Güzel Bir Hafta Sonu Dileriz

Kısa Kısa'da yeni bir Hikaye

Yolunacak Kaz?..

Sağlıcakla Kalın

×

Loading...
LÜTFEN KULAK VERİN "COVİD" TEHLİKELİDİR

















SON YAZILAR :
Loading...


Bilim-Teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim-Teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

08 Mayıs 2022

İnsan Vücudunun Dondurularak Uzun Yıllar Boyunca Korunmasına Ne Kadar Yakınız?

Neredeyse donmasına rağmen hayatta kalan canlılar ve dondurularak saklanan spermlerden başlayıp insanın bunu başarma ihtimaline uzanan aydınlatıcı bir yazı.


Birçok canlının donmaya karşı bir miktar direnci vardır(hücre bazında düşünün) fakat bizim gibi karmaşık bir yapıya sahip olan rana sylvatica türü alaska ağaç kurbağalarının bir süper kahraman niceliğinde özellikleri vardır. bu ufak canlılar , donma halindeyken vücutlarındaki suyun %65'inden fazlası tamamen donsa da, haftalarca hayatta kalabilirler. hatta, -2 santigrat sıcaklıkta tamamen donarlar. -6 santigrat sıcaklıkta ise, donmuş haldeyken, günlerce yaşamlarını sürdürebilirler.

İlk olarak Reaumur (1736) ve Spalanzani (1787) böcek ve hayvan spermi ve ovumunu dondurarak saklamayı denemişler ancak bir başarı yakalayamamışlardır. yıllar geçse de böyle deneyler devam etmiş ve ilk başarılı dondurma işlemi 1949’da Polge ve arkadaşları tarafından yapılmıştır. dondurduğumuz ilk canlı hücre ise insan spermi olmuştur.

Bunca çalışmadan sonra artık rahatlıkla bazı hücreleri ve spermleri uzun süreli dondurmak mümkündür. bir veteriner hekim olarak sperm dondurmayla ilgili kabaca bir bilgi vereyim; buradaki en önemli kriterler biri ortamın hipertonik olmasıdır yani yoğun diyebileceğiz bir yapıda bulunmasıdır, bu durumda donduracağımız hücre içi su miktarı azalmaya başlar ve su hücre dışındaki hiper tarafa geçer. çünkü yaşam kaynağımız su donduğu zaman kristalize bir yapı oluşturur ve buz kristalleri bıçak gibidirler ve hücreye zarar verebilirler. işte bu sağlamak için bizler gliserol, yumurta sarısı veya özel hazırlanmış dondurma solüsyonları (dimetilsulfoksit gibi) kullanırız. bu solüsyonlar hem hücre içine hem de hücre dışına etki ederek birer antifriz görevi görürler, bu sayede spermler donma aşamasında zarar görmemiş olurlar.

Yukarıdaki bu özel karışımı yaptıktan sonra ilk önce ön dondurma dediğimiz sıvı atoz buharında soğutma (- 5°c ile - 15°c) işlemi yapılır, daha sonra hazırlanan payetler burada yeteri kadar bekletildikten sonra direkt olarak -196 dereceye, yani sıvı azotun içine atılır. sonuç: elde ettiğimiz spermleri tekrar kullanmak üzere dondurmuş oluruz. tabii ki canlılıklarına bir zarar gelmeden.

Böyle şeyleri yaptığımız halde insan bedenini dondurmak mümkün müdür peki?

(tekrar yaşama dönecek şeklinde.) tabi ki de insanoğlu durmamış ve bunun üzerine sorular sormuş ve çalışmalar yapmıştır.

- 1955 yılında james lovelock mikrodalga diatermi yöntemini kullanarak 0 celsius’ta dondurulmuş fareleri canlandırmayı başarmıştır.

- 1962 yılında fizikçi robert ettinger'in 'ölümsüzlük beklentisi' (the prospect for immortalty) adlı kitabında cryonics’in temelini atmış oldu. ettinger bu işlemin 'tam ölüm anında' kendisine uygulanmasını da öngörmüştür.

- 1964 yılında evan cooper tarafından 'life extension society' (les) kurulmuştur.

- 1967 yılında ise psikoloji profesörü james bedford dondurulan ilk insan olarak tarihe geçmiştir.

- 1987 yılında berkeley üniversitesi’den dr. paul e. segall köpeğini 15 dakikalığına dondurmuştur.

2015 yılında ise çinli çocuk edebiyatı yazarı du hong, 61 yaşında dondurularak saklanmıştır. Bu kadar çalışmanın ardından sorumuzun yanıtı, ne yazık ki muhtemelen hayır

Çünkü yukarıda da anlattığım gibi bu kurbağalar bunun için evrimleşmiş ve vücutlarında gliserol tarzı antifriz molekülleri oluşturmuşlarıdır. fakat insanın karmaşık yapısına baktığımızda en büyük engelin fiziksel kompozisyonumuzun korunmasıdır. yani insan vücudunun üçte ikisi sudur, bu da doğru şekilde dondurulmazsa insan vücudundaki hücrelerin yaklaşık yüzde 66'sının buza dönüşeceği anlamına gelir. vücudumuzdaki su donduğunda hem genişler hem de kristalize olacağından dokuları damarları ve diğer bir çok şeyi parçalar.

Sonuç olarak bulduğumuz teknolojilerle ve bilgilerle bir insanı dondurmak ve çözmek mümkün değildir. fakat ileriki zamanlarda bu mümkün olabilir, bunu başarmak için alcor gibi şirketler hala çalışmalarına devam etmektedirler.

15 Nisan 2022

Transistör ve İcadı

Geçirgeç veya transistör girişine uygulanan sinyali yükselterek gerilim ve akım kazancı sağlayan, gerektiğinde anahtarlama elemanı olarak kullanılan yarı iletken bir elektronik devre elemanıdır. BJT (Bipolar Junction Transistor) çift birleşim yüzeyli transistördür. İki N maddesi, bir P maddesi (NPN) ya da iki P maddesi, bir N maddesi (PNP) birleşiminden oluşur. Transistör üç kutuplu bir devre elemanıdır. Devre sembolü üzerinde orta kutup Base (B), okun olduğu kutup Emitter (E), diğer kutup Collector(C) olarak adlandırılır. Base akımının şiddetine göre kollektör ve emiter akımları ayarlanır. Bu ayar oranı kazanç faktörüne göre değişir. Transistörler elektronik cihazların temel yapı taşlarındandır. Günlük hayatta kullanılan elektronik cihazlarda birkaç taneden birkaç milyara varan sayıda transistör bulunabilir.

Tarihçe

20. Yüzyılın en önemli buluşlarından biri olarak kabul edilen ve elektronik devrelerin can damarı olan transistörler, 1947 yılında yapıldı. Dünyanın en büyük telefon şirketi olan Bell kuruluşlarının araştırma laboratuvarlarında, William Shockley başkanlığında John Bardeen ve Walter Brattain´den oluşan ekip, teknolojide yepyeni bir çığır açan bu buluşlarından dolayı, 1956 yılında Nobel Ödülü´nü paylaştı.


Bardeen ve Brattain, radyo ve telefon sinyallerinin alınmasında, güçlendirilmesinde ve yansıtılmasında kullanılan termiyonik kapaklara karşı bir seçenek bulmak için uğraşıyorlardı. Çabuk kırılabilen ve pahalıya mal olan bu lambaların ısınması için belirli bir sürenin geçmesi gerekiyordu. Ayrıca bir hayli de elektrik tüketiyordu.

Ekip ilk transistörü, ince bir germanyum tabakasından yaptı. 1947 Noel´inden iki gün önce, bu transistör bir radyo devresine takıldı ve Brattain, defterine şu satırları yazdı: "Bu devre gerçekten işe yarıyor. Çünkü ses düzeyinde hissedilir bir yükselme sağlandı." Transistör, tıpkı lamba gibi, ses sinyalini güçlendiriyordu. Ama hem boyut olarak çok daha küçüktü hem de daha az enerjiye ihtiyaç duyuyordu.

Önceleri küçücük bir aygıtın o koca lambaların yerini alabileceğine pek az kimse inandı. Ama Shockley ve ekibi, dört yıl içinde büyük gelişmeler sağladılar. 1952 yılında transistör orijinal boyutunun onda birine indirildi ve çok daha güçlendi. 1957´de yılda 30 milyon transistör üretilebilecek aşamaya gelindi. Bu alanda gelişmeler yine de sürdürüldü. Bilim adamları, germanyum tabakası yerine, çok daha büyük sıcaklıklara dayanabilen silisyum kullanmaya başladılar. Akımı saniyenin 100 milyonda biri kadar kısa bir zamanda iletebilen transistörler imal edildi. Bunların sayesinde cep tipi hesap makineleri, dijital saatler yapıldı. Radyo ve televizyon alıcılarındaki lambaların yerini de transistörler aldı. Eğer bu küçük harika aygıtlar olmasaydı, uydu haberleşmeleri, uzay araçları ve aya insan göndermek de mümkün olmayacaktı.

Elektron lambaları ilk defa 1906'da Londra Üniversite Kolejinde uygulama sahasına konulmuştur. 1925'te Lilien Field ve 1938'de Hilsch ve Pohl tarafından, lambaların yerine geçecek bir katı amplifikatör elemanı bulma konusunda başarısızlıkla sonuçlanan bazı denemeler yapılmıştır. Çalışmaların amacı, lambalarda olduğu gibi katılarda da elektrostatik alan etkisi ile elektron akışını sağlamaktı. Daha sonraları bu çalışmalar bugünkü transistörlerin temelini teşkil etmiştir.

