Güzel Bir Hafta Sonu Dileriz

Kısa Kısa'da yeni bir Hikaye

Yolunacak Kaz?..

Sağlıcakla Kalın

×

Loading...
LÜTFEN KULAK VERİN "COVİD" TEHLİKELİDİR

















SON YAZILAR :
Loading...


Bilim-Teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim-Teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ocak 2022

Teleferik

Teleferik, birbirinden uzak iki yer arasında, havada gerilmiş olan bir ya da birkaç çelik halat üzerinde bağlanarak yol alan asılı taşıtla yapılan nakliyat sistemidir. Teleferikler, asansör prensibiyle çalışırlar ancak özellikle vadi geçişlerinde tıpkı bir helikopter gibi yer zemininden oldukça yüksek noktalara çıkabilirler.

Teleferik, ulaşımı güç yükseklikler arasında kurulur. Bir deniz ya da boğaz üzerinde mevcut olanları da vardır. Teleferiklerin kurulduğu yerler kara, demir ve deniz yoluyla ulaşımı çok zor ya da çok pahalı olan bölgelerdir. Böylesi bölgelerde belirli iki nokta arasında kurulan teleferik, insan ya da malzeme iletiminin gerçekleştirilmesinde kullanılır. İnsanların taşındığı teleferikler çelik halatlara asılı yolcu kabinlerinden oluşur.

Genelde tek yöne ve tek halat dolaşımlı olan teleferik sistemleri iki ve daha fazla çelik halat ile de tasarlanmaktadır. Burada bir halat çekici diğer halat(lar) taşıyıcı halat görevi görmektedir.

Teleferik sistemleri halata bağlama aparatı olan klem (Grip) vasıtasıyla birbirinden ayrılmaktadır.

Babylift (başlangıç lifti)

Teleski En yüksek hız 2,4 m/sn

Telesiyej (2/4/6 kişilik sandalyeli) En yüksek hat hızı saniyede 3,0 m/sn

Otomatik Klemli Telesiyej (Detachable Chairlift) En yüksek hat hızı 5 m/sn

Otomatik Klemli Gondol (Detachable Gondola) En yüksek hat hızı 6 m/sn

Grup Gondollar (Pulsed Movement Aerial Ropeways) En yüksek hat hızı 7 m/sn, genelde bu sistemler kısa mesafelere kurulduğu için hat hızı 3,0 m/sn hız olarak ayarlanır.

Var-Gel Tipi Teleferikler (Reversible ropeways) Bu sistemler genellikle direk montajının zor olduğu arazi koşullarında ve geniş vadilerde kullanılmaktadır. En yüksek hat hızı 12,0 m/sn.

Kombine Sistemler Bu sistemlerin temelini otomatik klem oluşturmaktadır. Genel yapıları sandalye ve gondola göre dizayn edilmektedir.

Çok halatlı sistemleri, genel anlamda Var-Gel tipi teleferikleri oluşturmaktadır. Bir çekiçi ve birkaç taşıyıcı halat ile çalışan sistem rüzgâr oranın fazla olduğu arazilerde gondol teleferik sistemleri için kullanılmaktadır.

Bazı maden ocaklarında da materyal taşımacılığı için teleferik sistemleri kullanılmaktadır.

Dünyanın en uzun teleferiği olan Norsjö Teleferiği, İsveç'in Norsjö kentinde,Örträsk ve Mensträsk yerleşim birimleri arasında çalışır.1942 'de kurulan bu hattın uzunluğu 13,2 km'dir. Yolculuk süresi 1,5 saattir.

Ege Bölgesinin en uzun teleferiği Denizli'nin Bağbaşı semtindeki Denizli Teleferiği'dir. Türkiye'nin en uzun teleferiği olan Uludağ Teleferiği, Bursa'dadır. Yıldırım'daki Teferrik semti ile Uludağ'daki Sarıalanyaylası arasında 1963'te kurulmuştur. Kadıyayla istasyonundaki aktarma ile toplam 9.000 metre uzunluğundadır. 374 m'lik rakımdan başlayan yolculuk, yaklaşık 20 dakika sonra 1634 m'lik rakımda sona erer. Bu teleferik aynı zamanda Türkiye'nin ilk teleferiğidir.

