
parçalanma durumuna gelen ailede, çocukta
güvensizlik duygusu artmaktadır. Düzensiz
ve uyumsuz bir yaşamı sürdürmeye başlayan
bu tip ailede anne-babanın, çocukları ile
ilişkileri sağlıklı olmamaktadır. Oysa
çocuğun sağlıklı bir kişilik ve ruh yapısı
geliştirmesinde en önemli ve temel unsur,
anne ve baba sevgisi ve ilgisidir. Kendileri
sevgi ve ilgiye muhtaç olan eşlerin,
çocuklarına bunu sağlayabilmeleri pek kolay
değildir.
Çağdaş ailelerin çocuk eğitimi
açısından karşılaştıkları önemli bir sorun da
çalışan kadınlar, yani çalışan anneler
sorunudur. Anne ile çocuk arasındaki
sağlıklı bir ilişki, sevgi bağlarının
oluşmasına ve kökleşmesine, dolayısıyla
çocukta temel güven duygusunun
gelişmesine yol açar. Bu ilişki, özellikle 0-3
yaşları arasında sağlıklı bir kişiliğin
oluşması ve gelişmesinde önemli bir rol
oynar (Dönmezer, 1990: 25). Doğaldır ki,
çalışan anne bu ilgiyi tam anlamıyla
verememektedir. Annenin, çocuğu, yaşam
koşullarından kaynaklanan bu zorluluktan
dolayı ihmal etmesi; daha annesinin yüzünü
seçemeyen ancak annesinin yanından
uzaklaştığını hisseden ve bu yüzden tıpkı
solan bir yaprak gibi yüzü solan bir çocukta
ne denli derin olumsuz izler bıraktığı açıktır.
Çocuğun duygusal gelişiminde derin bir
boşluk bırakan bu eksikliğin giderilmesi
çabası ise, çoğu kez anneyi aşırı ödün
vermeye, çocuğun üstüne gereğinden fazla
düşmeye ve kendini çocuğunun karşısında
suçlu hissetmeye yol açmaktadır. Bilindiği
gibi ailenin en vazgeçilmez ve hiçbir başka
kurum tarafından karşılanamayan işlevi, duygusal iletişim işlevidir. Aile ortamında
gerekli sevgiyi göremeyen çocuğun
toplumsal uyumu eksik olur ve psikolojik
bunalımlara düşer. Günümüz çekirdek
ailesinin üyelerinin dışarıda ve uzakta
çalışmaları bu sevgi ortamının gerektiği
kadar oluşmasına engel olmaktadır. Oysa
hızlı teknolojik ve toplumsal değişmenin
getirdiği çok yönlü sorunlar, aile
ortamındaki dayanışma ve sevgiye daha
fazla gereksinim hissettirmektedir. Topluma
başkaldırı, düzene karşı çıkma, hatta intihara
kadar varan patolojik davranışların en
önemli nedenleri arasında sevgi yokluğu ve
yalnızlık gelmektedir. Bu nedenle özellikle
annenin ev dışında çalışmasına karşı
çıkılmıştır (Razon, 1981). Bir araştırmada,
annesi çalışan ilkokul çocuklarının-ki bu,
annenin yorgunluğuna, ilgisizliğine ve
çocuğun eve dönünce okul sorunlarını
anlatacak bir anne bulunamamasına neden
olmaktadır- başarılarının düşük olduğu
gözlenmiştir.
Bu gibi sorunlar kuşkusuz tüm çağdaş
toplumlardaki ailelerin sorunlarıdır. Bu
sorunlar toplumsal değişme ile birlikte
artarak devam etmektedir. Bu nedenle
çağdaş psikiyatri akımları bireyin
tedavisinden çok, içinde yaşadığı aileyi
dikkate almaktadırlar. Bugün modern
toplumlarda, toplumsal gelişme planlarının
birey değil, ailenin dikkate alınarak
yapılması bundandır.