1931-1940 yılları katı maddeler elektroniği hakkında daha ziyade teorik çalışmalar devri olmuştur. Bu sahada isimleri en çok duyulanlar; L. Brillouin, A. H. Wilson, J. C. Slater, F. Seitz ve W. Schottky'dir.

1948 yılında, Walter H. Brattain ve John Bardeen kristal redresör yapmak için Bell laboratuvarlarında çalışıyorlar. Esas olarak yapılan; çeşitli kristallere temas eden bir ‘catwhisker’ in tek yönde iletken, diğer yönde büyük bir direnç göstermesi ile ilgili bir çalışmadır. Deneyler sırasında Germanyum kristalinin ters akıma daha çok direnç gösterdiği ve daha iyi bir doğrultma işlemi yaptığı gözlemlendi ve böylece germanyum redresörler ortaya çıktı.

Brattain ve Bardeen germanyum redresör ile yaptıkları deneylerde, germanyum kristali üzerindeki serbest elektron yoğunluğunun, redresörün her iki yöndeki karakteristiğine olan tesirini incelediler ve bu sırada, catwhisker'e yakın bir başka kontak daha yaparak deneylerini sürdürdüler. Bu sırada ikinci whisker de akım şiddetlenmesinin farkına vardılar ve elektronik tarihinin bir dönüm noktasına tekabül eden transistör böylece keşfedilmiş oldu.

Adını 'Transfer – Resistor' yani taşıyıcı direnç kelimesinden alan transistör'ün geliştirilmesine daha sonra William Shockley de katıldı ve bu üçlü 1956 yılı nobel fizik ödülüne layık görüldüler.

İlk yapılan transistörler 'Nokta Kontaklı' transistörlerdi. Nokta kontaklı transistörler, iki whisker'li bir kristal diyottan ibarettir. Kristale 'Base', whiskerlerden birine 'Emitter' diğerine de 'Collector' adı verilir. Bu transistörlerde N tipi Germanyum kristali base olarak kullanılmıştır. Whiskerler fosforlu bronzdan yapılır, daha doğrusu yapılırdı, bu transistörler artık müzelerde veya eski amatörlerin nostaljik malzeme kutularında bulunurlar. Her iki whisker birbirine çok yakındır ve uçları kıvrık bir yay gibidir, bu kıvrık yay gibi olması nedeni ile kristale birkaç gramlık bir basınç uygular ve bu sayede sabit dururlar. Yani, yalnız temas vardır. Bu transistörlerin Ge kristalleri 0.5 mm kalınlığında ve 1 - 1.5 mm eninde parçalardır. Whisker arası mesafe ise milimetrenin yüzde 3'ü yüzde 5'i kadardır. Bu ilk transistörler PNP tipinde idi, yani kristal N tipi Whiskerler P tipi idi. Daha sonraları 'Yüzey Temaslı' transistörler yapıldı. Bu transistörler PNP veya NPN olacak şekilde üç kristal parçası birbirine yapıştırılarak imal edildiler. Yüzey temaslı transistörlerin yapılması ile silisyum transistörler piyasaya çıktı, daha sonraları transistörler kocaman bir aile oluşturdular ve sayıları oldukça arttı.

Yapısı

NPN iki kutuplu transistör gösterimi
Transistör iki eklemli üç bölgeli bir devre elemanı olup iki ana çeşittir.

NPN

PNP

İki kutuplu (bipolar) jonksiyon transistör

Transistörün kolay anlaşılması bakımından tanımı; Transistörün bir sandviçe benzetilmesidir, yarı iletken sandviçi.

İkinci bir tanımıda şöyle yapılmaktadır; Transistör, iki elektrodu arasındaki direnci, üçüncü elektroda uygulanan gerilim ile değişen bir devre elemanıdır.

PNP iki kutuplu transistör gösterimi
Transistörün en çok kullanılan tanımı ise şöyledir; Transistör yan yana birleştirilmiş iki PN diyodundan oluşan bir devre elemanıdır. Birleşme sırasına göre NPN veya PNP tipi transistör oluşur.

emitter; base, collector arasında akım sağlar ve devrede yükselteç görevi üstlenir. 132

Transistör çeşitleri

Yüzey birleşmeli (Jonksiyon) transistör

Nokta temaslı transistör

Unijonksiyon transistör

Alan etkili transistör

Foto transistör

Tetrot (dört uçlu) transistör

Koaksiyal transistör

Transistörün kullanım alanları

Transistör yapısal bakımdan, yükselteç olarak çalışma özelliğine sahip bir devre elemanıdır. Daha yaygın kullanım amacı ise devrede anahtarlama yapmaktır. Elektroniğin her alanında kullanılmaktadır. Dolayısı ile teknolojinin en değerli elektronik devre elemanlarından biridir.

Vakum lambaları ile karşılaştırma

Üstünlükler

Transistörler çok küçüktür ve çok az enerji harcarlar.

Transistörler çok daha uzun çalışma ömrüne sahiptirler.

Transistörler her an çalışmaya hazır durumdadırlar. (lambaların flaman gerilimi sorunu)

Çalışma voltajları çok daha azdır. Pille bile çalışırlar.

Lambalar gibi cam değildir, kırılmaz.

Transistörlerin üretimi daha ucuz ve kolaydır.

Zayıflıklar

Elektromanyetik palse karşı vakum tüplerinden daha duyarlıdırlar.

Çeşitli transistörler

Transistörler esas olarak bipolar transistörler ve unipolar transistörler olarak iki kısma ayrılırlar. Bipolar transistörler de PNP ve NPN olarak iki tiptir.

PNP tipinde base negatif emitter ve collector pozitif kristal yapısındadır. Bu transistörler emitter montajında; emitter pozitif, collector negatif olarak polarize edilirler. Base emittere göre daha negatif olduğunda transistör iletimdedir.

NPN tipinde ise base pozitif, emitter ve collector negatif kristal yapısındadır. Emitter topraklı olarak kullanıldığında, emitter negatif, collector pozitif olarak polarize edilirler. İletimde olması için base, emittere göre daha pozitif olmalıdır. Buradaki gerilim farkı 0.7 (si) - 0.3 (ge) volt veya daha fazla olmalıdır.

Piyasada pek çok tip bipolar transistör mevcuttur. Bunların kullanılmaları sırasında mutlaka bacak bağlantılarını içeren bir katalog kullanılmalıdır; çünkü aynı kılıf yapısı içeren iki transistörün bacak bağlantıları ayrı olabilir.

Bipolar transistörler genelde 2 ile başlayan 2N… 2SA…. 2SB….. 2SC… veya AC… BD… BUX…. BUW… MJ…. ile başlayan isimler alırlar.

Son zamanlarda transistörlerin çeşidi ve sayısı arttığı için bir katalog(datasheet) kullanmak zorunlu hale gelmiştir.

2N3055 2SA1122 2SB791 2SC1395 AC128 BD135 BUX80 BUW44 MJ3001 gibi….

A ile başlayan transistörler Germanyum, B ile başlayan transistörler Silisyumdur. Keza, diyotlar için de bu geçerlidir, ikinci harfin anlamları şöyledir:

A : Diyot

C : Alçak frekans transistörü

D : Güç transistörü dür.

F : Yüksek frekans transistörü

Y : Güç Diyodu

Z : Zener Diyot

AC128, BC108, AF139, BF439, AD165, BD135, AA139, BY101 gibi.

Bazı transistörler kılıf içinde bir de diyot ihtiva ederler.

Bir P tipi transistör push-pull olarak kullanıldığında, karakteristikleri benzer olan bir N tipi transistörle beraber kullanılır, buna 'Complementary' tamamlayıcı transistör adı verilir. MJ 2955 ile 2N3055 gibi.

Piyasada bulunan transistörler plastik veya metal kılıf içindedirler.

En çok kullanılan kılıf şekilleri To-3 To-5 To- 12 To- 72 To- 92 To- 220'dir.

Transistörlerde akım kazançları

Transistörün yükseltme işlemi doğrudan doğruya çıkış akımı değişmelerinin giriş akımı değişmelerine oranı olan; akım kazancına bağlıdır. Bu işlemde çıkış devresi gerilimi sabittir. Akım kazancı, transistörün bağlantı şekline göre farklı isimler alır.

Bağlantı şekillerine göre akım kazancı;

Emiteri ortak bağlantıda Beta-β

Beyzi ortak bağlantıda Alfa-α

Kollektörü ortak bağlantıda Gama-γ

ismini alır. Transistörün NPN veya PNP oluşu ile değişmez.

Akım kazancı=Çıkış devresi akımı değişmeleri/Giriş devresi akımı değişmeleri

(Çıkış devresi gerilimi: Sabit)

Bağlantı ŞekliÇıkış Devresi GerilimiGiriş AkımıÇıkış AkımıAkım Kazancı
Emiteri OrtakVCE: SabitIBICβ=IC/IB
Base i OrtakVCE: SabitIEICα=IC/IE
Kollektörü OrtakVCE: SabitIBIEγ=IE/IB

Tablo: Transistör bağlantı Şekillerine göre akım kazançları

14 Nisan 2022

Radyasyon

Radyasyon veya ışınım, elektromanyetik dalgalar veya parçacıklar biçimindeki enerji yayımı ya da aktarımıdır. "Radyoaktif maddelerin alfa, beta, gama gibi ışınları yaymasına" veya "Uzayda yayılan herhangi bir elektromanyetik ışını meydana getiren unsurların tamamına" da radyasyon denir. Bir maddenin atom çekirdeğindeki nötronların sayısı, proton sayısına göre oldukça fazla veya oldukça az ise; bu tür maddeler kararsız bir yapı göstermekte ve çekirdeğindeki nötronlar alfa, beta, gama gibi çeşitli ışınlar yaymak suretiyle parçalanmaktadırlar. Çevresine bu şekilde ışın saçarak parçalanan maddelere radyoaktif madde denir.