25 Ocak 2022

X Işını (Röntgen)

1896'da Wilhelm Röntgen tarafından
oluşturulan, eşi Anna Bertha'nın elinin
X ışını görüntüsü
X ışınları veya Röntgen ışınları, 0,125 ile 125 keV enerji aralığında veya buna karşılık, dalgaboyu 10 ile 0,01 nm aralığında olan elektromanyetik dalgalar veya foton demetidir. 30 ile 30.000 PHz (1015 hertz) aralığındaki titreşim sayısı aralığına eşdeğerdir. X ışınları özellikle tıpta tanısal amaçlarla kullanılmaktadırlar. İyonlaştırıcı radyasyon sınıfına dahil olduklarından zararlı olabilirler. X ışınları 1895'te Wilhelm Conrad Röntgen tarafından Crookes tüpü (Hittorf veya Lenard tüpleri ile de) ile yaptığı deneyler sonucunda keşfedilmiştir. Klasik fizik sınırları içinde, X-ışınları aynı görünür ışık gibi bir elektromanyetik dalga olup, görünür ışıktan farkı düşük dalga boyu, dolayısıyla yüksek frekansları ve enerjileridir. Morötesi'nin ötesidir. X Işınlarının ötesi ise Gama ışınları'dır.

Röntgen ışınları ışığa benzeyen fakat gözle görülmeyen, oldukça delici özellikli bir salınımdır. X ışını tabirini (Almanca: X Strahlung, günümüzde Röntgenstrahlung) ilk olarak bu ışınları keşfeden fakat özelliklerini tam bulamayan Wilhelm Conrad Röntgen, “bilinmeyen” anlamında kullanmıştır. Röntgen ışınlarının elektromanyetik radyasyon spektrumunun bir kısmı olduğu, bugün artık bilinmektedir. Bu ışınların dalga boyu 10−9 ile 10−11 cm arasındadır. Dalga boyu gözle görülen ışığınkinden kısadır.

X ışınları elektromanyetik dalga kimliğinde oldukları ve kutuplanma özelliği taşıdığı ilk olarak Charles Glover Barkla (1906) tarafından kanıtlanmıştır. X-ışınları demeti; karbon, alüminyum, ve kükürt bloklarından oluşan bir saçıcı ortama gönderilmektedir. Saçıcı ortamın elektronları, üzerine gelen X ışınlarının elektrik alan vektörünün etkisiyle titreşerek aynı frekansta elektromanyetik dalgalar yayınlar. X ışınları xy düzleminde paralel elektrik alan vektörü bulundurur. 0x doğrultusunda saçılmaya başlayan X ışınları yalnızca 0y doğrultusunda titreşen elektrik alan vektörüne sahiptir ve böylelikle kutuplanmıştır.

Tarihçe

8 Kasım 1895'te Alman fizik profesörü Wilhelm Röntgen, Lenard tüpleri ve Crookes tüplerini denerken röntgen ışınlarına tökezledi ve bunları incelemeye başladı. İlk raporunu "Yeni bir ışın türünde: Bir ön iletişim" başlığı altında yazdı ve 28 Aralık 1895'te Würzburg Fiziksel-Tıp Derneği dergisine sundu. Bu, röntgen filmleri üzerine yazılmış ilk makaleydi. Röntgen, radyasyondan bilinmeyen bir radyasyon türü olduğunu belirtmek için "X" olarak bahsetmiştir. İsim sıkışmış olsa da (Röntgen'in büyük itirazları üzerine) birçok meslektaşı onlara Röntgen ışınları demeyi önerdi. Almanca, Macarca, Danca, Lehçe, Bulgarca, İsveççe, Fince, Estonca, Rusça, Japonca, Felemenkçe, Gürcüce, İbranice ve Norveççe de dahil olmak üzere birçok dilde hâlâ bu ışıklardan Röntgen olarak bahsedilmektedir. Röntgen, keşfi için ilk Nobel Fizik Ödülü'nü aldı.

Keşfinin çelişkili açıklamaları var, çünkü Röntgen ölümünden sonra laboratuvar notlarını yakmıştı; ancak bu biyografileri muhtemelen yeniden inşa edildi: Röntgen, siyah kartona sarılmış bir Crookes tüpünden katot ışınlarını araştırıyordu. böylece baryumdaki görünür ışık, baryum platinosiyanit ile boyanmış bir flüoresan ekran kullanılarak karışmaz. Yaklaşık 1 metre uzaklıktaki ekrandan hafif yeşil bir parıltı fark etti. Röntgen, tüpten gelen bazı görünmez ışınların ekranın parlamasını sağlamak için kartondan geçtiğini fark etti. Masasındaki kitap ve kağıtlardan da geçebileceklerini buldu. Röntgen kendini bu bilinmeyen ışınları sistematik olarak araştırmaya attı. İlk keşfinden iki ay sonra makalesini yayınladı.