Çağdaş toplumlarda formal eğitim
süresi 25-26 yaşlarına kadar uzanmaktadır.
Üstelik bu eğitim sürecini başarılı
geçirebilmesi için bireyin çok yönlü
bilgilerle donatılması söz konusudur. Dil,
bilgisayar, müzik, resim, spor gibi dallarda
çocuğun yetişmesi ailenin gücünün ve
uzmanlığının dışında kalmaktadır. Ailenin
bu açıdan doktorlar, sosyo-psikolojik
uzmanlar, sanat ve spor alanlarındaki
eğiticilerle işbirliği içine girmeleri
kaçınılmazdır. Anne-babanın bu süreçteki
görevleri çocuklarını tiyatro, opera, konser,
sinema, konferans gibi etkinliklere
götürmekle birlikte; onlar için kitap, dergi,
kaset, disk gibi ürünleri de sağlamaktır. Tüm
bu olanakların sağlanması önemli bir gelire
sahip olmayı gerektirmektedir. Bu da ailenin
karşısına çıkan bir sorunun da, yeteri kadar
ekonomik güce sahip olması zorunluluğunda
kalmasıdır. Bu zorunluluk çağdaş ailenin
çocuk sayısını planlamada önemli bir etken
olmaktadır. Görülüyor ki günümüz toplumu
insanlara çeşitli hizmetler ve ürünler
sunarken, onlardan o oranda çaba ve emek
de beklemektedir. Bu nedenle eşler bir
yandan kendi ekonomik olanaklarının
elverdiği oranda çocuk yapmayı planlamak
zorunda oldukları gibi, diğer yandan da
sahip oldukları çocuklarını modern
toplumun sahip olduğu tüm olanaklardan
yararlandırmak zorundadırlar. Bu
değerlendirme; çağdaş toplumlarda “Daha az
sayıda çocuk, fakat çok sağlıklı çocuk”. “
Daha az sayıda çocuk fakat çok iyi eğitilmiş
çocuk” gibi fikirlerin yaygınlaşmasına ve
geçerlilik kazanmasına neden olmuştur.
Değişen toplumlarda, ailenin
karşılaştığı çok önemli bir sorun da, ergin
yaşa gelen çocuklarına karşı nasıl
davranacakları sorunudur. Çünkü bir çok
şeyin değiştiği çağımızda anne-babanın rolü
hiçbir zaman bu kadar hassas, bu kadar zor
olmamıştır. Geleneksel toplumda çocuk,
daha sonra kendisinin de ulaşacağı yetişkini
kendine model olarak alıyordu. O, gelecekle
özdeşleşiyordu. Günümüzde ise yetişkinin
çocuğun gözünde zaman aşımına uğramış
bir kişilik ve davranış sergilediği anlayışı
egemendir. Yani onun gözünde yetişkin bir
gelecek değil, artık bir geçmiştir (Gubbels,
1971: 9). Ergenin bakış açısı bu olunca,
anne-babanın tutumunda, gence nereye
kadar müsaade etmeli, nerede engel koymalı
biçiminde bir çerçeve çizmesi söz
konusudur. Bu ise,çağımız ailelerinin en
büyük güçlüğüdür. Hızlı toplumsal
değişmelere paralel olarak ailesel değerler
de değiştiğinden; anne-babaların kendi
ergenlik dönemlerinin birikimleri
çocuklarına rehberlik etmekten uzak
kalmıştır.
Kaldı ki, özellikle kentsel yaşam
koşulları adeta çocuğun aileden dışlandığı,
soyutlandığı izlenimini yaratmaktadır. Zaten
işyerleri ile aile mekanlarının birbirinden
uzak olması, komşuluk ilişkilerinin ortadan kalkması, TV ve diğer kitle iletişim
araçlarının etkisi, annenin çalışmak için
uzun süre evin dışında kalması, çocukların
bakımlarının başka kişilere veya uzman
kurumlara bırakılması, çocukla
ebeveynlerinin dünyaları arasında bir
uzaklaşmaya, kopukluğa neden olmaktadır.
