Güzel Bir Hafta Sonu Dileriz

Kısa Kısa'da yeni bir Hikaye

Yolunacak Kaz?..

Sağlıcakla Kalın

×

Loading...
LÜTFEN KULAK VERİN "COVİD" TEHLİKELİDİR

















SON YAZILAR :
Loading...


Hayatın İçinden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayatın İçinden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

07 Nisan 2022

Dünya Sağlık Örgütü


Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), (İngilizce: World Health Organization, WHO) Birleşmiş Milletler'e bağlı olan ve toplum sağlığıyla ilgili uluslararası çalışmalar yapan örgüttür.

Kuruluşu

1945 yılında ABD’nin San Francisco kentinde toplanan Birleşmiş Milletler Konferansı, bu dönemde bütün halkların sağlığının, dünyada barış ve güvenliğin sağlanması açısından temel önem arz ettiğini kabul ederek Çin ve Brezilyalı delegelerin bir "Uluslararası Sağlık Örgütü" kurulması amacıyla toplantı düzenlenmesi oy birliğiyle kabul edilmiştir.


Birleşmiş Milletler (BM) Ekonomik ve Sosyal Konseyi, söz konusu toplantının hazırlanması için Belçikalı Prof. Dr. Rene Sard başkanlığında 15 kişilik bir teknik komite oluşturmuştur. Teknik komite kısa bir süre içinde toplantının gündemini saptamış, kurulacak uluslararası sağlık örgütü için anayasa taslağını hazırlamış ve alınması gereken kararları belirlemiştir.

19-22 Temmuz 1946 tarihlerinde New York'ta düzenlenen Uluslararası Sağlık Konferansı'nda BM’ye üye 51 ülkenin temsilcisi ile Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), OIHP (Merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Halk Sağlığı Bürosu), PAHO, Kızılhaç, Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu ve Rockefeller Vakfı temsilcileri Dünya Sağlık Örgütü anayasasını oluşturmuşlardır.

DSÖ Anayasası 22 Temmuz 1946 tarihinde 61 ülkenin temsilcisi tarafından imzalanmıştır. DSÖ Anayasası en az 26 üye ülke tarafından resmen kabulü ile yürürlüğe girmiştir. Bu süre içerisinde DSÖ işlevlerini yerine getirecek bir ara komisyon seçilmiştir. Bu ara komisyon iki yıl süreyle DSÖ’nün görevlerini yürütmüştür. Yugoslav Prof. Dr. Andrija Stampar başkanlığındaki ara komisyon tüm çalışmalarını tamamlamış ve 26 üye ülkenin onayı 7 Nisan 1948’de gerçekleşmiştir.

DSÖ Anayasası'nın yürürlüğe girdiği 7 Nisan her yıl "Dünya Sağlık Günü" olarak kutlanmaya başlanmıştır.

Prof. Stampar başkanlığındaki ara komisyon DSÖ Genel Kurulunun 24 Haziran 1948 tarihinde toplanması için tüm hazırlıklarını tamamlamış ve genel kurul bir aylık çalışması için İsviçre’nin Cenevre kentinde BM Sarayında 48 ülkenin temsilcileri ile toplanmıştır. Genel Kurul (Asamble) bir aylık çalışmasını tamamladığında üye sayısı 55’e çıkmıştır. Asamble sırasında DSÖ Genel Direktörlüğüne Kanadalı Dr. Brock Chisholm seçilmiş, DSÖ'nün yıllık programı, personeli ve bütçesi onaylanmış, İcra (Yönetim) Kurulunu oluşturan 18 üye belirlenmiştir.

İlk genel kurulda ayrıca, bölgesel örgütlenme de tartışılmış ve oluşturulan komisyonun yaptığı çalışma sonucu bölge ofisleri kurulması kararlaştırılmıştır.

Bölge ofislerinin başlıca amaçlarından biri de DSÖ ile ulusal hükûmetler arasında etkin bir ilişkinin sağlanmasıdır.

DSÖ'ye, Mayıs 2020 itibarıyla 194 ülke üyedir ve 2 ülke de ortak üye durumundadır.

Görevleri

Örgütün amaçlarını yerine getirmek için uygulanan görevler şunlardır:

Sağlık alanında uluslararası nitelik taşıyan çalışmalarda yönetici ve koordinatör makam sıfatıyla hareket etmek.

BM, İhtisas Kuruluşları, sağlık idareleri, meslek grupları ve uygun görülecek diğer örgütlerle fiili bir iş birliği kurmak ve sürdürmek.

Hükümetlere, istek üzerine, sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi için yardım yapmak.

Uygun teknik yardım yapmak ve acil durumlarda, hükûmetlerin istekleri ya da kabulleri ile gereken yardımı yapmak.

BM’in isteği üzerine, manda altındaki ülkelerin halkı gibi özelliği olan topluluklara sağlık hizmetleri götürmek ve acil yardımlar yapmak ya da bunların sağlanmasına yardım etmek.

Epidemiyoloji ve istatistik hizmetleri de dahil olmak üzere gerekli görülecek idari ve teknik hizmetleri kurmak ve sürdürmek.

Epidemik, pandemik vb. hastalıkların ortadan kaldırılması yolundaki çalışmaları teşvik etmek ve geliştirmek.

Gerektiğinde diğer İhtisas Kuruluşları ile iş birliği yaparak kazalardan doğan zararları önleyebilecek önlemlerin alınmasını teşvik etmek.

Gerektiğinde diğer İhtisas Kuruluşları ile iş birliği yaparak, beslenme, mesken, eğlence, ekonomik ve çalışma koşullarının ve çevre sağlığı ile ilgili diğer bütün unsurların iyileştirilmesini kolaylaştırmak.

Sağlığın geliştirilmesine katkıda bulunan bilim ve meslek grupları arasında iş birliğini kolaylaştırmak.

Uluslararası sağlık sorunlarına ilişkin sözleşmeler, anlaşmalar ve tüzükler teklif etmek, tavsiyelerde bulunmak ve bunlardan dolayı Örgüt’e düşebilecek ve amacına uygun görevleri yerine getirmek.

Ana ve çocuk sağlığı ve refahı lehindeki hareketleri geliştirmek, ana ve çocuğun tam bir değişme halinde bulunan bir çevre ile uyumlu halde yaşamaya olan kabiliyetlerini artırmak.

Ruh sağlığı alanında özellikle insanlar arasında uyumlu ilişkilerin kurulmasına ilişkin her türlü faaliyetleri kolaylaştırmak.

Sağlık alanında araştırmaları teşvik ve rehberlik etmek.

Sağlık, tıp ve yardımcı personelin öğretim ve yetiştirilme normlarının iyileştirilmesini kolaylaştırmak.

Gerekirse diğer ihtisas kuruluşları ile iş birliği yaparak kamu sağlığı, hastane hizmetleriyle sosyal güvenlik de dahil koruyucu ve tedavi edici tıbbi bakıma ilişkin idari ve sosyal teknikleri incelemek ve tanıtmak.