El mit Ringen (Yüzüklü El): Wilhelm Röntgen'in eşinin elindeki ilk "tıbbi" röntgeni 22 Aralık 1895'te çekilmiş ve 1 Ocak 1896'da Freiburg Üniversitesi Fizik Enstitüsü'nden Ludwig Zehnder'e sunulmuştur.

Röntgen, X-ışınları nedeniyle oluşan foğrafik bir plaka üzerinde karısının elinin bir resmini çektiğinde tıbbi kullanımlarını keşfetti. Karısının elinin fotoğrafı, X-ışınları kullanan bir insan vücudu parçasının ilk fotoğrafıydı. Resmi görünce "Ölümümü gördüm" dedi.

Özellikleri

X-ışını fotonları atomları iyonize edebilecek ve molekuler bağları kırabilecek enerjiye sahiptir. Bu da X-ışınlarını, canlı dokuya zararlı olan iyonlaştırıcı radyasyon sınıfına sokar. Kısa sürelerde maruz kalınan yüksek dozda X-ışını, radyasyon hastalığına sebep olurken, düşük dozlarda uzun süreler maruz kalınan X-ışınları kanser riskini arttırır. Fakat tıbbi X-ışını görüntülemesinde, faydalar potansiyel zararlara üstün gelir. Ayrıca kullanılan dozlar dikkatlice kontrol edilir.

X-ışınlarını genel olarak yumuşak, gevrek ve sert X-ışınları olarak üç sınıfa ayırmak mümkündür. Yumuşak X-ışınları yaklaşık 100 ile 2000 eV arasında enerjilere sahipken,[4] gevrek X-ışınları 2-8 keV ve sert X-ışınları 8 keV ve yukarısında enerjilere sahiptir (gevrek (ing. tender) X-ışınları terimi bazı kaynaklarda kullanılırken[5] bazı kaynaklarda kullanılmaz. Ayrıca bu enerji aralıkları hakkında üzerinde anlaşılmış kesin bir geçiş bulunmamaktadır). Sert X-ışınları oldukça kalın malzemelerin icinden rahatlıkla geçebilirler. Bu sebeple tıbbi ve güvenlik uygulamalarında sıklıkla kullanılırlar.

X-ışınlarının Madde ile Etkileşimi

Farklı enerjilerdeki X-ışınlarının madde ile etkileşimi farklı şekillerde gerçekleşir. Bunun nedeni de maddelerin kompleks kırılma indislerinin, frekansa (foton enerjisine) ve atomların iyonizasyon enerjilerine baglı olmasıdır. Kompleks kırılma indisi X-ışınları için şu şekilde tanımlıdır:

,

Burada δ kırılım indisinin reel kısmındaki düşüşü, β ise madde içinden geçerken gerçekleşen şiddet kaybını tanımlar.

X-ışınlarının Oluşumu ve Üretimi

X ışınları, hızla hareket eden elektron akımının hedefteki materyalin atomları ile etkileşimi sonucu oluşur. elektronlar hedefle etkileşime girdiğinde, aniden yavaşlar ve kinetik enerjilerinin %1 x ışınına dönüşür (%99 ısı olarak kaybedilir)

X-ışını üretimi için gerekli üç eleman vardır:

1) Elektron kaynağı

2) Elektronların çarpacağı bir hedef

3) Elektronları hızlandıracak bir yol

Kullanım Alanları

Tıp sanayi, medikal görüntülemede kullanılır. Röntgen ışını olarak da bilinir ve radyolojik görüntülemede tanıya yardımcı olarak kullanılır.

Ayrıca tüm havalimanlarında ve tüm alış veriş merkezlerinde emniyet ve güvenlik amacıyla kullanılmaktadır.

18 Aralık 2021

James Webb Uzay Teleskobu (JWST)

James Webb Uzay Teleskobu (İngilizce kısaltmasıyla JWST), eskiyen Hubble Uzay Teleskobu'nun kısmen ardılı olacak şekilde planlanan bir kızılötesi uzay teleskopudur.


JWST tam anlamıyla bir ardıl olarak görev yapmayacak çünkü Hubble'ın gözlemleyebildiği bütün ışık dalga boylarına duyarlı olmayacak. Esas bilimsel hedefi evrende yer alan daha uzaktaki cisimleri; diğer temel cihazlar veya Hubble'ın görmediği cisimleri gözlemlemek olacak.