Değerler arasındaki bu farlılık, kuşaklar
arası çatışma, tüm toplumları aile bağlarını
kuvvetlendirmek ve sağlıklı bir toplum için
sağlıklı bir aile yapısı oluşturmak çabası
içine girmeye yöneltmiştir.
SONUÇ
Aile eğitimi ne yeni bir olay, ne de sanıldığı gibi kolay bir olgudur. Özellikle 20. yüzyılın II. yarısı anne-baba ve çocuklar arasındaki ilişki ve iletişim, duygusal gelişim, sosyal ve okul başarılarının temelini oluşturduğunun ortaya çıkarıldığı yıllardır (Pourtois-Desmet, 1989: 69). Aile toplumsal normların ilk öğrenildiği yer olduğundan toplumun yapısının, bütünlüğünün mayasıdır, özüdür. Hiçbir toplum bu özün bozulmasına seyirci kalamaz. Bu nedenle toplum, ailenin sağlıklı bir şekilde işleyip işlemediğini denetlemek durumundadır. Bu denetim bireyler üzerinde ise aileler tarafından gerçekleştirilmelidir. Eğer birey ile ailesi, aile ile üyesi bulunduğu toplum arasında değerler ve normlar bakımından farklılıklar söz konusu ise, toplumlarda kuşaklar arası çatışmanın görülmesi, bireyaile, aile-toplum uyumsuzluğunun söz konusu olduğundandır. Toplumlar geliştikçe daha fazla makinalar kullanılmaktadır. Kısaca çağdaş toplumlar mekanik toplumlardır. Bu aynı zamanda toplumsal ilişkilerin mekanikleşmesi demektir. Çünkü insan makine ilişkisi ön plana çıkmıştır. Günümüzde insanlar bankadaki paralarını bile bir makine ile ilişki kurarak çekebilmektedir. Böylece insan ilişkileri, duygusal ve sosyal iletişim giderek azalmaktadır. Yani ilişkiler “duygumatik” düzeyde gerçekleşmektedir. İşte günümüz ailesinin en önemli sorunu, mekanikleşmiş bir toplumda, bireyin duygusal ve sosyal iletişiminde karşılaştığı yalnızlığı giderici önlemler almaktır. Çünkü aile, bu toplumlarda bireyin psikolojik ve duygusal yönden tatmin olacağı tek sığınak haline gelmiştir. Bu çabasında aileye devletin tüm kurumlarının yardımcı olmaları gereklidir. Çağdaş toplumların bozulan istikrarında ailenin kuruluş, işleyiş ve yapısının önemi her zamankinden daha da kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu nedenle toplumbilimciler ve devlet organlarının iş birliği içinde, ailenin özel yaşamını destekleyici ve koruyucu politikalar geliştirmeleri sağlıklı bir insanlık yaratmak bakımından önemlidir. Aksi takdirde kaçınılmaz bir şekilde oluşan bu toplumsal evrimin bizi nereye götüreceğini açık bir şekilde önceden belirlemek zordur. İnsan neslinin devamı konusunda aileye düşen görev yadsınamaz. Ancak aileyi sadece bu yükümlülüğü ile baş başa bırakmak ilerde tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. Aileyi, sadece insan üreten bir kuluçka makinası gibi görmemek gerekir. Bu önemli toplumsal kurumun ekonomik, sosyal, kültürel, duygusal ve hepsinden önemlisi eşitlikçi bir yapıya kavuşmasını sağlamak hepimizin görevidir. Eşitlik, çağımızda en vazgeçilmez bir haktır. Anne baba arasında olduğu kadar, çocuklar için de çağdaş bir zorunluluktur. Çağdaş ailede çocuk, olgunlaşmamış, eksik, yarım bir insan olarak görülmemeli; anne-baba ve çocuk ilişkileri katı otorite üzerine değil, karşılıklı saygı, sevgi ve güven duygusu üzerine temellendirilmelidir.