Sağlık alanında her türlü bilgi sağlamak, tavsiyelerde bulunmak ve yardımlar yapmak.

Sağlık bakımından aydınlatılmış bir kamuoyu oluşumuna yardım etmek.

Hastalıkların, ölüm nedenlerinin kamu sağlığı uygulama metotlarının uluslararası nomanklatürlerini tayin etmek ve ihtiyaca göre yeniden gözden geçirmek.

Teşhis yöntemlerini gerektiği kadar standart hale getirmek.

Yiyeceklere, biyolojik, farmasötik ve benzeri ürünlere ilişkin uluslararası normlar geliştirmek, kurmak ve bunların kabulünü teşvik etmek.

Genel olarak Örgüt’ün amacına ulaşmak için gereken her önlemi almak.

Genel Direktörler

Genel Direktör 5 yıllık bir süre için görev yapar. Görev dönemi sınırlaması yoktur. Genel Direktör adayları üye devletler tarafından önerilebilir, daha sonra Yönetim Kurulu tarafından aday gösterilebilir ve Dünya Sağlık Meclisi tarafından atanabilir.

Genel DirektörGörev BaşlangıcıGörev Bitişi
Kanada Brock Chisholm19481953
Brezilya Marcolino Gomes Candau19531973
Danimarka Halfdan T. Mahler19731988
Japonya Hiroshi Nakajima19881998
Norveç Gro Harlem Brundtland13 Mayıs 199821 Temmuz 2003
Güney Kore Lee Jong-wook21 Temmuz 200322 Mayıs 2006
İsveç Anders Nordström*22 Mayıs 20068 Kasım 2006
Hong Kong Margaret Chan9 Kasım 20061 Temmuz 2017
Etiyopya Tedros Adhanom Ghebreyesus1 Temmuz 2017Görevde
* Lee Jong-wook'un görevdeyken ölümünden sonra Genel Direktör Vekili olarak atandı

08 Mart 2022

KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN...



KADINLARIMIZ
Ayın altında kağnılar gidiyordu.
...
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.

Nazım HİKMET

04 Mart 2022

GÜÇLÜ KADINLAR

Güçlü kadınlar vardır, her işlerini kendileri halletmeye çalışan. Anne babaları tarafından böyle yetiştirilen. Evde...
ki tüm tamirat, tadilat işlerinden anlarlar. Bir erkeğe mecbur kalmadan da hayatlarını devam ettirebilirler. Faturalarını kendileri yatırırlar. Hemen hemen tüm işlerini kendileri yaparlar. Hatta etraflarının yükünü de üstlenirler. Özgürlüğü severler, dik durmayı da, güçlüdürler çünkü...

Âşık olduklarında hissederek yaşarlar. Aşklarına kurallar koymadıkları gibi büyük beklentilere de girmezler. Sevdiklerine problem çıkarmazlar. Bütün gün çalışıp durduktan sonra, akşamları yorgun da olsalar sevgilileri buluşalım dediğinde, hemencecik hazırlanıp sevgililerinin onları evden almalarına gerek kalmadan, o her neredeyse onun olduğu yere giderler.

Çoğu zaman sevgililerinin ya da kocalarının haberi bile olmaz yaşadıkları sıkıntıdan, yansıtmazlar çünkü. istemezler kimse onlara acısın.

Sonra da bir bakarlar ki, bu kadar dik durmanın ve sorun çıkarmamanın karşılığında gerçekten de kimse onlara acımaz. Bu durum zamanla gelenekselleşir ve acınmama ile sorun çıkarmama hali yaşam tarzına dönüşür. Ezkaza dayanamayıp sorunlarını paylaşmaya kalksalar, bu sefer de sorunlu kadın, kaprisli kadın, tahammül edilmez kadın damgasını yerler. Bu yüzden de terk edildiklerinde bile hiç seslerini çıkarmaz bu güçlü kadınlar! Terk eden erkek de bilir onun ne kadar güçlü olduğunu ve onsuz da yaşayabileceğini, içinde yaşadığı fırtınalardan bihaber.

Sonra bir dosttan, eşten, ya da tanıdıktan duyarlar ki onu terk eden gitmiş erkeğe muhtaç yaşamak zorunda olan biriyle beraber olmaya başlamış. Erkekler çok severler böyle kadınları. Birinin ona muhtaç olduğunu görmek bir çok duygusunu okşar erkeğin. Onlara kendini erkek gibi hissettirir! Bu zayıf kadınlar erkeklere bağımlıdır.

Mesela fatura filan yatıramazlar, anlamazlar çünkü. Nerden yatırılır onu da bilmezler. Ev ya da yemek alışverişi de yapmazlar, çünkü taşıyamazlar onca torbayı. Hep yorgun olurlar, bütün gün spor salonları, kuaför, o
mağaza, bu mağaza gezerler. Akşama yemek yapmaya fırsat bulamazlar. akşam eşleri eve geldiğinde, bugün nereye yemeğe gidelim, diye sorarlar.
En kötü ihtimal dışardan yemek söylerler. Zayıf kadınlar doğurdukları çocuğa bakacak gücü de kendilerinde bulamazlar, pamuklar içinde yaşamaya alışmışlardır bir kere. Kendilerini hep altın tepsi içinde sunarlar.

Huysuzluk da ederler, ama bu erkeğin hoşuna gider, çünkü kadın ona muhtaçtır, söylenmeyen güçlü kadının aksine, hiçbir şeyi beğenmedikleri gibi devamlı da mutsuzdurlar. Pek teşekkür etmezler, kıskançlık krizlerini de severler Kocasının ve sevgilisinin hayatlarını karartırlar. Erkekler bu kadınları asla terk edemezler. Çünkü o güçsüz, kırılgan bir kadındır. Ayrılırsa kurda kuzuya yem olur. Koruyup kollanmalıdır her an o!


Zayıf kadınlar hiç çökmez, buruşmaz ve yıpranmazlar. Ancak işin ilginç yanı her zaman daha değerli olanlar da onlardır. Ve geride kalan güçlü kadınlar tüm bunların nasıl gerçekleşebildiğine sadece bakakalırlar.

AYLİN KOTİL

24 Şubat 2022

İnsan neden hikayelere ihtiyaç duyar?

 Ateş etrafında anlatılan hikayelerden Netflix dizilerine kadar hikaye anlatımı her toplumda önemli bir işlev görür. Evrimsel teori uzmanları bunun nedenlerini araştırıyor.

4000 yıl önce Babil tabletlerine yazılmış olan Gılgamış Destanı'nın bugün hala okunuyor olması oldukça ilginçtir. Bu destan günümüze kadar ulaşmış en eski edebi eserdir. Yazıldığı tarihten bin yıl sonra bile bu şiirden alıntılar yapılmış olması, hikayenin ne kadar popüler olduğunu gösteriyor.