                             Kağıt       Alüminyum            Kurşun

3 farklı tipteki radyasyon ışınlarının geçişi
Alfa (α) ışınları kâğıt sonrasına nüfuz edemiyor.
Beta (β) ışınları kağıdı geçtikten sonra alüminyum plakadan geçemiyor.
Gama (γ) ışınları ise kâğıt, alüminyum ve kurşun plakalardan körelerek de olsa geçiyor.

Tarih

Batıya göre 1896'da, Henri Becquerel ilk olarak uranyum tuzunun görünmez ışınlar yaydığını fark etmiştir. İki sene sonra Marie Curie ve eşi Pierre Curie uranyum ile deney yaparken benzer ışınlara rastlamışlardır. Bu deneyde polonyum ve radyum oluştuğunu görmüşlerdir ve bu iki elementi ilk keşfedenler olmuşlardır. Polonyum ve özellikle radyumun daha fazla ışın yaydıklarını gözlemişlerdir.

Alfa ışınları

Bir atom çekirdeğinin parçalanmasından meydana çıkan helyum çekirdeklerine (2 proton, 2 nötron) alfa parçacıkları denir. Alfa ışınları bu parçacıkların yayılmasından oluşur.

Bir radyum-226, 88 proton ve 138 nötrona sahiptir. Bu durumda nötron sayısı, proton sayısına göre daha fazla olduğu için, atomun çekirdek yapısı sağlam değildir. Bu yüzden radyum, çekirdeğinden bir helyum çekirdeği ayırarak parçalanır ve radyumdan, 86 proton ve 136 nötrona sahib olan yeni element radon oluşur. Radyum çekirdeğinden ayrılan 2 protonlu helyumdan alfa ışınları oluşur:




Beta ışınları

Beta ışınları da alfa ışımaları gibi bir atom çekirdeğin parçalanmasından oluşur. Bu parçalanmada çekirdekten 2 proton değil, bir elektron veya bir pozitron ayrılır. Bu elektron, çekirdeğin içindeki bir nötronun bir protona dönüşmesinden oluşur ve asla atomun kendi elektronu değildir. Çekirdeğin içindeki bir protonun bir nötrona dönüşmesinde bir pozitron oluşur. Bu çekirdekte oluşan elektronlara beta- parçacıkları denir, pozitronlara ise beta+ parçacıkları. Bu parçacıklardan beta- veya beta+ ışınları oluşur.

Beta- ışınları oluşması için çekirdeğin içinde bir nötron, bir proton ve bir elektrona dönüşür:

Bir 55 protonlu sezyum atomundan beta- parçalanmasında 56 protonlu baryum oluşur:

Beta+ parçalanmasında çekirdekten bir elektron değil, bir pozitron ayrılır. Bu pozitron bir protonun bir nötröna dönüşmesinden oluşur:

Bu durumda atomun proton sayısı bir eksilir. Örneğin 11 protonlu sodyum çekirdeğinden bir positron ayırarak 10 protonlu neona dönüşür:


Gama ışınları

Gama ışınlarının dalga boyu ışığın dalga boyundan daha kısa olmasına rağmen ışık gibi fotonlardan oluşur ve ışık hızıyla yayılır. Atom çekirdeğinden bir alfa veya bir beta parçacığı ayrıldıktan sonra çekirdekte fazladan enerji oluşur. Gama ışınları, atomun fazladan sahip olduğu enerjiyi çekirdeğinden ayırmasından oluşur. Yüksek enerji seviyesine sahip olan atom çekirdeğinin yapısı kararsız olur. Kararlı bir yapıya sahip olmak için çekirdekten enerji ayrılır. Gama ışınları çekirdekten ayrılan elektromanyetik enerjidir.

Enerji seviyesi yüksek olan baryum atomu kararsız yapılıdır ve bu enerjiyi gama ışınları şeklinde çekirdeğinden ayırır:

Gama parçacıklarının enerjisi kütlesiyle eşit değer de olduğu için Einstein'ın E=mc² formülüyle enerji miktarına göre gama parçacıklarının kütlesi hesaplanabilir:

Bu formül ile hesaplanmış olan gama parçacıklarının kütlesi bir elektron kütlesi ile aynıdır.

Gama ışınları bilinen röntgen ışınlarının aynısıdır. Tek farkı çekirdeğin enerjisinden oluşmasıdır.

Bu formül ile hesaplanmış olan gama parçacıklarının kütlesi bir elektron kütlesi ile aynıdır.
Gama ışınları bilinen röntgen ışınlarının aynısıdır. Tek farkı çekirdeğin enerjisinden oluşmasıdır.

Zararsız radyasyon
Alfa, Beta ve Gama ışınları elektromanyetik spektrumun en üstünde yer alır, insan sağlığına zararı tartışılmaz ve bir sonraki başlıkta incelenmiştir. Bunun hemen altındaki X ışınlarının da insan sağlığına zararlı olduğu bilinir. X ışınlarının altındaki UV (Morötesi) bölgesi de, cilt kanserleri başta olmak üzere birçok zarar verir. Ozon tabakasındaki incelmelerden kaynaklanan; güneşin kanser yapıcı etkisi budur.
UV bandının hemen altında görünür ışık bölgesi vardır. Direkt olarak göze (retinaya) ve çok yüksek şiddette uygulanmadığı sürece bir zararı daha bilimsel olarak tespit edilmemiştir, Tam aksine çevremizi görebilmek için görünür ışığa ihtiyacımız vardır. Görünür ışığın "zararsız radyasyon" sınıfına girdiği söylenebilir.
Görünür ışığın altında, "ısınmamızı" sağlayan IR (Infra Red-Kızılötesi) bandı vardır. IR bandında radyasyon yapan kaynaklara örnek olarak mangal, kömür sobası, kalorifer peteği, Elektrikli IR ısıtıcılar verilebilir. IR bandı da ikiye ayrılır. Üst IR bölgesindeki kızıl ışık veren elektrikli IR ısıtıcılar Mangal, Alt IR bölgesindekiler ise Kalorifer peteği ve ışık vermeyen elektrikli ısıtıcılar gibi kaynaklardır. IR bandındaki radyasyonun da zararsız olduğu kabul edilir.
IR bölgesinin altında mikrodalga ve radyo dalgaları bulunur. Bu banttaki elektromanyetik radyasyon kaynaklarına Cep telefonu, Baz istasyonlar, Mikrodalga ısıtıcılar örnek verilebilir. Bu kaynakların yakın ve yüksek güçte olması, IR gibi vücutta ısınmaya sebep olur. Ancak bu ısınma deriye değil, vücudun derinliklerine işleyebildiğinden hem hissedilmesi zordur, hem de bu aşırı ısınma insana zararlı olabilir. Tam kesin olmamakla birlikte, bu tür ısınmanın kanserojen etkilerinin olabileceğini düşünen bilim çevreleri vardır. Ancak gücün çok yüksek, mesafenin de çok yakın olması durumunda IR'de olduğu gibi yanma (pişme) belirtileri derhal görülür.

Radyasyonun zararları
X ışınları, ultraviyole ışınlar, görülebilen ışınlar, kızıl ötesi ışınlar, mikro dalgalar, radyo dalgaları ve manyetik alanlar, elektromanyetik tayfın parçalarıdır. Elektromanyetik parçaları, frekans ve dalga boyları ile tanımlanır.Alfa, beta, gama, X ışınları ile kozmik ışınlar ve nötronlar çok yüksek frekanslarda olduğundan, elektromanyetik parçacıklar kimyasal bağları kırabilecek enerjiye sahiptir. Bu bağların kırılması sonucu iyonlaşma olur.
İyonlaşabilen elektromanyetik radyasyonları, hücrenin genetik materyali olan DNA'yı parçalayabilecek kadar enerji taşımaktadır. DNA'nın zarar görmesi ise hücreleri öldürmektedir. Bunun sonucunda doku zarar görür. DNA'da çok az bir zedelenme, kansere yol açabilecek kalıcı değişikliklere sebep olur.
Çevre sorunları sınır tanımaksızın artmakta ve çeşitli kirleticiler kilometrelerce uzaklara taşınarak etki gösterebilmektedir. Mesela Çernobil kazası sebebiyle yayılan radyoaktif atıkların toprak ürünlerinde yol açtığı kirlilik bilinmektedir. Çernobil reaktöründe oluşan kazada doğrudan etki sonucu 30'dan fazla insan hayatını kaybetmiş, yüzlerce kişi yaralanmış, sakatlanmış ve hastalanmıştır. Binlerce insan ise belirtileri sonradan çıkacak olan genetik etkilerle nesilden nesile geçebilecek kalıcı izler taşımaktadır. Çernobil'deki kaza sebebiyle atmosfere karışan radyasyon maddelerin atmosferik hareketlerle: uzaklara taşınmasıyla, düştükleri yerlerde radyasyona sebep olmuştur.

Radyasyonun insan bedenine etkileri şunlardır:
Vücut tüylerinin diplerine ulaşırsa deri kanseri oluşabilir.
Göğüs kanseri veya akciğer kanserine neden olabilir.
Gözlerde katarakt oluşumuna ve görme yetisini kaybetmeye neden olabilir.
Mide ve sindirim sistemini etkileyerek, sırasıyla; mide bulantısı, ishal veya kan kusmaya neden olabilir.
Kadınlarda yumurtalık veya yumurtalarına, erkeklerde testis ve prostata etki edebilir.
Lösemi gelişimine neden olabilir.
Fazla miktarda akyuvar kaybına neden olup, vücudu savunmasız bırakabilir.