Prof. Dr. A. Kadir ASLAN
KAYNAKÇA Balamir, N. (1981). Kırsal Türkiye’de Eğitim ve Toplum Yapısı. Ankara: O.D.T.Ü Yay. De Fleur, M.L. (1976). Sociology: Human Society. Illinois: Scott, Foresman And Company. Dinkmeyer, Don C. (1967). “Child Development, The Emerging Self”. Printice Hall Of India Prinate Lim. New Delhi. Dönmezer, İ. “Bölünmüş Göçmen İşçi Ailelerindeki Çocukların Problem Alanları ve Sıklığı” Yayınlamamış Araştırma. İzmir. Ergil, D. (1984). Toplum ve İnsan. Ankara: Turhan Kitabevi. Gökalp, Z. (1976). Türk Medeniyeti Tarihi. Kültür Bakanlığı Ziya Gökalp Yayınları: 8, İstanbul: Güneş Matbaacılık. Gubbels, R. (1971). “Seminaire D’tudes Des Roles Familuaux Dans Les Cnilisation Differentes”. Edition De L’ınstitut De Sociologie De L’universite Libre De Bruselles. Kağıtçıbaşı, Çiğdem. (1984). “Aile İçi Etkileşim ve İlişkiler: Bir Aile Değişme Modeli Önerisi, Türkiye’de Ailenin Değişimi. Toplumbilimsel İncelemeler”. Türk Sosyal Bilimler Derneği. Ankara. Kongar, E. (1972). İzmir’de Kentsel Aile. Türk Sosyal Bil. Derneği Yayını Liywak, E. (1965). “Extended Kin Relations in an Industrial Democratie Society”, Social Structure And Family Generation Of Relations’. E. Shanas Ve Gordon F. Streib, , New Jersey: Prentice Hall. Murdock, G..P. (1949). Social Structure. New York: Macmillan. Ozankaya Ö. (1982). Toplum Bilimine Giriş. Ankara: Sevinç Matbaası. Özbay, F. (1984). “Kırsal Kesimde Toplumsal ve Ekonomik Yapı Değişmeleri”, Türk Sosyal Bilimler Derneği, Türkiye’de Ailenin Değişimi, Toplumbilim İncelemeleri. Ankara. Pourtois J.P. ve Desmet H. (1989). Revue Française De Pedogogie, No:86, Janv-Fev-Mars. Razon, N. (1981). “Çalışan Anne Ve Çocuk” Aile ve Çocuk Dergisi. Sayın, Ö. (1985). Sosyolojiye Giriş. Bilim Dizisi, No: 1, İzmir: Erdem Kitabevi. Symonds, P, (1939). Pychology of Parent Relationships. New York: Appleton-CenturyCorts. Tatlıdil, E. (1987). “Kentle Bir Yolu: Gecekondulaşması,” Sosyoloji Dergisi. Ege Üniv. Edebiyat Fak. Yayını. Tezcan, M. (1984). Sosyal ve Kültürel Değişme. Ankara: Ankara Ü. Eğit. Bil. Fak.Yay. No:129, Tezcan, M. (1988). Eğitim Sosyolojisi. Ankara: Olgaç Matbaası. Thompson, E.P. (1990). “The Making of The English Working Class”. London, 1963 (Aktaran Özen, Sevinç, Sanayi Kasabasında Yaşam Biçimi ve Aile Yapısında Meydana Gelen Değişmeler: Soma Örneği, Yayınlanmamış Doktora Tezi. Tuncer, O. (1980). “Çocuk ve Aile Çevresi Bildiri” Çocuk ve Eğitim. TED Yayını, Ankara: Şafak Matbaası. Tuncer, O. (1980). Çocuk ve Eğitim. TED yayını Ankara: Şafak Matbaası Yörükoğlu, A. (1984). Değişen Toplumda Aile ve Çocuk. Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları.
0 Yorum:
Yorum Gönder