Bu hikayenin bugün de okunuyor olması ve orada dile getirilen 'dostluk' gibi temel unsurlarının ondan sonra yaratılan birçok popüler hikayede yer bulması ise daha da ilginç.

Hikayelerdeki bu tür ortak özellikler 'edebi Darvincilik' alanında çalışma yürüten akademisyenlerin ilgisini çekiyor. Bu uzmanlar, iyi bir hikayenin özelliklerini ve Homeros'un İlyada destanından Harry Potter'a kadar birçok hikayenin popüler olma nedenlerini ortaya koymaya çalışıyor.


Gılgamış Destanı'nın 4000 yıl önce yazıldığı bir taş tablet

Gerçeklerden kaçmak mı?

Yazının ortaya çıkmasından önce hikaye anlatımı konusunda elimizde kesin kanıt olmamakla beraber, bu eylemin binlerce yıl boyunca insan hayatının önemli bir parçası olduğu tahmin ediliyor. Fransa'da 30 bin yıl önce insanların yaşadığı mağaralardaki resimlerde tasvir edilen sahnelere sözlü anlatımların eşlik ettiği anlaşılıyor.

Michigan Üniversitesi'nden Daniel Kruger'a göre, "Mağaraya baktığınızda birçok farklı resim çizildiğini ve bunların avla ilgili bir anlatıma tekabül ettiğini görürsünüz," diyor. Bu anlatım, grup için önemli dersler içeriyor olabilir. Son buzul çağdan kalma bazı hikayelere bile rastlayabiliriz bugün.

Bugün kamp ateşi etrafında toplanmasak da, ortalama bir yetişkin, uyanık geçirdiği sürenin yüzde 6'sını çeşitli biçimlerde tükettiği kurmaca hikayelere ayırıyor.

Evrimsel açıdan baktığımızda bu, gerçeklerden kaçmak için harcanan uzun bir zaman. Ancak psikologlar ve edebiyat teorisyenleri bu hikaye bağımlılığının birçok yararı olabileceğini söylüyor.

30 bin yıl önce insanların yaşadığı mağaralardaki resimlerde 
tasvir edilen sahnelere sözlü anlatımların eşlik ettiği anlaşılıyor.

Hikaye anlatımı, zihni bileyen bir tür bilişsel oyun olarak görülüyor. Bu yolla, bizi çevreleyen dünyayı simüle etmemiz ve özellikle sosyal durumlara ilişkin farklı stratejiler düşünmemiz mümkün olabiliyor. Missouri-St Louis Üniversitesi'nden Joseph Carroll, hikaye anlatımının "bize başkaları hakkında bilgi verdiğini; empati ve zihin kuramı konusunda bir pratik olduğunu" belirtiyor.

Gerçekten de insanların hikaye okurken veya dinlerken beyin taraması yapıldığında, korteksin sosyal ve duygusal algılama ile ilgili çeşitli bölümlerinin harekete geçtiği ve ne kadar çok hikaye okurlarsa başkalarıyla o kadar kolay empati kurdukları görülüyor.

Dayanışmanın önemi

Evrimsel psikoloji uzmanları, insanın tarih öncesi uğraşlarının hala bugün hoşumuza giden hikayeleri belirlediğine inanıyor. Örneğin, insanlar giderek daha büyük topluluklar halinde yaşamaya başladığında, toplumdan çok alan ama ona hiçbir şey katmayan ya da grup zararına baskın hale gelen insanları engellemek üzere dayanışma ve ortak çalışmayı öğrenmesi gerekiyordu. Hikaye anlatma, doğru sosyal normları yayma amacına hizmet etmek üzere geliştirilmiş olabilir. Kruger, bundan çıkarılacak dersi özetliyor: "Zorbalığa karşı durmak ve zorba olmamak".

Dünyanın farklı bölgelerinde, dayanışma konusunun popüler anlatımda ana tema olduğu görülüyor. Filpinler'de avcı ve toplayıcı 18 grupla yapılan araştırmalarda, anlattıkları hikayelerin yüzde 80'inin ahlaki karar verme ve sosyal açmazlarla ilgili olduğu görüldü. Bu konularda en fazla hikaye anlatılan topluluklarda daha fazla dayanışma olduğu görülüyordu.

Gılgamış Destanı'na dönecek olursak, burada Kral Gılgamış fiziksel gücü ve cesareti ile tam bir kahraman gibi görünse de, aynı zamanda gücünü kötüye kullanan, istediği kadınla yatan bir zorbadır. Ancak Enkidu adındaki bir yabancının karşı çıkmasıyla dostluk ve dayanışmanın önemini öğrenecektir. Dinleyici açısından bu hikayeden çıkarılacak sonuç bellidir: Kahraman kral bile başkalarına saygı duymak zorunda ise siz de duymalısınız. Benzer temalara Homeros'un Odysseia destanında da rastlarız.

Sanayi devrimi sonrasında artan bireycilik nedeniyle insanın dayanışmaya ilgisinde bir azalma olduğu düşünülebilir. Ama Kruger ve Carroll'a göre, 19. ve 20. yüzyıl başlarında yazılmış en popüler İngiliz romanlarında da bu temaya rastlanıyor. Sevilen romanlardaki kötü karakterlerin güçlerini kötüye kullanarak toplum üzerinde baskı kurmaya çalıştığı, iyi kahramanların ise hırslı ve bencil olmadığı görülüyor.

İngiliz yazar Jane Austen, romanlarında evrimsel psikolojiye
yatkın doğru tespitlerde bulunması nedeniyle her döneme hitap edebiliyor.

Kadınların tercihi ne?

Evrimsel teori aynı zamanda romantik hikayelerin ve kadın kahramanların istikrarlı 'baba' figürlerini veya delişmen ahlaksızları tercih ettiğine de ışık tutuyor.

'Babalar' çocukların uzun vadeli güvence ve koruması açısından daha iyi bir tercih olabilir; ama 'seksi oğul hipotezi' olarak bilinen evrimsel teoriye göre, ikincilerin tercih edilmesinde ana etken, onların iyi görünümlü, kurnaz ve cazibeli olma özelliklerinin çocuklarına geçmesi ve böylece çocukların eşleşme bakımından daha büyük şansa kavuşup genlerin devamını sağlaması olabilir. Edebiyatta kötü kişilik özelliklerini bilmemize rağmen yakışıklı çapkın karakterlerin kalp atışımızı hızlandırması bundan kaynaklı olabilir.

Kruger, İngiliz yazar Jane Austen'in romanlarını 200 yıl önce yazmış olmasına rağmen bugün hala okunuyor ve dizilere konu yapılıyor olmasının nedenini, yazarın evrimsel psikolojiye yatkın doğru tespitlerde bulunmasına bağlıyor.