JWST, NASA'nın başkanlığında 15 farklı devletin, Avrupa Uzay Ajansı ve Kanada Uzay Ajansı'nın ortak yürüttüğü bir projedir. Yörüngeye fırlatılması sürekli ertelenen teleskobun, en son 2021 yılında fırlatılması planlanmaktadır. Kırmızı ötesi ışığı gözlemlemek için ayarlanmış olan 6,5 metrelik bu teleskop, Dünya'dan neredeyse 1.600.000 kilometre uzaklıkta yörüngeye yerleştirilecektir. Bu uzaklık, Dünya ile Ay arasındaki uzaklığın dört katı kadardır.

Misyonu

Üzerinde yer alacak olan hassas aygıtlar, dev gezegenlerin ve gezegen sistemlerinin kızıl ötesi görüntülerini çekme ve tayflarını ölçerek yaşlarını ve kütlelerini belirleme imkânına sahip olacaktır. Bunların dışında, başka yıldızların çevresinde yer alan disklerin tayf ölçümlerini yaparak, gezegen sistemlerinin doğmasına olanak sağlayan türden olan disklerin bileşenlerini tanımlamaya da imkân verecektir. Son derece hassas aygıtları ve büyük aynasıyla, gezegenlerin doğduğu toz disklerini gözlemleyebilmenin yanında, kendi yıldızlarının önünden geçen gezegenlerin havaküre bileşenlerini de gözlemleyebilecektir. Her ne kadar gezegen bulmak için geliştirilmiş bir teleskop olmasa da, gelişkin yetenekleri bu teleskobun gelecekte yeni gezegenleri inceleyen ve güneş sistemimizin nasıl oluştuğu ve nasıl evrim geçirdiği konularını araştıran gökbilimciler için önemli bir araç haline gelmesi konusunda ümit vermektedir.

 

Özellikleri

JWST, Hubble Uzay Teleskobu'nun yaklaşık yarısı kadar bir kütleye sahip olmasına karşın berilyumla kaplanmış 18 altıgen aynanın birleşmesiyle oluşan ana aynası, 6,5 metre çapı ve 25,4 metrekare yüzey alanıyla Hubble'ınkinden daha büyüktür. JWST'nin tasarımının ana odağı, yakın-kızılötesi astronomidir. Ancak cihazdaki enstrümanlara bağlı olarak turuncu ve kırmızı görünür ışığın yanı sıra orta-kızılötesi bölgeyi de görebilir. Tasarım, üç ana nedenden dolayı yakın ve orta kızılötesine odaklanmıştır:

yüksek-kırmızıya kayan nesnelerin görünür emisyonları kızılötesine kaydırılır

enkaz diskleri ve gezegenler gibi soğuk nesneler güçlü şekilde kızılötesi yayarlar

bu kızılötesi bandın yerden veya Hubble gibi mevcut uzay teleskoplarıyla incelenmesi zordur.

Dünya'nın atmosferi, yer tabanlı teleskopların kızılötesi bantları incelemesini zorlaştırmaktadır. Uzaydaki nesnelerin gözlemi için hedeflenen su, karbondioksit ve metan gibi kimyasal bileşiklerin birçoğu aynı zamanda Dünya atmosferinde de mevcut olduğu için yerden gözlemini karmaşık hale getirmektedir. Hubble gibi mevcut uzay teleskopları, aynaları yeterince soğuk olmadığı için (Hubble aynası yaklaşık 15 °C'de tutulur) güçlü şekilde kızılötesi ışık yayarlar ve bu bantları inceleyemezler. Teleskop, Dünya'nın yaklaşık 1.500.000 kilometre ötesinde, Lagrange noktası (Dünya-Güneş L2) yakınında çalışacaktır. Karşılaştırma yapmak gerekirse Hubble, Dünya yüzeyinden 550 kilometre yukarıdaki bir yörüngede bulunuyor ve Ay, Dünya'dan kabaca 400.000 kilometre uzaklıktadır. Bu mesafe, fırlatma sonrası oluşacak bir sorunda onarımını mevcut olan uzay gemileriyle neredeyse imkansız hale getirmektedir. SpaceX, yeni geliştirdiği Starship fırlatma aracının James Webb'den bile daha büyük uydular ve uzay teleskoplarını gönderme yeteneğine sahip olduğunu ve Mars yörüngesine ulaşmak için tasarlandığını iddia etmektedir. Bu Lagrange noktasının yakınındaki nesneler, Dünya ile eş zamanlı olarak Güneş'in yörüngesinde dönmektedir. Bu da teleskobun kabaca sabit bir mesafede kalmasına[6] ve Güneş ve Dünya'dan gelen ısı ve ışığı engellemek için tek bir güneş kalkanı kullanmasına izin verir. Bu yörünge, uzay aracının sıcaklığını kızılötesi gözlemler için gerekli olan −223.2 °C'nin altında tutacaktır.