10 Nisan 2022

Kopenhag Yorumu

Kopenhag yorumu, genel olarak fizikçi Niels Bohr'un oluşturduğu kuantum mekaniği ile ilgili görüşler ve ilkeler dizisi. Makro ve mikro durumların ayrı fiziksel ilkelerle inceleneceğini belirtir. Fizikte bilincin (gözlemin) rolünü öne çıkarmasıyla bir devrim niteliğindedir.

Kuantum mekaniğinin başlıca sorunlarından biri, sonucun gözlemci tarafından öğrenilmesinden sonra mı, yoksa cihaz tarafından kaydedilmesinden sonra mı ölçmenin tamamlanmış kabul edileceğidir. Daha sonra da görüleceği gibi, kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumuna göre, ölçümün yapılmış olduğunun bilinmesi, gözlemcinin ölçmeden önce var olan bilgisel halinde değişiklik yapar. Yani, bilgi azalmasına neden olur. Gözlemcinin bilgisel halini, gözlemcinin ölçüm süreci sonunda edinmiş olduğu deneye dayalı bilgi belirler. Bu bilgi halleri, gözlemcinin bilgisel haline (öznel) bağlıdır. Bahsedilen ilişkiden dolayı, fiziksel gerçeklikte gerçekleşmiş bir hal ile gerçekleşeceği ileri sürülen hal arasına “öznel gözlemci” faktörü yerleştirilir. Bu öznellikten kurtulmak mümkün değildir.

Dünya iki parçaya ayrılır: kuantum varlıkları (olasılık dalgaları) ve klasik ölçüm araçları olan gerçek nesneler. Gerçek nesnelerle, sadece bir ölçüm sonucu bulunanlar gerçek kabul edilebilir. Bunun dışında gerçek hakkında hiçbir şey söylenemez. Elimize deney yapmak için bir atom aldığımızda ve bir süre sonra deneyi yapacaksak, atomun hazırlanmasıyla deneyin yapılması arasında geçen sürede, atom hakkında, şu ya da bu doğrudur demek mümkün değildir. Sadece atomu doğrudan gözlemlediğimiz/ölçüm yaptığımız zaman anında sistemde “çökme” oluştuğundan, ancak o durumdan sonra gerçeklikten bahsedebiliriz.

Kopenhag yorumu, mikroevrensel kuantum sistemleri ve makroevrensel ölçüm aletlerini ayırır. Başlangıçtaki olay veya cisim (elektronun yarıktan geçişi, foton veya atom) klasik kayıt aletleriyle ölçüm gerçekleşen zincirleme reaksiyonla sonuç sabitlenir, yani dalga fonksiyonu geri dönüşümsüz olarak çöker. Gözlemle ya da ölçümle görülen şey rastgele seçimlerin sonucudur. Olacak şeyler seçilemez. Olasılıklar ve ona bağlı belirsizlikler doğanın özünü oluşturur. Kuantum genlikleri farklı sonuçların olasılıklarını verir ve ne olacağı gözlem yapıldığı anda sabitlenir. Gelecek, geçmişteki belirli, “belirlenimci” kurallar tarafından tayin edilmez.

Ölçüm ifadesinden yola çıkılarak, gerçekleşeceği öne sürülen fiziksel halin teorik bilgisi Ölçüm(t)(t+T) ile sembolize edilebilir. Ancak bu teorik bilgi, “gözlemcinin bilgisel haline” bağımlıdır. Bilgisel hal öznel bir kavramdır. Gerçekleşeceği öne sürülen halin gözlemcinin ölçme ile edinmiş olduğu deneye dayalı bilgiye dayandırılması nedeni ile kestirim sürecinin “gözlemci bilgi halinden” kaynaklanan öznel bir yanı vardır. Bu nedenle, kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumu yapılırken, yalnızca “Gözlemci kesin bir öznel gözlem yapmıştır” ifadesi geçerli olabilir. Kopenhag yorumunda öznelliğin dozu biraz artmıştır. Çünkü gözlemci ölçüm yaptıktan sonra, sistemin halini ψM yerine ψMx olarak betimler. Bu hal indirgenmesi olarak bilinen ölçüm sürecidir ve “gözlemcinin bilgisel halindeki değişiklik” olarak da adlandırılabilir.

Bir kuantum olayını, “ölçme aleti”, “ölçülen tanecik” ve ikisi arasındaki “etkileşme” sürecini kullanmaksızın tanımlamak mümkün değildir. Ölçüm sürecinde “ölçen” ve “ölçülen” şeylerin görevlerini ayrı ayrı tanımlamak mümkün olmadığından, Kopenhag yorumuna göre neyin ölçen, neyin ölçülen olduğunu ayırmak imkânsızdır. Bir nesne (ölçülen) – özne (ölçen) karışımı meydana getirir. Bu bir anlamda, özellikleri öğrenilen şey (ölçülen-nesne) ile bu dinamik özellikleri öğrenen şeyin (ölçen-özne) birbirine karışmasıdır. Bu durum Berkeley’in idealizminin modern yansıması gibidir.

İlkeleri

Aşağıdaki ilkeler, bir bildiri gibi yayınlanmamıştır. Kopenhag Yorumu'nun ifade ettiklerinden derlenmiştir.

1. İlke

İlke: Makroskopik sistemler, klasik fizik kuramları (görelilik, dinamik v.b.) ile, mikroskopik sistemler kuantum mekaniğinin ilkeleri kullanılarak incelenir.

Burada Bohr, mikroskopik ve makroskopik sistemler olarak durumları kesin bir şekilde ikiye ayırıyor. Ancak yine Bohr'a göre bir kuantum durumunda hüküm süren kuantum sayıları büyüdükçe, kuantumsal davranışlar klasik fiziğe gitgide daha çok uyum sağlar.

2. İlke

Bir mikroskopik sistemin fiziksel durumlarını (durumu, pozisyonu ve momentumu gibi) içeren bir dalga fonksiyonu  vardır. Bu fonksiyona, Hilbert Uzayı'ndaki bir vektör denebilir. Ancak bu vektör iki boyutlu, (x,y) olarak ifade edilen bir vektör değildir.

3. İlke

 ifadesi, herhangi bir parçacığın bir (x,y,z) noktasında bulunma (pozisyon) olaslığıyla doğru orantılıdır. Hesap şu ilkeye göre yapılmalıdır: Kastettiğimiz parçacık sonuçta uzayda herhangi bir yerdedir. Yani P tüm uzayı kapsayacak şekilde hesaplandığında sonuç 1 çıkmalıdır. Bu parçacık kesinlikle uzaydadır demektir. Bu işlem dalga fonksiyonunu normalize etmektir.

4. İlke

Klasik fizikteki değişkenler (açısal momentum, momentum, enerji gibi) kuantum fiziğinde; 2. İlke'de ifade edilen sonsuz uzaydaki sonsuz boyutlu vektörlerin üzerinde etkileri olan matrislere dönüşürler. Deneyler, bu matrislerin öz değerlerini ölçerler. Özdeğerler gözlenirler; bunlar deney bulgularını oluştururlar.

5.İlke

A, fiziksel bir değişkeni ifade eden sonsuz bir matrisi,  bir katkısız dalga fonksiyonunu,  ise A niceliğinin kuantum sistemi  durumundayken özdeğerini (gözlenen değerini) temsil etsin.

Dalga fonksiyonunu süperpoze edersek;

şeklinde yeni bir dalga fonksiyonu meydana gelir.  kompleks katsayılardır. Eğer  normalize edilmişse, sistem bu durumdayken A'nın değeri ölçüldüğünde  (özdeğeri) değerinin bulunması ihtimali 'dir.

6. İlke (Gözlemin rolü)

5. İlke'de bahsettiğimiz ölçüm eğer  özdeğerini verirse, dalga fonksiyonu  haline geçer. Yani bundan sonraki bütün ölçümler  değerini verecektir. Yani gözlem ya da bilinç, dalga fonksiyonunu çökertmiştir.

Bu durum klasik fizikteki saat gibi işleyen evren modelini yıkmıştır.

10 Mart 2022

Yaşam tarzımızı değiştirecek geleceğin süper bilgisayarları ve akıllı hoparlörler

Teknolojinin hızla gelişmesi ve her geçen gün yeni ürünlerin ortaya çıkması hayatımızı tümüyle değiştiriyor.

Geleceğin yeni nesil teknolojileri arasında yer alan birçok ürün, gündelik hayatımızı birçok yönden kolaylaştırmayı başarıyor.

Yeni nesil özel işletim sistemi sayesinde sıradan bir bilgisayarın çok ötesinde olan süper bilgisayarlar ise bilimsel anlamda birçok sorunun çözümünde kullanılabiliyor.

Akıllı ev teknolojileri, giyilebilir teknolojiler ve akıllı hoparlörler gibi sistemler ise teknoloji ile insanın adeta senkronize olarak yaşan tarzı kökünden değişiyor. 

Geleceğin önemli teknolojilerinden biri olan süper bilgisayarlar öne çıkmaktadır.

Özellikle bilimsel anlamda ilerlemeyi kolaylaştıracak bu yoğun paralel işlemcilere sahip bilgisayarların hayatımızı kökten değiştirecek ilerlemelerde ciddi bir katkı sağlaması bekleniyor.

Sadece birkaç saniye içinde yüksek hızda işlemleri gerçekleştiren bu süper bilgisayarlar, yüksek başarımlı vektör işlemciler ve öbek bilgisayarlar tarafından oluşturulan bir sistem olarak dikkat çekiyor.