Kötü karakterler

Hikayelerdeki kötü karakterler ise kötü etkinin veya hastalıkların bulaşması korkusunu körükleme işlevi görür. Bu korku insanda evrimsel olarak ortaya çıkmıştır ve koruyucu bir etkisi vardır. Doğamız gereği kabileci bir yapıya sahip olduğumuz için, bu karakterler genellikle "dışımızdaki gruptandır". Hollywood filmlerindeki kötü karakterlerin yabancı aksanlı olması bundandır. Bunların karşımıza çıkarılması ile bizim kendi grubumuza olan bağlılığımız ve fedakârlık duygularımız bilenmiş olur.

Ünlü çağdaş İngiliz yazarlarından Ian McEwan'a göre, romanda gelişen bu evrimsel eğilimler onun kıtaları ve yüzyılları aşarak bize ulaşmasını sağlamıştır. "İçinde yaşadığımız döneme uzak veya kendi kültürümüze yabancı edebi eserlerden hoşlanmamızı mümkün kılan şey, yazarla ortak duyguları, bazı derin varsayım rezervlerini paylaşıyor olmamızdır," diyor Mcwan.

İşte bu derin rezerv nedeniyle, Gılgamış Destanı gibi bir hikaye dün yazılmış gibi taze ve sadık dostun önemini anlatan mesajı, aradan geçen 4000 yıla rağmen hala geçerlidir.

Birçok eski hikayede anlatılan tufan, son Buzul Çağı'nda
Orta Doğu'da yaşanan gerçek olayların kültürel hafızamızdaki
izleri olarak görülüyor.

En eski hikaye

Elimizde kesin veriler olmamakla birlikte, bugün okuduğumuz bazı hikayelerin kökeni tarih öncesine dayanıyor olabilir. Daniel Kruger, Gılgamış Destanı ve Eski Ahit'teki Yaratılış Kitabı'nda anlatılan hikayelerde geçen tufanı, son Buzul Çağı'nda Orta Doğu'da yaşanan gerçek olayların kültürel hafızamızdaki izleri olarak görüyor.

Endonezya'daki Flores adasında yaşayan yerlilerin Ebu Gogo adıyla andıkları kısa boylu, hobbit benzeri efsanevi yaratıkların ise atalarımız Homo sapienslerle aynı dönemde yaşayan ama 10 bin yıl önce nesli tükenen alt insan türlerinin arkeolojik kalıntılarına dayandığı sanılıyor.

"Bölge halkı bu kısa boylu, konuşamayan ama kendisine söylenenleri tekrarlayan insanlara dair hikayeler anlatıyor. Bu hikayelerin on binlerce yıl öncesinden günümüze gelmesi çok şaşırtıcı," diyor Kruger. Tüm bunlar hikaye anlatımının diğer önemli işlevini gösteriyor: Çok eski zamanlara dair kolektif bir hafıza oluşturmak.

Asya ve Avrupa'da farklı kültürel gruplar arasında ağızdan ağıza aktarılan masalların yayılmasını inceleyen antropologlar, ayrıca Demirci ve Şeytan gibi bazı masalların 6000 yıl önce gelen ilk Hint-Avrupa yerleşimcilerle birlikte geldiğini ve onların kıtaya yayılmasıyla masallarının da yayıldığını söylüyor.

23 Ocak 2022

Beyin göçü nedir?

Günümüzde beyin göçü denilince hemen hepimizin zihninde bazı temel kavramlar, kişiler ve hatta belli başlı ülkeler canlanmaktadır. Bu durum kimi zaman olumlu yargılara varmamıza neden olurken kimi zaman da sebep olduğu dezavantajları gözler önüne sermektedir. Dünya genelinde olduğu kadar, Türkiye’de beyin göçü de genç-yaşlı ayrımı olmaksızın en çok tartıştığımız konuların başında geliyor. Tüm bu yönleri ile birlikte, beyin göçünü çeşitleri, sebepleri ve ülkelere olan potansiyel etkileri ile birlikte yazımızda sizler için inceledik.

Beyin göçü nedir?

Son yıllarda popülerliği artan konulardan olması sebebiyle, ''Beyin göçü ne anlama gelmektedir?'' veya ''Beyin göçü nedir?'' gibi sorular aklımızı epeyce meşgul etmektedir. Özellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yetişmiş yetenekli, kalifiye ve iyi bir eğitimle kendini geliştirmiş bireylerin veya daha geniş bir tanımla iş gücünün, gelişmiş bir ülkeye göç etmesi beyin göçü olarak adlandırılır.

Tanımdan da anlayacağımız üzere ülkeleri, beyin göçü alan ve veren ülkeler olarak iki farklı kategoriye ayırabiliriz ve yazımızın ilerleyen bölümlerinde bunların örneklerini de vereceğiz. Ayrıca nitelikli bireylerin ülkeden giderken sahip olduğu aklı ve donanımlarını da beraberinde götürmesi yani bilgisi ile terk etmesinden dolayı bu göç hali böyle tabir edilmiştir. Dünya üzerinde beyin göçü genellikle bilim adamları, mühendis ve doktorlar gibi meslek alanları yani birçok uzman kişi tarafından ülkelerin gelişmişlik düzeyi ve iş imkânları hesaba katılarak gerçekleştirilmektedir.

Beyin göçü çeşitleri nelerdir?

Göç kavramı tek bir hareketliliği ifade etmemektedir ve çeşitli şekillerde gerçekleşebilir. Birbirinden farklı birtakım özellikleri bulunan göçleri etkileyen faktörlerde de değişiklik gözlemlenir. Bu kapsamda beyin göçü de gönüllü göç kategorisinde yer alır çünkü insanlar zorunluluktan dolayı değil, daha iyi eğitim alabilmek veya hak ve özgürlüklerin korunması gibi hayat koşullarının daha iyi olduğu gelişmiş ülkelerde yaşama arzusu içindedir.

Bununla beraber beyin göçünü üç farklı seviyede incelemek mümkündür. Bunlardan ilki coğrafi beyin göçüdür. İyi eğitimli ve yetenekli bireylerin bir bölgeden diğerine olan akışını ifade eder. İkincisi, kuruluşsal ya da örgütsel beyin göçüdür ve burada özellikle bir kuruluşta çalışan kalifiye ve kabiliyetli çalışanların bulundukları şirketten toplu olarak çıkmasını belirtir. Çalışanlar genellikle ya daha iyi bir şirkette çalışmak amacıyla ya da mevcut şirketteki çalışma koşullarının kötülüğünden dolayı beyin göçü eylemini gerçekleştirirler. Üçüncü ve son olanı endüstriyeldir. Vasıflı çalışanların bir kurum ya da şirket gibi küçük bir birimden ayrılmasının aksine tüm endüstriyi terk etmesi durumunda bu tür bir beyin göçü ortaya çıkmaktadır.

Beyin göçünün sebepleri nelerdir?