Güneş kalkanı

Kızılötesi spektrumda gözlem yapabilmek için teleskobun sıcaklığı, −223.2 °C'nin altında tutulmalıdır; aksi takdirde, kızılötesi radyasyon aletteki enstrümanlara zarar verecektir. Bu nedenle teleskop; Güneş, Dünya ve Ay'dan gelen ışığı ve ısıyı engellemek için büyük bir güneş kalkanı kullanmaktadır. Uzay aracı, bulunduğu yörüngenin konumu itibariyle üç cismi de her zaman uzay aracının aynı tarafında tutarak onları kalkanın arkasında bırakır.

Her bir katmanı insan saçı kadar ince olan beş katmanlı güneşlik, DuPont firması tarafından temin edilen poliimid kaplı bir örtü şeklinde olan Kapton E'den yapılmıştır ve her iki tarafında membran özellikli alüminyum ile kaplanmış olup Güneşe bakan tarafın kaplanmasında katkılı silikon kullanılmıştır. Bu katman, en çok ısınan iki katmandan biridir.

Güneş kalkanı, Ariane 5 roketinin (4.57 × 16.19 m) yük kaportasına sığması için on iki kez katlanacak şekilde tasarlanmıştır. L2 noktasında konuşlandırıldıktan sonra açılarak 14.162 × 21.197 metrelik bir alan uzunluğuna sahip olacaktır. Güneş kalkanı, Northrop Grumman'a teslim edilmeden önce Alabama, Huntsville'deki ManTech'te elle monte edilerek test edilmiştir.

Optik ayna

Teleskobun birincil aynası, 25.4 metrekare toplam alana sahip 6,5 metre çapında altın kaplamalı berilyum reflektörüdür. Ayna, teleskop fırlatıldıktan sonra açılacak olan 18 altıgen parçadan oluşur. Tek parça halinde gönderilmemesinin nedeni, mevcut fırlatma araçlarının yeterli büyüklükte olmamasından kaynaklanmaktadır. Teleskobun uzaydaki ilk kurulumu sırasında aynaları doğru konuma getirmek için hassas mikro motorlar kullanılacaktır. Bu ilk yapılandırmanın ardından, optimum odağı korumak için yalnızca birkaç günde bir güncelleme yapılması yeterli olacaktır. Bu yöntem, yerçekimi ve rüzgar yükünün etkilerinin üstesinden gelmek için hareketli optikler kullanarak, ayna parçalarını sürekli olarak ayarlayan yeryüzündeki karasal teleskoplardan farklıdır. Uzay ortamında çevresel etmenler olmadığı için Webb teleskobunun sürekli hareketlere ihtiyacı yoktur.

JWST'nin optik tasarımı, geniş bir alan üzerinde optik sapmalardan arınmış görüntüler sunmak için kavisli ikincil ve üçüncül aynalardan yararlanan üç aynalı bir sistemdir. Ek olarak, görüntü sabitleme sağlamak için konumunu saniyede birçok kez ayarlayabilen hızlı bir sevk ve idare aynası vardır. Ball Aerospace & Technologies şirketi, NASA ile yapılan bir sözleşme kapsamında, ana yükleniciliği Northrop Grumman Uzay Sistemleri tarafından yönetilen JWST projesinin başlıca optik ayna alt yüklenicisi olmuştur. On sekiz birincil ayna parçası, ikincil, üçüncül, sevk ve idare aynası ve uçuş yedek parçaları Ball Aerospace tarafından üretilip parlatıldı. Birincil aynanın son bölümü 3 Şubat 2016'da ikincil ayna ise 3 Mart 2016'da kuruldu

15 Aralık 2021

Kuantum Fiziği (Mekaniği)

Kuantum mekaniği veya Kuantum fiziği atom altı parçacıkları inceleyen bilim dalıdır. Bu parçacıklara kuanta adı verilir elektron, foton, kuark gibi parçacıklar kuantalara örnektir. "'Nicem mekaniği"'  veya "'dalga mekaniği"' adlarıyla da anılır. Kuantum mekaniği, moleküllerin, atomların ve bunları meydana getiren elektron, proton, nötron, kuark, gluon gibi parçacıkların özelliklerini açıklamaya çalışır. Çalışma alanı, parçacıkların birbirleriyle ve ışık, x ışını, gama ışını gibi elektromanyetik radyasyonlarla olan etkileşimlerini de kapsar.