Bilim kurgu filmlerini aratmayan süper bilgisayarlar 

Çağımızın en önemli teknolojilerinden biri olarak değerlendirilen süper bilgisayarlar, dünya genelinde bilimsel gelişime sağlayacağı katkılar ile özel bir yere sahiptir.

Süper bilgisayarları kısaca tanımlamak gerekirse; temel yapı taşları yoğun paralel işlemcilere sahip, yüksek başarımlı vektör işlemciler ile öbek bilgisayarlardan oluşan yeni nesil bir sistem olarak tanımlanabilir.

Ağırlıklı olarak bilimsel alanda kullanılan bu bilgisayarı süper kılan temel unsur ise saniyede trilyonlarca işlem yapabilmesidir. 

1950'li yıllarda ortaya çıkan ilkel bilgisayar teknolojilerinin ardından zaman içinde süper bilgisayarların gelişimi hızla gerçekleştirilmiştir.

İlk dönemde aynı anda birden çok program çalıştıramayan bilgisayarlar, günümüzde kişisel bilgisayarlarımızla bile sayısız işlemi aynı anda yapma olanağı sunmaktadır. 

Cray ve IMB gibi firmalar tarafından süper bilgisayarlar üretilmektedir. ABD ve Çin merkezli yürütülen bu çalışmalar kapsamında, dünyadaki en hızlı süper bilgisayar Çin'de bulunan Tianhe-2 isimli süper bilgisayardır.

3 milyon 120 bin çekirdeğe sahip bu bilgisayar saniyede 33.88 katrilyon işlemi yapma kapasitesine sahip.

Türkiye'de ise ilk süper bilgisayar İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından geliştirilmiştir. 

Süper bilgisayarlar hayatın her alanında kullanılacak 

Adeta bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz bilgisayarlar ile eşdeğer özelliklere sahip süper bilgisayarlar ağırlıklı olarak bilimsel alanda kullanılacak.

Özellikle nükleer enerji alanında yapılacak çalışmalarda süper bilgisayarların büyük bilimsel çalışmalar için katkıları da büyük oluyor. Ayrıca animasyon teknolojilerinde de süper bilgisayarların kullanımı mümkündür. 

Süper bilgisayarları diğerlerinden ayıran temel özelliği sayısız mikro işlemciye sahip olmasıdır. On binlerce işlemciler vektör ve skaler gibi iki farklı başlık altında incelenebilir.

Bu özelliği nedeniyle kullanım alanlarını da sınıflandırmak mümkündür. 

Günümüzde vektör yerine skaler süper bilgisayarların kullanımı daha yaygındır.

Büyük bilimsel çalışmaların yanı sıra hava durumunun ölçümü, nükleer enerjiler ve akışların karakteristiklerinin hesaplanması gibi sonsuz sayıda işlem için kullanılabilir.

Öte yandan bilimsel alanda yeni metodolojilerin de ortaya çıkmasına katkı sağlayacaktır.  

Türkiye'de süper bilgisayarların geleceği 

Dünyadaki en önemli bilimsel gelişmelerden biri olarak tanımlanan süper bilgisayarlar, Türkiye'de de öne çıkıyor.

Türkiye'de ilk defa İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından geliştirilen süper bilgisayar, İTÜ Ulusal Yüksek Başarımlı Hesaplama Merkezi tarafından geliştirilmiştir.

Günümüzde ise Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı katkıları ile birçok farklı üniversite tarafından bu alanda çalışmalar yürütülmektedir. 

İTÜ UYBHM ve Harran Üniversitesi HarranHPC Türkiye'nin süper bilgisayarları olarak Ocak 2021'de Wayback Machine üzerinde arşivlenmeyi başarmıştır.

Kamu Kaynakları ile gerçekleştirilen söz konusu projelerin gelecekte Türkiye'nin bilimsel alanda gelişimine de ciddi anlamda katkı sağlayacaktır.

Geleceğin en önemli teknolojilerinden olarak görülen süper bilgisayarların gündelik yaşamda kullanımı ise yakın bir gelecekte mümkün görünüyor.

Bu yönüyle hayatın her alanına sirayet edecek bir teknoloji olarak görülmektedir.  

Geleceğin teknolojileri yaşam tarzımızı değiştiriyor! 

Her geçen gün gelişen ve değişen teknolojiler sayesinde insan yaşamı da kökünden değişiyor.

Özellikle son 10 yıl içinde ortaya çıkan birçok yeni teknoloji ve akıllı sistemler, hayatımızı kolaylaştırmakla kalmıyor aynı zamanda bizleri de değiştiriyor.

Yaşam tarzımızı değiştiren teknolojiler arasında akıllı hoparlörler, giyilebilir teknolojiler (akıllı saat, kulaklık, VR gözlük vb.) başta olmak üzere birçok unsur geleceğin dünyasının nasıl bir yer olacağı hakkında ipuçlarını bize veriyor. 

Yapay zeka, NFC ve Bluetooth gibi teknolojilerin sürekli gelişimi sayesinde artık herkesin yapay zeka destekli bir kişisel asistanı var.

Dünyanın önde gelen teknoloji devlerinin bu alanda birbiri ile rekabeti ise söz konusu gelişmeleri hızlandırmaya devam ediyor. 

Apple, Samsung, Google ve Microsoft başta olmak üzere birçok firma yeni nesil teknolojileri insanlarla buluşturmayı başarıyor.

Bu teknolojiler arasında akıllı hoparlörler ise en dikkat çeken ürünlerden biri olmayı başardı. Kısa sürede yaygınlaşan bu akıllı hoparlörler yeni oyun arkadaşınız ve sanal asistanınız olmaya aday. 

Akıllı hoparlörler ile hayatınız kolaylaşacak!

Gündelik hayatımızı kolaylaştırmayı hedefleyen yeni nesil teknolojilerden biri olan akıllı hoparlörler, sahip oldukları sanal asistan sistemi ve sesli kullanıcı arayüzü ile sadece sesle dilediğinizi yerine getirmektedir.

Yazılımları geliştikçe bilhassa akıllı ev sistemleri ile entegre biçimde birçok işlemi gerçekleştiren bu sistem, Wi-Fi ve Bluetooth gibi temel protokolleri kullanarak çalışmaktadır. 

Akıllı hoparlörler tıpkı akıllı cep telefonlarında yer alan sanal asistan gibi tek bir komut ile açılıp kapanabiliyor. "Hey Siri'', "Alexa'' gibi komutlar ile akıllı hoparlörünüz dilediğiniz her eylemi yerine getirebiliyor. 

Bu ürünler arasında Amazon Echo dikkat çekenlerden biridir. Ayrıca Apple tarafından geliştirilen HomePod, yazılımları ve sağladıkları kolaylıkları ile dikkat çekiyor.

Sadece komut vererek istediğiniz parçaları çalabilir, podcast dinleyebilir, hava durumunu öğrenebilir veya gerçek zamanlı diğer bilgileri takip edebilirsiniz. 

Yapay zeka destekli hoparlörler yeni asistanınız! 

Sıradan bir hoparlöre göre çok daha farklı avantajlar sağlayan akıllı hoparlörler, yapay zeka desteği sayesinde evinizde birçok işlemi gerçekleştirmenizi sağlıyor.

Ev ile entegre biçimde kullanılacak akıllı hoparlörler sadece bir şeyler dinlemek için değil aynı zamanda evinizde yerinizden dahi kalkmadan birçok işlemi yapmanızı sağlayacaktır. 

Cep telefonlarında kullanılan sayısız uygulamayı da destekleyerek bu sayede en sık kullanılan mobil uygulamaları akıllı hoparlörler ile kontrol edebilir ve her an sosyal ağlar ile bağlantılı kalabilirsiniz.

Türkiye'de de son yıllarda bu tür teknolojilere olan ilginin artması dikkat çekiyor. 

Günümüzde hemen hemen herkesin sahip olduğu bu tür gelişmiş veya daha basit akıllı hoparlörler, hayatın her alanında kendini göstermeye başladı.

Yapay zeka desteği sayesinde sizin tüm programınızı takip ederek hatırlatıcılar oluşturmaktan gerçek zamanlı bilgi edinmeye kadar birçok unsur aynı anda gerçekleştirilmektedir.  

Akıllı ev teknolojilerinin kullanımı yaygınlaşıyor

Yapay zeka destekli akıllı ev teknolojileri, kitap veya filmlerde gördüğümüz gelecek tasvirleri arasında çok sık karşımıza çıkmaktadır.

Tek bir komut veya el hareketiyle eve geldiğinizde ışıkları yakabilmek, evdeki tüm elektronik eşyaları uzaktan kontrol edebilmek artık hayal değil.

İşte akıllı hoparlörler ile isterseniz buna benzer diğer giyilebilir veya sabit teknolojiler ile evinizi tamamen bir akıllı eve dönüştürebilirsiniz.

Her geçen gün gelişen ve hayatımıza daha düşük maliyetler ile girmeyi başaran akıllı teknolojiler yeni bir geleceğin kapıları çoktan aralamış durumda. 

Alıntı: @denizunay ©The Independentturkish

20 Şubat 2022

Einstein-Bohr Tartışmaları

Niels BohrAlbert Einstein 
ile birlikte 
Paul Ehrenfest'in Leiden'deki
Evinde (Aralık 1925)
Bohr–Einstein tartışmaları, kuantum mekaniği hakkında Albert Einstein ile Niels Bohr arasında süregelmiş tartışmadır.