Hakkında birçok çalışma ve araştırma yapılan konulardan birisi de beyin göçünün nedenleri üzerinedir. Yaşamın hemen her alanında rekabetin zirve noktasını yaşadığı günümüzde, gelişmiş ülkeler için nitelikli bireye duyulan ihtiyaç daha da önem kazanmıştır. Bu durum da, bu ülkelere olan talebin giderek artmasına sebep olmuştur. Artan talebin altında yatan temel sebepler ise beyin göçü sebepleri olarak karşımıza çıkmaktadır, böylece çekici sebepler ve itici sebepler olarak iki farklı kategoriye ayrılmaktadırlar. Her ne kadar böyle bir ayrım yapılsa da beyin göçünün altında daha çok ekonomik nedenler yatmaktadır. Bunları detaylandıracak olursak;

  • Çekici sebepler; adından da anlaşılacağı üzere beyin göçünü çekici kılan unsurlardan oluşmaktadır. Bunun altında yatan asıl sebepler kendi arasında çeşitlilik göstermektedir. Daha kaliteli bir hayat beklentisi, yüksek maaşa kavuşma arzusu, ekonomik anlamda refaha ulaşma, araştırma koşullarının daha gelişmiş olacağının beklentisi ve yabancı eğitim alma imkânı gibi unsurlar beyin göçünün çekici nedenlerini oluşturmaktadır.
  • İtici sebepleri ise; bireyleri gelişmemiş ülkeden gelişmiş olana iten ana unsurlar olarak düşünebiliriz. Bunlar arasında ekonomi politikalarındaki yanlışlar, yüksek işsizlik oranı olması, vergilerdeki sürekli artış, kalifiye ve nitelikli çalışanın değerinin bilinememesi, ülke maaşlarındaki çeşitli sorunlarla birlikte düşük ücretler ile çalıştırılmak, nitelikli yöneticilerin çok az olması ve gelecek kaygısı gibi nedenler örnek olarak gösterilebilir.

Bir ülkede bilime, sanata ve teknolojiye gerekli önemin verilmemesi, geleceğe yönelik yapılan araştırmaların, projelerin ve girişimlerin yeterince desteklenmemesi de beyin göçüne yol açan diğer önemli sebeplerdendir. Eğitim sisteminde yaşanan sorunlar, fırsat eşitliğinin olmaması ve özellikle akademik anlamda ilerleyip gelişmenin önüne çeşitli engeller çıkarılması da beyin göçünün eğitimsel anlamdaki sebeplerindendir.

Türkiye’de Beyin Göçü ve Nedenleri

Türkiye söz konusu olduğunda ülkemizde beyin göçü başlı başına temel sorunlardan biri olarak görülmektedir. Türkiye, uzun yıllardır başta Avrupa ülkeleri olmak üzere çeşitli ülkelere zaten göçler vermekteydi fakat son yıllarda beyin göçündeki, özellikle genç yaş grubu arasında, yaşanan inanılmaz artış konunun önemini gözler önüne sermektedir. Bu durumun ülkemize getirdiği birçok dezavantajının olduğu da bir gerçek ve önüne geçilmediğinde Türkiye beyin göçü konusunda uzun vadede çeşitli sıkıntılar yaşamaya devam edecek gibi gözükmektedir.

Beyin göçü yapan Türklere baktığımızda gittikleri ülkelerde büyük başarılara imza attıklarını görmekteyiz. Kimisi bilimsel anlamda insanlığa katkılar sunarken kimisi de çalışmaları ile önemli ödüllere layık görülmektedir. Burada aklımıza neden bu değerlerin ülkemizde gelişemediği sorusu gelmektedir. Bu konuda tek bir nedenden veya cevaptan bahsetmek doğru olmayacaktır. Sosyo-ekonomik anlamda çeşitli nedenler ülkemizdeki beyin göçünün oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Yurt dışına giden kişileri dinlediğimizde ya da oranlarına baktığımızda, beyin göçünde bireysel özgürlükler ve ideolojik nedenlerin yanında ekonomik temelli sebepler de dikkati çekmektedir. Bugün, iş hayatında kazanılmak istenen pozisyonlarda büyük bir yarış hali var ve piyasalar yetişmiş çalışan sayısını karşılayamamaktadır. Halkın zihninde oluşan ne kadar iyi eğitim almış olsam da ve kendimi geliştirip donanımlı bir birey haline gelsem de yine istediğim işi yapamayacağım korkusu ve genç yaşlardan itibaren başlayan maddi ve sosyal anlamdaki gelecek kaygıları, görünen en belirgin ekonomik nedenlerdendir.

Gidilmek istenen ülkenin cazip gelen yaşam şartları da eklenince vasıflı bireylerin hemen ilk hedeflerinden biri yurt dışına göç etmek olmaktadır. Buna ek olarak ülkemizde siyasetin ve siyasi olayların yaşamımızda baskın olmasından dolayı, ideolojik anlamda aradığını yurt dışında bulan bireyler de bu sebeple beyin göçünü gerçekleştirmektedir.

Beyin göçünün ülke gelişimi üzerindeki etkileri nelerdir?

Beyin göçünün ülke gelişimi üzerindeki etkilerinden bahsedecek olursak bunun için konuyu iki aşamada incelememiz gerekmektedir. İlk olarak beyin göçü veren ülkeler açısından değerlendirelim. Bu tarz ülkelerde imkânlar zaten ya çok kötüdür ya da yeterli değildir ve üstüne bir de nitelikli insan sayısının yıldan yıla ülkeyi terk etmesi durumu iyice zorlaştırmaktadır. Böyle bir ortamda duruma müdahale edilmediği takdirde ülke gelişimi pek çok yönden olumsuz etkilenecektir. Ülkeyi geliştirebilecek ve kalkındırabilecek potansiyel nitelikli insan sermayesini kaybetmek bu ülkeler için çok büyük kayıptır.

Diğer yönden, yani beyin göçü alan ülkeler açısından, incelediğimizde bu durum tam tersine işlemektedir. Başka herhangi bir ülkenin donanımlı bireylerini ülkesine çekmeyi başaran bu gelişmiş ülkeler çeşitli avantajları da elde etmektedir. En başta bu bireyler aradıkları imkanları bularak ve hak ettikleri değerleri görmekte, bu motivasyon ile araştırma ve çalışmalar yaparak geldikleri ülkenin gelişimine akademik anlamda katkılar sunmakta, iş yaşamında yetenekli olanlar ise ekonomik yönden başarılar göstermektedir. Bu da beraberinde var olan kalkınmayı hızlandırarak bilim ve sanat gibi hemen her alanda ilerlemeler kaydedilmesine sebep olmaktadır.

Tersine beyin göçü nedir?

Klasik anlamda beyin kazanımı olarak adlandırabileceğimiz tersine beyin göçü, başarılı ve nitelikli bireylerin geçmiş zamanda ayrıldıkları ülkelerine tekrar dönüş yapmaları ve bununla birlikte çalışmalarına burada devam ederek ülkelerine bilgi ve sermaye sağlamaları olarak tanımlanabilir. Tersine beyin göçü ile birlikte sermaye kaybını tekrar kazanmak esas amaçtır da denilebilir.