Kuantum, Latince 'quantus' (ne kadar, ne büyüklükte) sözcüğünden gelir ve kuramın belirli fiziksel nicelikler için kullandığı kesikli birimlere gönderme yapar. Mekanik, Latince 'mechanicus' (makinelere ait veya yaratıcı) sözcüğünden gelir. Kuantum mekaniğinin temelleri 20. yüzyılın ilk yarısında Max Planck, Albert Einstein, Niels Bohr, Werner Heisenberg, Erwin Schrödinger, Max Born, John von Neumann, Paul Dirac, Wolfgang Pauli gibi bilim insanlarınca atılmıştır. Belirsizlik ilkesi, anti madde, Planck sabiti, kara cisim ışınımı, dalga kuramı, Kuantum alan kuramı gibi kavram ve kuramlar bu alanda geliştirilmiş ve klasik fiziğin sarsılmasına ve değiştirilmesine sebep olmuştur.

Klasik mekanik, her ne kadar başarılı olsa da, 1800'lü yılların sonlarına doğru, kara cisim ışıması, tayf çizgileri, fotoelektrik etki gibi birtakım olayları açıklamada yetersiz kalmıştır. Klasik fizik, evreni bir "süreklilik" olarak modelliyordu; ancak Max Planck bazı deneysel gözlemleri açıklayabilmek adına, 1900'de enerjinin paketçiklerden oluştuğunu; 5 yıl sonra da Albert Einstein ışığın aynı şekilde paketçiklerden oluştuğunu, yani ışığın da, enerjinin de, süreksizlik gösterdiğini buldular. Bilim adamları, her ne kadar bu süreksizlik varsayımlarını klasik mekanik kuramlarından türetmek için uğraşmasına rağmen, bu bir sonuç vermedi. Aynı yıllarda, Ernest Rutherford'un atomun iç yapısı üzerine yaptığı deneyler, bir gerçeği daha gün yüzüne çıkardı: Atom, aslında küçük bir çekirdeğe sahipti.

Elektronun varlığı daha önce 1897 senesinde J. J. Thompson tarafından ispat edilmişti. Bu durumda, eğer negatif yüklü elektronlar pozitif çekirdeğin etrafında dairesel hareket yapıyorlarsa, klasik fiziğe göre, çok kısa bir zaman diliminde enerji kaybederek çekirdeğe düşmeleri beklenirdi. Bunun sebebini elektro manyetik teori şöyle açıklamaktadır: İvmelenen yükler ışıma yapar, dairesel hareket de (ivmeli) bir hareket olduğundan dolayı, elektron bu ışımayla enerji kaybeder ve çekirdeğe düşer; sonucunda, güneş sistemine benzeyen klasik model çöker.

Geçici bir çözüm Niels Bohr’dan gelmiştir: "Elektronlar belli kuantizasyon kurallarınca, belli yörüngelerde hareket ederler, enerjileri belli bir değere ulaşmadıkça ışıma yapamazlar; bu sayede sistem dengede durabilir." Bu geçici çözüm hidrojen gibi küçük atomlarda işe yaramakta; fakat daha büyük kütlelerde işe yaramamaktadır. Bohr atom modeli’nin deneyler ile uyumlu hale gelmesi için modele birçok yama yapılmıştır. Ne var ki Bohr'un "yamalı bohça"sı 1920'lere gelindiğinde artık iş görmemekte, deneylerde gözlenen tayf çizgilerinin yoğunluğunu yanlış vermekte, çok elektronlu atomlarda salınım ve emilim dalgaboylarını tahmin etmede başarısız olmakta, atomik sistemlerin zamana bağlı hareket denklemini verememekte, ve birkaç konuda daha deneysel gerçeklere uymamaktaydı.

Kuantum mekaniğini Planck doğurduysa, bebekliğinin sonu da De Broglie ile gelmiştir. Louis de Broglie; birçok elçi, bakan ve Dük yetiştirmiş, aristokrat bir Fransız ailesinin çocuğuydu. Tarih eğitimi gördükten sonra fiziğe geçmiş ve 1923'te verdiği doktora tezinde, ışığın hem dalga hem de parçacık karakteri olmasından esinlenerek, aslında bütün madde çeşitlerinin aynı özelliği gösterebileceğini önerdi. Ortaya koyduğu fikir, Bohr'un "gizemli" yörüngelerini açıklamada başarılı oluyordu.