Tartışmaları, kuantum fiziğine olan katkılarına ek olarak bilim felsefesine de katkı sağladığı için günümüzde hâlâ önemini korumaktadır. Bu tartışmalar hakkında yapılan ilk kapsamlı çalışma Bohr tarafından yayımlanan "Einstein ile Atom Fiziği'ndeki Epistemolojik Problemler Üzerine Sohbetler" kitabıyla yapıldı. Einstein ile Bohr arasındaki düşünce farklılığı büyüktü ancak dostlukları yaşamlarının sonuna kadar sürdü.

Bu tartışmalar yirminci yüzyılın ilk yarısında bilimsel araştırma yöntemleri konusunda yapılan en kapsamlı çalışmalardan biri olma özelliğini taşıdı çünkü yirminci yüzyılın ilk yarısında kuantum mekaniği bir dal olarak ortaya çıkmamış ve insanların atom fiziğinin ilerlediği yerler hakkında bilinci yeteri kadar gelişmemişti. Yıllar sonra çoğu fizikçi tarafından kuantum fiziğinin yapısı hakkında yapılan bu ilk tartışmada Niels Bohr'un haklı olduğu düşünüldü ve sonrasında da birçok güçlü kanıt Bohr'un bakış açısının, kuantum mekaniğinde temel yapı taşı olmasını sağladı.

Kuantum Devrimi öncesi fikirler

Max Planck'ın çeşitli deneyler ile keşfettiği (h) sabiti ve kuantum kavramının, o dönemde bilinen fiziğin yeniden yazılması anlamına geldiğinin farkına ilk varan kişi Albert Einstein'dı. Bu durumu açıklamaya çalışan Einstein 1905 yılında yazdığı makalede geçen yüzyılda yapılan deneylerin bir kısmında ışığın bazen bir parçacık gibi hareket edebildiğini ve bu parçacığa Foton adı verilebileceğini önerdi. (Dalga parçacık ikiliği sayfasına bakınız). Bununla birlikte bu konu hakkında araştırmalar yapan Bohr, foton kavramının en büyük muhaliflerinden biriydi ve 1925 yılına kadar foton kavramını kabul etmedi. Foton kavramı Einstein'e çekici gelmekteydi çünkü parçacık gibi davranan bir ışığın birçok fiziksel özelliği açıklanabilirdi. Bohr bu durumdan hoşnut değildi çünkü bu parçacık olan ışığı açıklamak için yeni bir matematik oluşturulması demekti. Ona göre bir bilim insanı iki denklem arasında seçim yapmamalıydı.

Einstein'ın ve ışığı parçacık olarak düşünen bilim insanlarının makaleleri üzerine Niels Bohr, 1913 yılında Bohr Atom Modeli'ni yayınladı. Bu model sayesinde kuantum ikililiği kavramı belirli atomlar için çözüme kavuşuyordu. Einstein ilk önce şüpheci yaklaştı, ancak sonrasında modelin belirli sınırlar altında işe yaradığını görünce Bohr'un düşüncelerine katıldı.

Kuantum Devrimi

1920'lere gelindiğinde atom çekirdeği hakkında yapılan birçok araştırma ve deney, Einstein ve Bohr'un fikirleri etrafında şekillenen bir kuantum devrimine yol açtı. Devrimi başlatan ilk şok Werner Heisenberg'ın çıkardığı bir makaledeki uzay zaman denklemlerinde Newton'dan beri değişmeyen ve "gerçeklik" olarak bahsedilen yapıtaşlarını çıkartmasıyla var oldu. Sonraki dalga da 1926'da Max Born'un yaptığı araştırmalar sonrası, Atom altı çalışmalara inildiğinde matematikteki olasılık teorisiyle orantılı sonuçlar bulduğunu tespit etmesi ile geldi.

Einstein, deneylerin bu şekilde yorumlanmaması gerektiğini düşündü ve bu düşünceyi reddettiğiini söyledi. Max Born'a attığı bir mektupta Einstein, "Hiçbir zaman, hiçbir koşulda, beni onun (tanrının) zar attığına ikna edemezsiniz." diye yazdı.

1927 yılında yapılan Beşinci Solvay Konferansı Heisenberg ve Bohr, yeni bir çağın başladığı sonucuna vardıklarını söylediler, bu koşullar kuantum mekaniğinin temellerini atacağını ve artık pek değişmeyeceği sonucuna vardıklarını belirttiler. Bu konuşma duyulduğu anda zaten bu düşünce biçimine eleştirel bir şekilde bakan Einstein, dehşet içinde kalır. Ona göre bu işi yalnızca olasılık ile yorumlayıp üstünü kapatmak yanlıştır ve kuantum maddelerinin özelliklerinin daha iyi incelenmesi gerekir.

Einstein devrimin bittiğini düşünmüyor ve atom modelinin daha fazla geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bir parçacığın uzay ve zamanda hızı ile konumunun aynı anda bilinemeyeceğini, ancak istatistiksel olarak orbitaller aracılığıyla tahmin edilebileceğini kabul ediyordu (bakınız Belirsizlik İlkesi). Einstein' göre bu istatistiksel sistem tamamiyle rastgele olmuş olamazdı, arkasında mutlaka bir model, bir plan var olmalıydı. Kendini istatistiksel düşünen biri olarak tanımlasa bile Einstein, bu belirsizliğin yalnızca rastgelelik ile çözüleceğini düşünmüyordu.[4]. Niels Bohr'a göre ise bu durum fiziğin tamamlayıcılık ilkesiyle gayet tutarlıydı. Ona göre bu rastgeleliği kabul etmeyiş, eski moda determinist görüşlerin gelenek haline gelmesinden kaynaklanıyordu.

Devrim sonrası: ilk aşama

Yukarıda bahsedildiği gibi, Einstein'ın 1900'lerin başındaki katı görüşleri, yeni gelen bilimsel kanıtlar ile değişikliklere uğradı. Einstein ilk önce kuantum kavramının tespit edilemezliğini reddetmişti, arkasında bir model ya da bilimsel çalışma yapılabileceğini ddüşünüyordu, suggesting ingenious atom teorisini ve dalga parçacık ikililiği gibi o dönemde yeni olan kavramların, yaratıcı düşünce deneyleri aracılığıyla açıklanabileceğini düşünüyordu.

Enstein'den gelen ilk saldırı Solvay Konferansında Einstein gibi düşünenlere 1927 yılında elektronlar and fotonlar hakkında yapılan geleneksel yorumlardan dolayı "Ortodoks" kavramının yöneltilmesiyle oldu. Einstein evrensel olarak kabul edilmiş Enerjinin Korunumu Yasası, (momentum) ve itme gibi kavramları tamamen yoksayarak yalnızca dalga özellikleri ile belirsizlik ilkesinin açıklanmayacağını, fotonun da genel özelliklerinin açıklanmayacağını belirtmiştir. Bu tür bir yaklaşımın hiçbir şekilde Tamamlayıcılık ile uyuşmayacağını söylemiştir.

Şekil A. 
Tek renkli bir ışık(bütün parçacıkların ortak
itme ile atıldığını gösteriyor) S2'de çift yarıktan
geçerek  iki ana parçaya kırılıyor, Bu da F
yüzeyinde normalde iki ana ışık görüntüsü
yaratması beklenirken parçalı bir ışık görüntüsü
 yaratıyor. Bu durumu yorumlayan Einstein'e
göre, ışık, iki ana görüntü yaratması gereken
dalgaları çift yarıktan geçen fotonlar, dalgalanın
yönlerini bozmadan görüntüyü çıkarmıştır.

S2'de bulunan iki yarıktan geçen ışık, ışığın bir dalga gibi davranıyor olmasıyla açıklanabilmekte. Aslında, bu süperpozisyon durumu kesin bir şekilde ışığın dalga ve parçacık ikililiğive interfazını gösteriyor. Bu durum gelecekte yorumlandığında, parçacığa sanki "yol gösteren" bir dalga olduğu yorumlaması yapılmıştır(bu da ışığın yalnızca dalga gibi davrandığını geçersiz kılıyor). Çift yarıktan geçen "Tanecik" S2deki işlemden geçtikten sonra dalganın yönün değiştiriyor olmalı, ancak tanecik kuramı iki kırınımdan oluşacak ve o dönemki bilimsel bilgi olan iki konsantre nokta oluşmasını öngörür ve bu yüzden bu da tek başına açıklayamaz.

Bu durumdan sonra Einstein, tartışmaları süren ikinci aşamayı öne sürer: klasik fizikle uyumlu olmayan pek çok parçacığın(pratikte) S1'e dik olan bir hızı vardır. Işığın, yarık ile yaptığı tek etkileşimin yayılım olduğu göz önünde bulundurulduğunda, sistemdeki tüm itmelerin toplamının korunduğunduğu belirten İtmenin korunumu kavramına göre eğer bir parçacık bir yöne doğru sapmış ise, ters yöne doğru bir tepme olacaktır. Gerçek durumlarda ışığın çarptığı levha etkilenmeden kalmalıdır. Ancak Çift yarık deneyi örneğindeki prensipte, levha çok küçük miktarda sarsıntılar geçirir. Bu durum da bir yönde hareket eden parçacığın itmesini ölçmeyi sağlayabilir. Bu geri tepmelerden dolayı, iki ana görüntü oluşmaz; bunun aksine geri tepmelerin yönlerine bağlı olarak değişen girişim desenleri görülür.