Tersine beyin göçünün gerçekleşebilmesi için, bireylerin göç etikleri zaman elde ettikleri kazanımlarının göç etmeden öncekine oranla daha yüksek olması ise büyük bir gerekliliktir. Tersine beyin göçünün yaygınlaşmasında, göç veren ülkenin yaşam standartlarındaki artış önemli bir rol oynamaktadır. Ekonomik veya sosyal durumun arttığı bir ülkede göçmenlerin geri dönmesi daha muhtemeldir. Bu sebeple, birçok gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkeler kısıtlı kaynaklarını kullanarak beyin göçü nasıl engellenir konusunda tersine beyin göçü politikaları uygulamaktadırlar.

Ülkemize baktığımızda, tersine beyin göçü politikaları bizde de Meclis’in ve liderlerin gündeminde yer işgal etmektedir çünkü Türkiye son yıllarda eğitimli ve genç nüfusunun çoğunu beyin göçü ile birlikte kaybetmektedir. Özellikle 25-29 yaş aralığındaki nitelikli bireylerin büyük bir çoğunluğunun ülkeden gitmesi, Türkiye için ciddi bir problem olarak sürmektedir.

En Çok Beyin Göçü Alan Ülkeler

Dünya geneline baktığımızda beyin göçü sorunu sadece bize özgü değildir, hemen hemen bütün ülkelerin gündeminde yer almaktadır. Bilimsel, teknolojik ve akademik anlamda fırsatlarını değerlendirerek gelişen ve istihdam oranı en yüksek ülkeler, beyin göçü alan ülkeler olarak adlandırılmaktadır.

Şimdi gelin bunlardan birkaç tanesini örneklendirelim.

  1. Norveç: Oldukça geniş iş olanaklarına sahip olan Norveç, düşük işsizlik oranı ile birlikte kişi başına düşen milli gelirinin yüksekliği açısından değerlendirildiğinde en çok beyin göçü alan ülkelerin başında ilk sırada yer almaktadır. Dünya üzerinde hemen herkesin yaşamayı istediği gözde ülkelerden biri olan Norveç’te sosyal hakların korunması ve iş ücretlerindeki yükseklik de yine beyin göçü almasında en önemli etkenlerden sayılmaktadır.
  2. İsveç: Yüksek refah seviyesi ve eğitim alanındaki gelişmiş olanakları sayesinde İsveç de listeye ikinci sıradan giriş yaparak nitelikli ve kendini yetiştirmiş bireylerin ilgisini uzun yıllardır çekmektedir. İsveç başta eğitim, bilim ve endüstri olmak üzere çeşitli alanlarda yapılan proje ve araştırma geliştirme çalışmalarına verdiği desteklerle adından söz ettirmektedir.
  3. ABD: Bugün iş hayatında çalışma koşulları en iyi olan ülkelerden biri olan ABD için, beyin göçü vasıtasıyla nitelikli bireyleri ülkesine çekmek belki de en önemli ve gerekli politikalarının başında gelmektedir. Çeşitli ülkelerden her yıl sayısız başarılı öğrenciyi ya da alanında uzmanı ülkesine değer olarak katmayı başarmakta bu da ülkenin ekonomi ve bilim anlamında gelişimine doğrudan etki etmektedir. ABD’nin en fazla beyin göçü alan ülkelerin içinde olmasında eşit çalışma koşulları, işsizlik oranındaki düşüklük ve buna ek olarak birçok akademik çalışmada bireylere sunduğu çalışma ve burs olanakları önemli bir rol oynamaktadır.
  4. Kanada: Hayat standartlarının gelişmiş olduğu refah seviyesi yüksek diğer ülkeler gibi Kanada da her yıl binlerce insanı ülkesine çekmeyi başararak ABD’ye alternatif en çok beyin göçü alan ülkelerden biridir. Türkiye’den sayısız nitelikli ve kalifiye kişilerin beyin göçü tercihlerinde Kanada’nın başta geldiği de bir gerçektir. Kanada’nın böylesine fazla göç almasında etkili olan en önemli özelliği ise farklı kültürlere kucak açarak onları bünyesinde barındırmadaki başarısıdır.
  5. Avustralya: Yukarıda saydığımız ülkeler gibi Avustralya da benzer gelişmiş yaşam imkânları ile beyin göçü için en çok tercih edilen ülkelerin arasında bulunmaktadır. Ekonomisi güçlüdür, işsizlik azdır ve ülkeye gelen göçmenlere iyi şartlar sunmaktadır. 

Bu ülkelere ek olarak Almanya, İsviçre ve İngiltere de yine beyin göçü alan ülkeler olarak önemli avantajlar elde etmektedir.

En Çok Beyin Göçü Veren Ülkeler

Bilim, teknoloji ve endüstri gibi temel alanlarda henüz kendini geliştirememiş, nitelikli bireylerinin ve bilim insanlarının çalışmalarını destekleyemeyen ülkeler, en çok beyin göçü verenler olarak nitelendirilmektedir. Bunların başında Hindistan’ı örnek gösterebiliriz. Bildiğiniz gibi Hindistan’dan, özellikle ABD’ye birçok öğrenci ya da mühendis gibi, alanında uzman oldukça yetenekli insanlar göç etmektedir; bu da ABD’deki yazılım ve bilişim alanlarındaki çalışmaların sayısının ve niteliğinin artmasına neden olurken Hindistan’ın bunlarda daha da gerilemesine yol açmaktadır. Bu sebeple son yıllarda ülke için tersine göç politikaları uygulanmaya çalışılmakta, göçmenlere ülkelerine dönerek çalışmalarına orada devam etmeleri konusunda çağrılar yapılmaktadır.

Kalabalık nüfusu ile öne çıkan Çin için de beyin göçü bir sorun haline gelmiş durumdadır. Dünyanın hemen her yerine göç eden gençleri geri döndürmek için çeşitli yatırımlarla teknolojik merkezler kuran Çin de en çok beyin göçü veren ülkeler içinde yer almaktadır.

Bunlara ek olarak İsrail de beyin göçü konusunda başı dertte olan ülkelerdendi. Son yıllarda inovasyon ve girişimcilik konularındaki destekleri ile beyin göçünün ve başarılı insanları kaybetmenin önüne geçmeye çalışmaktadır. Türkiye ise 32 ülke arasında en çok beyin göçü veren 24’üncü ülke olarak riskli bir konumda yer almaktadır.

Beyin Göçü ile İlgili Örnekler

İnsanlık tarihi boyunca göç, örnekleriyle ve çağlara olan etkisiyle en önemli konuların başında gelmiştir ve aynı şekilde tarihte ve günümüzde pek çok önemli beyin göçü örnekleri de bulunmaktadır. İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce pek çok bilim insanının Almanya’dan ABD’ye beyin göçü yapması bunların arasında Einstein gibi çok başarılı insanların da yer alması bunun örneklerinden biridir. Yine aynı şekilde İstanbul’un fethi sırasında çoğu yabancı kökenli bilim insanı ve düşünür Osmanlı Devleti'nden Avrupa’ya göç etmiş, Avrupa’nın bilimde ilerlemesine katkıda bulunmuşlardır. Türkiye için de günümüz şartlarında oldukça zeki ve yetenekli bireyler yurt dışında yaptıkları çalışmalar ve kazandıkları ödüller ile adından söz ettirmektedirler. Bunlara en iyi örnekler; Gazi Yaşargil, Aziz Sancar, Uğur Şahin ve Özlem Türeci gösterilmektedir.