Işığın girişim ve kırınım yaptığı, yani dalga özelliği gösterdiği, Thomas Young'in yaptığı çift yarık deneyi ile gösterilmişti. Ancak tüm madde parçacıklarının, su dalgaları ile aynı matematiksel özellikleri gösterebileceği beklenmiyordu.

Max Planck 1900 yılında kara cisim ışınımı problemini (morötesi facia diye de anılır), çözmek için

denklemini kullanmıştı. Bu denklem, foton kavramının başlangıcı oldu; çünkü f frekansındaki elektron salınımından oluşan ışığın, klasik mekanikle uyuşmayan bir şekilde, h*f nun sadece tam sayı katlarında kesikli enerjiler (E) taşıyabileceğini varsaymıştı ('h', günümüzde Planck sabiti adıyla anılır). Fotonlar dalga özelliği gösteriyorsa, madde de bu dualiteyi (ikiligi) gösterebilir analojisi çok kuvvetli bir fikir idi. Bunun yanında önemli bir ipucu da Einstein'in birkaç yıl önce özel görelilik ispatında kullandığı Lorentz Dönüşümleri idi.

Buna göre, serbest bir parçacık, yönü k, konumu x, frekansi f ve zaman bağlılığı t olan bir dalga ile ifade edilirse, 2*π*(k*x - f*t) , ve bu faz Lorentz dönüşümlerinde sabit kalacaksa, k vektörü ve f frekansı, x vektorü ve t zamanı gibi dönüşmelilerdi. Diğer bir deyişle, p ve E gibi. Bunun mümkün olabilmesi için, k ve f, p ve E ile aynı bağımlılığa sahip olmalılardı, bu yüzden de onlarla doğru orantılı olmalılardı.

Bu şekilde, fotonlar için E=h*f olduğundan, madde için de,

varsayımlarını yapmak 'doğal' gözükmüştür.

Bu varsayıma ek olarak, de Broglie, herhangi bir kapalı yörüngenin 1/|k| nın tam katı olması varsayımını da kullanarak, deneysel olarak gözlenen ve Sommerfeld ve Bohr tarafından "kuantize olma şartları" olarak anılan şartları, matematiksel olarak kolayca türetti. Bu türetme gayet gizemli bir şekilde doğru sonuçlar verince (Davisson ve Germer, 1927 yılında Bell Laboratuvarlarında gerçekleştirdikleri deneyle, elektronların da aynı ışık gibi girişim yaptığını ortaya koydular. Deney 1924'te de Brogli tarafından önerilmişti) insanlar deneysel olarak başka şeyleri tahmin etmesini de beklediler.

Elbette yanıldılar çünkü bu şartlar serbest ışık parçaları için oluşturulan varsayımların, çekirdeğe bağlı elektronlar için uyarlanmasıydı ve çok ileri götürülmemesi gerekiyordu.

Ama dalga mekaniği için doğru çıkış noktası idi.

Enteresan bir şekilde, 1925-1926 yılları arasında Werner Heisenberg, Max Born, Wolfgang Pauli ve Pascual Jordan, matris mekaniği ile kuantum mekaniğinin formal tanımını yaptılar. Ama formalizmlerinde dalga mekaniğine yer vermediler. Benimsedikleri felsefe ise, tamamen pozitivist idi. Yani sadece deneysel olarak gözlenebilen değerleri göz önüne alan bir yaklaşım kullandılar.

1926 yılında Erwin Schrödinger bir dizi denklemle dalga mekaniğini yeniden canlandırdı. Sonunda kendi dalga mekaniğinden Heisenberg'in matriks mekaniğini de türetip iki formalizmin matematiksel olarak denk olduğunu da gösterdi (son makalelerinden birinde Schrödinger, relativistik bir dalga denklemi de sunar).

Dirac'a göre ise tarih biraz daha farklı işlemiştir. Ona göre, Schrödinger önce relativistik dalga denklemini geliştirdi, sonra bunu kullanarak hidrojenin spektrumunu hesapladı ve deneylere uymadığını gördü. Ancak bu denklemin, düşük hızlarda geçerli olan versiyonu aslında çalışıyordu ve bildigimiz Schrodinger dalga denklemine ulaşılıyordu.