Einstein yarıkları
Bohr'un, Einstein tarafından yapılan bu iddialara verdiği yanıt için Figür C'deki deney düzlemini yarattı. Bohr deney sonucunda farkına vardı ki levhada var olan titreme, Einstein'ın düşüncelerindeki temel varsayım olan fotonu kanıtlıyordu. Ancak bu tespit bize parçacıkların hızını tam olarak belirlememize yine imkân tanımıyordu. Bununla birlikte, Bohr daha net tespitler yapmayı amaçlayan yeni levhalar ile deneyi tekrarladı ancak X yönünde yapılan bir hareketin hızını ve konumunu aynı anda tespit etmeyi başaramadı. Daha deney başlamadan levha mutlaka bir şekilde oluşan dış kuvvetlerin etkisiyle hareket halinde oluyordu ve bu da deneylerden net bir yargı çıkarmayı engelliyordu. Olması gereken deney düzleminde S1 üzerindeki tüm olası konum vektörlerinin ortalaması alınmalı ve bu konum vektörü bizeF levhasının orta noktasını verecektir. Ancak bu ortalama hesaplamlara göre aynı zamanda F levhasında var olan ortalama rengin de gri olması beklenir(bu ortalama yöntemi dire dalgalarda iş yaramaktadır). Bir kere daha çift yarıktaki kırınımları yalnızca dalga sistemi ile yorumlamak işe yaramamıştır.

Şekil C. 
Einstein'ın teklifinin doğru olup olmadığını
 görmek üzere Bohr tarafından inşa edilen
deney düzlemi. Bu düzlemdeki levhanın
hareket etmesine izin verilmiştir ve çarpan
ışıkların etkisi gözlemlenmeye çalışılmıştır.
Kuantum mekaniğindeki bu fenomenleri anlayabilmek için Bohr, farkına vardığı bir durumdan bahseder: "Şu bir gerçek ki, ölçme aletlerinden çıkarılan sonuçlara aykırı hareket eden bu cisimler, eski yöntemlerle incelenemez ve yeni yöntemler de derinlemesine araştırılmalıdır. Bu yapıların oluşturulması kuantum mekaniğinin biçimlenmesi için ön şarttır. Bunun esaslarından biri de bütün deney sonuçlarının ve cihazın etkilerinin de sisteme dahil edilmesidir. Bunlarla birlikte deney düzlemine ayna gibi yeni cihazlar eklemek, "parçacığın" yeni davranışlarıyla tanışmamızı sağlayabilir..." ,Hatta Bohr, bu belirsizlikleri çözüme kavuşturmak için duruma daha uzaktan, makroskopik boyutlardan, bakmayı bile önerir:

Özellikle, şu açıkça belirtilmelidir ki... Uzay-zaman kavramlarında atomik fenomenin kesin bir biçimde kullanımı, gözlemlerin vereceği sonuçlar doğrultusunda sınırlandırılmalıdır. Bu gözlemler fotoğrafik lens, ya da karanlık bir odada damla su yardımıyla gelen ışığı büyütmek ile olabilir.

Bohr, yaptığı çalışmalar sonucunda Einstein'ın önerdiği ve belirsizlik ilkesini kıracak bir deney aleti oluşturulamayacığı görüşünü belirtti. Einstein'e göre kuantum mekaniğini şekillendiren rastgeleliğin arkasında bir yasa ya da teori var olmalıydı. Öteki taraftan, sürekli olarak gerçekliğin mikroskobik hallerini gösterebilmek için yalnızca yakınlaştırmanın yeteceğini düşünüyordu. Bohr'a göre molekülelri klasik optik yakınlaştırma yöntemleri ilerlediğinde gözlemlenilebilecekti. Bu düşünce biçimi sonraları kuantum fiziğinde ölçüm sorunu olarak adlandırılacaktı.

Yakın zamanlarda Bohr'un bu fikrinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ölçmek amacıyla bir deney uygulandı. Deney serbest halde ve moleküler düzeyde yaratılan bir çift yarık deneyiydi. Deney sonuçları, sanılanın aksine Einstein'ın çift yarık deneyi hakkındaki açıklama yönteminin daha tutarlı olduğunu gösterdi. Atomik seviyelerde bile çift yarık sistemindeki momentum korunmuştu.

Belirsizlik İlkesi'nin enerji ve zamana uyarlanması

Birçok ders kitabında kuantum mekaniği hakkında verilen popüler örneklerden biri konum ve hızın aynı anda belirlenemeyeceğinden bahseden Belirsizlik İlkesi'dir. Kuantum parçacıkları aynı zamanda bir dalga gibi de davranıyorsa; bu belirsizlik, dalganın fiziksel özellikleri için de geçerli olmalıdır. Yani zaman ve enerji... Bu ilişkiyi kavrayabilmek için yapılan deneyleri incelemekte fayda var. Eğer çok yüksek miktarda uzatılan tek bir dalga boyu düşünülürse, çok kısa bir süre boyunca açık kalan tek bir yarıktan geçebilir. Ancak tam olarak hangi süre içinde geçtiği ile geçerken ki enerjisi aynı anda tespit edilemeyecektir

Tam anlamıyla tek renkli bir dalganın (harmoni oluşturmayan sadece tek bir müzik notası gibi) matematiksel anlamda sonsuz sayıda uzaysal boyutu vardır. Bu tür bir tek bir dalgayı elde edebilmek için (aynı zamanda dalga paketi de denir), farklı frekanslardaki sürekli yayılan birkaç dalgayı üst üste bindirmek gerekir.

Ancak bu durum yalnızca belirli bir anlık var olabilir. Bu durum sonucunda da zaman içinde hareket eden uzaysal bir bölge yaratılmış olur. Bahsedilen uzayda oluşmuş olan durum düzenli bir şekilde dağıtılırsa Süperpozisyon yaratılabilir. Bununla birlikte, birçok farklı matematiksel teoreme göre, bu yaratılmış bölgeden uzaklaştıkça üst üste girişen Fazlarda ayrışma olur. Sıfırdan farklı bir genliğe sahip dalgaların uzaysal yapıları da bundan dolayı sınırlıdır, uzaktan bakıldığında uzaysal durum geçerli olmaz... Bunu gözünüzde canlandırmanın basit bir yolu şu şekilde yapılabilir: eğer dalgada  kadar bir uzaysal genişleme gerçekleşmişse(buradan v dalganın hızı olmak şartıyla şu sonuç çıkartılabilir ) bile bu dalganın belirli bölgelerinde tek renkli ve birbirlerini kapsaycak frekanslara sahip , t süre içinde  yer kaplayabilir. Bu durum da aşağıdaki ilişkiyi tutarlı kılar:

Evrensel Plank ilişki prensibini göz önünde bulunduracak olursak, frekans ve enerji doğru orantılıdır:

Bu da bizlere doğruca aşağıdaki eşitsizliği getirir. Parçacığın yarattığı bir dalganın henüz tam anlamıyla tanımlanamamış olan enerjisi (Çünkü çok fazla frekans süperpozisyona girmiş olabilir.):

Bundan sonra ise:

Bu durum da Zaman-Enerji belirsizlğinden başka bir şey değildir.

Einstein'ın ikinci eleştirisi

1930 yılında düzenlenen altıncı Solvay Kongresi'nde Einstein'ın eleştiri okları belirsizlik ilkesi hakkındaki tartışmalar üzerineydi. Einstein'ın fikrine göre Bohr tarafından yaratılan deney düzlemleri tam anlamıyla Einstein'ın görüşlerini yansıtmakta ve belirsizliği azaltmaktaydı.

Einstein, içinde elektromanyetik radyasyon ve saat bulunan bir kutu düşünür (Einstein'ın kutusu da denir). Kutuya bakmayı sağlayacak bir delik vardır ve bu delik bir kapak tarafından kapatılmıştır. Kapak   kadar bir süre sonra açılır. Deliğin açılması sırasında, içeride sıkışık kalmış ve kapak açıldığında dışarı çıkacak bir fotonun var olduğu varsayımında bulunuyoruz. Bu şekilde de kutunun açılmasyla yaşanacak olan deney düzlemindeki genişleme olmamış kabul edilebilir zira ulaşacak foton bu durumda daha önceye aittir. Enerji-zaman belirsizliğine karşı çıkabilmek için, enerjiyi çok hassas bir şekilde ölçebilmenin bir yolu bulunmalıdır. Tam bu durumda Einstein Enerji ile kütle arasındaki kendi yarattığı  ilişkisine göz atar. Cevap basittir, kutunun kütle bilgisine sahip olunursa enerjisi hakkında da net bir tespit yapılabilir. Örnek bu sefer daha basitleşir: Bu duruma göre eğer biri kutunun ağırlığını açmadan önce ve sonra ölçerse, bir miktar enerji kutudan kaçacağındna dolayı sonraki kütle daha düşük olacaktır. Bu kütle farkının  ile  çarpımı bize bu kayıp enerjiyi net bir şekilde hesaplayacaktır. Hesaplamada çıkan değer ise yayılan enerjiden (dalgadan) başka bir şey değildir.

Dahası, saat maddenin yayılımının tam anlamıyla olduğu saatte duracaktır. Çünkü prensipte, kutunun kütlesi ve enerjisi bilinmektedir. Bundan dolayı enerjideki ve zamandaki değişim   belirsizlik ilkesinin önerdiğinden çok daha kesin bir oranla tespit edilebilir.

Fikir net ve önermeler saldırılamaz derecede kesin gözüküyordu. Yıllar sonra kongreye katılan fizikçi Leon Rosenfeld şöyle yazacaktı:

Bohr için büyük bir şoktu. Toplantıda Einstein'ı ilk dinlediğinde saldırılarına karşı bir çözüm bile getiremedi. Akşam yemeğinde onu gördüğümde inanılmaz derecede tedirgindi. Yanındaki fizikçiye eğer Einstein haklıysa fizik hayatının biteceğini söylemişti. Ancak bu durumda bile Einstein'ın görüşlerine bir anti-tez üretmeyi başaramadı.O gün iki muhalif figürün salonu terk edişlerini unutmayacağım. Geçmiş çalışmalarından dolayı sahip olduğu ün ile emin adımlarla ilerleyen, suratındaki ironik gülümsemeyle Einstein ve tedirginlik içinde hızlı adımlarla salonu terk eden düşünceli Bohr. Ertesi sabah ise Bohr, bir zafer ile kongreye geri dönüş yapacaktı.