Kaynak:Toptalent

17 Ocak 2022

Amozon'da aşı yolculuğu: Babasını altı saat sırtında taşıdı

Brezilya'da bir Amazon yerlisinin babasını sırtında Covid aşısı yaptırmaya götürdüğü fotoğraf sosyal medyada büyük ilgi gördü.

Kaynak, Erik Jennings Si

Bir doktor tarafından geçen yıl çekilen ancak Instagram'da 1 Ocak'ta paylaşılan bu fotoğraf, aynı zamanda dünyanın ücra köşelerinde aşıya erişimin zorluğunu yansıtıyor.

Fotoğrafta 24 yaşındaki Tawy, 67 yaşındaki babası Wahu'yu aşıdan sonra eve götürürken görülüyor.

Tawy'nin aşı merkezine ulaşmak için babasını saatlerce sırtında taşıdığı belirtiliyor.

Brezilya makamlarının resmi verileri ülkede şimdiye kadar yerli topluluklardan 853 kişinin Covid-19'dan hayatını kaybettiğine işaret ediyor.

Ancak yerli hakları grupları bu sayının gerçekte çok daha fazla olduğunu söylüyor.

Apib adlı sivil toplum kuruluşunun araştırmasına göre sadece Mart 2020 ile Mart 2021 arasında yerli halktan bin kişi yaşamını yitirdi.

Tawy ve Wahu, yaklaşık 325 kişiden oluşan Zo'e topluluğuna mensup.

Topluluk, Para eyaletinde 1,2 milyon futbol sahası büyüklüğünde bir alana yayılan ücra köylerde yaşıyor.

Fotoğrafı çeken doktor Erik Jennings Simoes, Wahu'nun çok az gördüğünü ve idrar yollarındaki rahatsızlık nedeniyle yürüyemediğini söyledi.

Dr. Simoes BBC'ye Tawy'nin aşı kulübesine gelebilmek için babasını 5-6 saat sırtında taşıdığını belirterek fotoğrafın baba-oğul arasındaki sevgiyi yansıttığını ifade etti.


Kaynak, SESAI

Fotoğraf Ocak 2021'de, Brezilya'da aşılama programının başladığı günlerde çekildi.

Dr. Simoes, fotoğrafı yeni yılın başlangıcında dünyaya iyi bir mesaj göndermek için paylaştığını söyledi.

Brezilya, dünyada Covid-19 salgınından en ağır şekilde etkilenen ülkeler arasında yer alıyor. Ülkede şimdiye kadar Covid kaynaklı 621 bin ölüm kayıtlara geçti.

Baba eylülde öldü

Brezilya'da aşılama programı başlatıldığında Zo'e halkı öncelikli grup kategorisine alınmıştı.

Ancak aşılama ekibi Zo'e topluluğunun çok geniş bir alana yayılması nedeniyle tüm köylere gidemedi. Doktorlara göre her köye ulaşılması haftalar alacağı için ormanda bir kulübe kuruldu ve köylere telsizlerle haber verildi.

Tawy'nin babası Wahu'nun geçen eylülde henüz bilinmeyen bir nedenle hayatını kaybettiği belirtiliyor. Üçüncü doz aşısını yaptıran Tawy, ailesiyle yaşıyor.

  • Vinícius Lemos
  • BBC Brezilya Servisimões

08 Ocak 2022

Evlilikte ve ilişkilerde doğru tartışma yöntemleri ve çiftlerin uyması gereken 11 kural


Evliliklerde ve ikili ilişkilerde zaman zaman çatışma ve gerilimler olabilir. Ancak çiftler arasındaki kavgalarda öfke kontrol edilmeli ve sağlıklı bir ortak tartışma zemini bulunmalı. Öfkenin en güzel ilacı sorunu konuşmayı ertelemek. Yine de nasıl ki fırtınasız bir bahar mümkün ve gerçekçi değil ise evlilikte de fırtınalara fırsat tanımak gerekiyor. Tabii ki öfkeyi doğru kontrol ederek... Peki evliliklerde ve ilişkilerde doğru ve daha az hasarla çıkılabilecek bir tartışma zemini nasıl sağlanır? Çiftlerin uyması gereken kurallar nelerdir? İşte doğru tartışma yöntemleri ve çiftler için kavga sırasında uyulması gereken 11 kural.


Aile içinde ve uzun süreli ilişkilerde zaman zaman çatışma ve tartışma yaşanmasının normal olduğunu belirten Nöropsikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Evlilikte bizim bir ilkemiz var. Evlilikte fırtınalara fırsat verilmesini tavsiye ediyoruz. Baharda nasıl fırtına olursa fırtınasız bir bahar beklemek mümkün değil. Gerçekçi de değil. Evlilikte de ilişkilerde de fırtınalara fırsat vermek önemlidir. Ancak öfke kontrolünün sağlanması gerekir.” dedi.

Peki ilişkilerimizde oluşan tartışma durumlarında nasıl davranmamız gerekiyor? Bir kavgadan nasıl en hasarsız şekilde çıkabiliriz?


1. Öfkeye itfaiyeci modeliyle yaklaşın

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Öfke yangın gibidir. Öfkeli durumlarda yangına nasıl yaklaşılıyorsa öyle yaklaşmak gerekir." diyor.

Öfke sırasında tepki gösterip karşı tarafı suçlarsanız yangını daha da büyütürsünüz. Yangını beslemiş ve desteklemiş olursunuz.

Yangın çıktığı zaman nasıl davranılır? Yangını söndürmeye odaklanırsınız. Sebeplerini sonra incelersiniz. Öfkenin en güzel ilacı ertelemektir.


Tartışmayı neden ertelemek gerekir?

Öfke kişinin muhakemesini bozar ve yanlış kararlar vermesine sebep olabilir. Muhakemesi bozuk kişinin duyguları ve öfkesi tıpkı savaş stratejisi duygularıdır. Savaş stratejisi ise orman kanunlarıdır. Orman kanunlarının olduğu yerde siz de aynı şekilde davranacaksanız o kadar vahşi ve o kadar kötücül olmanız gerekir. Öyle olunca orman kanunlarında olduğu gibi güçlü zayıfı yener.


2. Gerginlik anında ortamı değiştirin

Gerginlik anlarında, öfkeliyken anında yan odaya geçin, ortam değiştirin.

Kişi bağıran kişiye yumuşak bir sesle ‘Ya ben seni anlamaya çalışıyorum. Yavaş konuşur musun?’ diyebilir. Böylece karşı tarafın ezberi bozulur. Böyle olunca da ses tonunu yumuşatır ve normal konuşmaya başlar. Öfkeli kişi ‘Beni anlamaya çalışıyor’ diye düşünür.

Böylece güç savaşlarını yenersiniz.


3. Dur, düşün, yap kuralını hayata geçirin

Öfke anında konuşmak yanlıştır ve söz konusu konunun konuşulması daha sonraya bırakılmalıdır.

Genellikle önce sinirlenip, bağırıp sonra düşünürüz; duygu odaklıyızdır.

Oysaki "dur, düşün, yap" kuralı hem ilişkilerde hem de evlilikte hayatımızın bir parçası haline gelmelidir.

Dur, düşün, yap anlayışı yıllar içerisinde öğrenilir. Olgunlaştıktan, 40 yaşından sonra beyin bunu daha sağlıklı kullanabilir hale gelir.

İnsan hep sağlıklı karar veremeyebilir. Bunun için durup düşünüp karar vermek bir beceridir ve bu beynin ön bölgesinin eğitimidir.


4. İlişkilerde ve evlilikte temel 5S değerine sahip çıkın

İlişkilerde ve evlilikte hatalar ve krizlerin çoğu düşünmeden hislerle hareket etmek sonunda ortaya çıkıyor. Ancak tarafların zaafları olabilir. Kimisi kıskançtır, kimisinin egosu yüksektir. Bunlar zaman içerisinde törpüleniyor. Ancak evliliğin değerlerine sahip çıkmak gerekir. Bunların başında gelen sevginin olması çok önemli bir değerdir. Bu değerlere teorik olarak 5S denir.

Evlilikte 5S

Sevgi

Saygı

Sabır

Sadakat

Samimiyet


Evlilikte 5S değerleri nasıl korunur?

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, evlilikteki 5S değerinin önemine işaret ederek bu değerlerin neden korunması gerektiğini ve nasıl korunabileceğine dair şu önerilerde bulundu:

Sevgi: Sevgi su gibidir, su kaynağı gibidir.

Saygı: Saygı da bir kova gibidir. Sevginin sınırlarını o korur. Eğer saygı yoksa sevgi hasar vermeye başlar. Bu nedenle sevgi saygıyla birlikte olmalıdır.

Sabır: Üçüncü S olan sabır evlilikte en önemli şeydir. Evlilikte aceleci olduğun zaman kaybedersiniz. Bu, hayatta da, iş hayatında veya sosyal hayatta da böyledir. Zaman yönetimini yapabilmek önemlidir. Sabır demek bir kenara çekilip beklemek değildir. Aktif sabır anlaşılmalıdır. Sabır, doğanın hız ritmine uymaktır. Böyle durumlarda hedefin vardır. 'Buna yönelik şu anda buna katlanıyorum' dersin. 'Bunun düzelmesi için neler yapabilirim' dersin.

Sadakat: Dördüncü S olan sadakatin ise iki ayağı vardır. Biri dürüstlüktür, ikinci ayağı da bağlılıktır. İkisi bir aradadır.

Samimiyet: Beşinci S de samimiyettir. Tüm bu değerleri güçlendirmeye çalıştırır. Evlilikte bunları güçlendirmenin yoluna bakılırsa sorun da kendiliğinden yok olur.


5. Güzel sözler sarf edin

Karanlıkla mücadelenin en güzel yöntemi mum yakmaktır. Evlilikte de böyledir. Yanlışlarla mücadelenin en güzel yöntemi olumlu, iyi, güzel şeyler anlatmaktır. Örneğin eşinize karşılıksız iyilik yapmak sorunları çözmeye yardımcı olur. Bir tebessüm, birkaç güzel söz, sevgi dolu bir bakış, sıcak bir dokunuş birçok problemi çözer.


6. Adil olun

Ailede çiftlerin birbirlerine karşı adil olması gerekir. Evlilikte de adalet kavramı çok önemlidir. Çocuklar bu kavramı ailede öğrenir.


7. "Sen" dili yerine "ben" dili kullanın, suçlayıcı olmayın

Evlilikte karşı tarafı suçlayıcı "sen" dili yerine "ben" dilinin kullanılması gerekiyor. Kişinin karşı tarafa çok üzüldüğünü anlatması önemli.

Kişi ‘Ben şu an çok üzülüyorum, çok inciniyorum, bunu şu anda konuşmak doğru değil.’ dediği zaman karşı tarafın o düşünen beyni devreye girer.


8. Ağlamayın, soğukkanlı olun

İkili ilişkilerde veya evlilikte tartışma sırasında özellikle kadının ağlamaması gerekir. Ağlamak yerine gayet soğukkanlı bir şekilde tavır almayı deneyin. Ağlamak, kendini hırpalamak yerine ‘bu davranışını doğru bulmuyorum’ demeyi bilin.


9. Empati kurun

Ailede çiftler arasında empati kıymetli bir kavram. Empatinin olduğu yerde adalet oluyor. Ben merkezciliğin olduğu yerde empati zayıflıyor.


10. Uzun süre küs kalmayın

Çiftlerin uzun süre küs kalmamaları gerekiyor. Paranoid kişiler çok küs kalır. Bu kişilerde intikam duygusu yüksektir. Yapılan kötülüğü hayatta unutmazlar, çok kindarlardır. Ancak yaşanan soruna rağmen tarafların çok uzatmadan barışması gerekir. Çiftler birbirlerine ‘Aynı gemideyiz, bu geminin yoluna devam etmesi için bazı ortak şeyler bulabilmemiz gerekiyor. Problemleri çözebilmemiz gerekiyor’ demesi ve bu duyguyu oluşturması gerekiyor.


11. Özel konuları başkalarıyla paylaşmayın

Evlilikte tartışmanın temek kurallarından bahseden Prof. Dr. Tarhan, son olarak tarafların başkalarının yanında eşlerini eleştirmekten, küçük düşürecek davranışlarda bulunmaktan kaçınmalarını da tavsiye ediyor ve sözlerini şöyle tamamlıyor:

Özel konular aile içinde kalmalıdır. Yakın çevre de dahil kimseyle paylaşılmamalıdır. Evlilikte mutlaka özel alan oluşturmak gerekiyor. Varsa çocuğun iyi yetişmesi için de sevgi, saygı ve güvenin olduğu bir ortam gerekir. Sevgi, saygı, güvenin bulunduğu iklim yoksa sağlıklı bir çocuk beklenilemez.

Türkiye Şehirleri Türkiye Coğrafyası Dünya Şehirleri Dünya Coğrafyası Ülkeler



  • Blog Yazıları


    Email
    KISA KISA
    X



    Folower Button

    Takipçiler

    Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
    Copyright © 2020. merhancag . All Rights Reserved.

    Bilgi Mesajı

    Duvarı Aşamıyorsan Kapı Aç

    Kıssadan hisse Kısa Kısa'da sizi bekliyor...

    facebook sayfamızı takip edebilirsiniz!