"Bohr'un zaferi", Einstein'ın düşünce deneylerinin bu tartışmayı sonlandıracak ürünler olmadığını söylüyordu. Bohr, savunmasını yaparken Einstein'ın oluşturduğu yer çekimsel kütle ve iç kütle kavramlarını kullanmıştı. Bohr, Einstein'ın kutu deneyinin işe yarar olabilmesi için, kutunun bir yer çekimi alanında asılı olması gerektiğini gösterdi. Kutu açıldıktan sonra bir foton kutuyu terk etse bile, ortam ile bağlantı oluştuğu için birçok foton kutuya girecek ve yer çekimsel alan değişecekti. Fotonun kutudan çıkması kutuyu hareket ettirecekti. Kutunun kütlesini ölçmek için kutuyu eski konumuna geri getirmek gerekiyordu ve bunun için dışarıdan bir kuvvet, enerji gerekecekti. Bu kuvvet uygulandığında bu içerideki sistemin enerjisini değiştirecek değişen enerjiyi dengelemeye çalışan sistem foton alışverişine girişecek ve bu da yine konumu değiştirecek. Bu döngüden dolayı Enerji ve zaman arasındaki belirsizliği devam edeceğini, bundan dolayı da Bohr,   eşitliğinin sağlanamayacağını söyler.

Kuantum Devrimi sonrası: ikinci aşama

Einstein'ın Bohr ile münakaşasına ve kendisine yapılan "ortodoks" suçlamalarına olan karşılığının ikinci fazı, Einstein'ın, kuantum parçacıklarının net bir ana dair değerlerini kesin olarak elde edilemeyeceğini kabul etmesiyle başladı. Ancak Einstein hâlâ Max Born yaklaşımı olan kuantum nesnelerine olasılık yöntemi ile bir yorumlama getirilmesine şiddetle karşı çıkmaktaydı. Einstein bilimin her alanındaki sonuçların Epistemolojik olması gerektiği ve Ontolojik olamayacağı konusunda ısrarlıydı. Bundan dolayı Einstein'a göre Modern Atom Teorisi kesinlikle henüz tamamlanmamıştı ve yeni bir bilimsel tespit sonucunda olasılık ile açıklanan boşluklar doldurulacaktı. Einstein, diğer fizikçi ve kimyacı arkadaşlarının karşı çıkan görüşlerine saygı duyuyor ve kuantum nesnelerini açıklamaya çalışan kurama büyük ölçüde katılıyordu. Yalnızca Einstein'a göre Atom Teorisi "Hikayenin tamamı"nı söylemiyordu.

Einstein'ın düşünceleri, birçok araştırmacıyı Gizli Değişkenler Kuramı'nı araştırmaya yöneltebilirdi. Bu teorilere önemli bir örnek, kuantum yapısını pozisyonunu kesin olarak tespit etmeyi amaçlayan Bohm'um Kuantum Yaklaşımı'dır. Einstein'a göre eğer kuantum kuramı bu haliyle "tamamlanmış" ise, bu tanımlama yerel olarak tanımlanamazdı. Hatta bu durumu John Stewart Bell, 1964 yılında Bell Eşitsizliği adı altında formülize etti.

EPR hakkındaki tartışmalar

1935 yılında Einstein, Boris Podolsky ve Nathan Rosen bir görüş ürettiler. Önermelerini anlatan makale Physical Review dergisinde 'Can Quantum-Mechanical Description of Physical Reality Be Considered Complete? (Fiziksel Gerçekliği Betimleyen Kuantum Mekaniği Tamamlanmış Olarak Kabul Edilebilir mi) yayınlandı. Bu görüşü yaratmadan önce, Einstein'ın görelilik kuramını yaratırken ortaya attığı bir başka hipotez olan Yerellik Prensibi'ne göz atmakta fayda var. Yerellik Prensibine göre Fiziksel gerçekliğe ait temel yapıtaşları, objektif olarak uzak kabul edilen bir bölgede etkileşime girmiş olamaz." der.

EPR görüşü 1957 yılında David Bohm ve Yakir Aharonov tarafından, Physical Review dergisinde yayınladıkları Discussion of Experimental Proof for the Paradox of Einstein, Rosen, and Podolsky. (Einstein, Rosen, ve Podolsky Tarafından Yaratılan Paradoks'un Deneysel Kanıtları Hakkında Tartışma) makale ile duyururlar. Makale yazarları, görüşlerinde Foton Dolaşımı denklemlerini yeniden formüle ettiler ve ulaştıkları sonuçları şu şekilde özetlediler:

1) t zamanında uzayda A ve B noktalarında konumlanmış iki fotondan oluşan bir sistem hayal edin. polarizasyon methodları olan  ile dolaştıklarını da düşünelim. Öyleyse:

2) t zamanında, A bölgesindeki fotonun varlığı polarizasyon ile konstrol edilebilir. Ölçüm sonuçlarının fotonun ölçüm filtresine ulaşması ile sonuçlandığını varsayalım Dalga paketi azalacaktır ve bu azalmaya belirli bir t + dt zamanından sonra olacaktır. Bu kadar zaman geçtikten sonra sistem şu hali alır:

3) Bu noktada, foton 1i ölçen A noktasındaki gözlemci, başka hiçbir şey yapmadan ve deneydeki hiçbir noktaya etki etmeden foton 2ye ait polarizasyonu da ortaya çıkarabilir. Bu da bir kesinliğin göstergesidir.

4) Bu varsayımlara Einstein'ın yerellik hipotezindeki varsayımlar da eklenince, A için ölçüm yapan gözlemcinin 2 için gözlem yapamayacağı düşünülür. Bundan dolayı bu sorunu uygun bir şekilde çözüme kavuşturmak için foton 2'nin polarizasyonunu 1'den bağımsız olarak ölçmek gerekmektedir.

5) t zamanında, Adaki gözlemci fotonun polarizasyonunu 45°ye taşıyabilir. Bu takdirde<net bir sonuç elde edecektir. Buna göre gözlemcinin 2nin plarizasyonuna bakabilmesi için yapması gereken tek şey 45°de polarizasyon yapmasıdır. Buna alternatif olarak, eğer ölçüm başarısız olursa, fotonun 45°de değil de 135°de polarize olmuş olduğu söylenebilir. Bu durumları 4 numaralı sonuç ile birleştirince, ölçümden önceki foton 2, 45° veya 135°'da polarizasyon kesin bir biçimde şekillenebilir ancak bu iki farklı konumdaki özellikleri birbirine uyumlu olmayacaktır.

6) Doğal gözlemler bizleri foton 2'nin aynı anda iki farklı ve birbiri ile uyumsuz özellikleri sonucuna götürse de, fotonun iki ayrı özelliğini aynı anda elde edemesek bile, yukarıda anlatılan adımlardaki ölçümleri yok saymamak gerekir. Ancak Kopenhag Yorumu'nun önerdiği Kuantum Mekaniği bu ölçümleri reddetmekte ve rastlantısal olduğunu önermektedirler. Bundan dolayı önerilen modern atom teorisi eksiktir ve tamamlanmamıştır.

Bohr'un Cevabı

Bohr'un bu saldırılara cevabı, bahsedilen EPR Makalesinin yayınlanmasından beş ay sonra oldu. Yine Physical Review üzerinden yayınlanan makale eski yayınladığı makale ile aynı ismi taşımaktaydı. Bohr'un cevabındaki önemli taraf, önermelerin damıtılmış ve saf bir şekilde tabir edilmesiydi. Paul Arthur Schilpp bu durumu Einstein'ın 70inci doğumgününde yazdığı Albert Einstein, scientist-philosopher (Albert Einstein, bilim insanı-felsefeci) kitabında Bohr'un ağzından dile getirmektedir:

"Bu kriterin ifade ediliş biçimi gözlemciler için her defasında "deneye hiçbir şekilde zarar vermeden, etki etmeden" ifadeleri kullandığından dolayı belirsizdir. Zira böyle bir durum Dünya'da hiçbir şekilde gerçekleşemez."

Devrim sonrası: dördüncü aşama

Einstein, bu tartışmalar sırasında yazdığı son belgede, görüşlerini git gide daha da katı bir biçimde savundu. Bilim camiasındaki çoğunluğun o dönemki haliyle kuantum teorisinindeki rastlantısallığın doğru olduğunu düşünmeleri onu çok rahatsız etmişti. Bilimsel çoğunluk, Einstein'ın rastlantısallık hakkındaki görüşlerine katılmasa da, atom teorisinin eldeki bilgiler ile tamamlanmış olarak kabul edilmeyeceğini düşünenler de yoğunluktaydı. Bilim insanlarının bu bölünmüşlüğünden dolayı da kuantum mekaniğindeki determinizm hâlâ çürütülmüş değildir. 

Türkiye Şehirleri Türkiye Coğrafyası Dünya Şehirleri Dünya Coğrafyası Ülkeler



  • Blog Yazıları


    Email
    KISA KISA
    X



    Folower Button

    Takipçiler

    Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
    Copyright © 2020. merhancag . All Rights Reserved.

    Bilgi Mesajı

    Duvarı Aşamıyorsan Kapı Aç

    Kıssadan hisse Kısa Kısa'da sizi bekliyor...

    facebook sayfamızı takip edebilirsiniz!