Daha sonra relativistik dalga denklemi Oskar Klein ve Walter Gordon tarafından yayınladı ve hâlâ Klein-Gordon denklemi olarak anılır.

Bu noktadan sonra Dirac; teoriyi özel görelilikle uyumlu hale getirmiş ve bazı deneylerin sonuçlarını teorik olarak üretmiştir. Örneğin pozitron'un varlığını 1932 senesinde Carl David Anderson kanıtlamıştır ve nobel ile ödüllendirilmiştir. Kuantum teorisi, daha sonra 1940'larda Sin-Itiro Tomonaga, Julian Schwinger ve Richard P. Feynman'ın kuantum elektrodinamiği konusunda önemli çalışmalarıyla gelişimine devam etmiştir. 1950'li ve 60'lı yıllar ise Kuantum renk dinamiğinin gelişimine tanık olmuştur.

Gelişmeler

1897: Pieter Zeeman, ışığın bir atom içindeki yüklü parçacıkların hareketi sonucu yayımlandığını buldu; J.J. Thomson da, elektronu keşfetti.

1900: Max Planck, kara cisim ışımasını kuantumlanmış enerji yayımı ile açıkladı, kuantum kuramı böylece doğmuş oldu.

1905: Albert Einstein dalga özellikleri olan ışığın aynı zamanda, daha sonra foton diye adlandırılacak olan, belirli büyüklükte enerji paketlerinden oluştuğu düşüncesini ortaya attı.

1911-1913: Ernest Rutherford, atomun çekirdek modelini oluşturdu. Bohr ise atomu bir gezegen sistemi gibi betimledi.

1923: Arthur Compton, X - ışınlarının elektronlarla etkileşimlerinde minyatür bilardo topları gibi davrandıklarını gözlemledi. Böylece ışığın parçacık davranışı hakkında yeni kanıtlar ortaya koydu.

1923: Louis de Broglie, dalga-parçacık ikiliğini genelleştirdi.

1924: Satyendra Nath Bose-Albert Einstein, kuantum parçacıklarını saymak için, Bose-Einstein istatistiği diye adlandırılan yeni bir yöntem buldular.

Klasik mekanik, Kuantum mekaniği ve Kuantum mekaniği'nin matematiği

Klasik mekanik, nesnelerin konum ve momentumları bilgilerini kullanarak, çeşitli kuvvet alanları altında nasıl hareket etmeleri gerektiğini bulmaya çalışır. Kökleri çok eskiye dayansa da başlangıcının Newton'un Principia'sı olduğunu kabul etmek yanlış olmaz. Daha sonra Euler, Lagrange, Jacobi, Hamilton, Poisson, Maxwell, Boltzman (İstatiksel mekanik ve klasik elektromanyetik teori de klasik mekaniğe katılabilir) gibi birçok ad tarafından çok çeşitli bakış açıları geliştirilmiş ve birçok alanda başarılı bir şekilde uygulanmıştır. Klasik mekaniğin tamamlanmasının Einstein'ın görelilik kuramları ile gerçekleştiğini söylemek yanlış olur. Klasik mekanik çok başarılı olmasına karşın, 1800'lü yılların sonlarına doğru, siyah cisim ışıması, tayf çizgileri, fotoelelektrik etki gibi birtakım olayları açıklamada yetersiz kalmıştır. Açıklamaların yanlışlığı bilim adamlarının yetersizliğinden değil aksine klasik mekaniğin yetersizliğinden kaynaklanıyordu. Klasik mekanikteki sorunun ne olduğunu anlatmak aşırı teknik kaçacaktır, ancak en yalın halde klasik mekanik, evreni sürekli olarak modeller ve bu yaklaşım kendi içinde tutarlı değildir. Bunu görmek için termodinamikteki eş-dağılım prensibine ("İngilizce: equipartition theorem") bakmalıyız. Üç konum (x, y, z) ve üç momentumla (px, py, pz) tanımlanan parçacıklar, sonsuz sayıda parametreyle tanımlanan alanlarla bir aradadır. Eş-dağılım kuramınca sistemin enerjisinin, denge durumunda, sistemin tüm bileşenlerine eşit biçimde dağılması gerekir. Alanlar sonsuz bileşene sahip olduğundan bütün enerji alanlara dağılmalıdır. (Daha teknik bir ifade ile, denge durumundaki sistemde enerji, bütün özgürlük derecelerine eş olarak dağılır, alanlar sonsuz özgürlük derecesine sahip olduğu için bütün enerji alanlara akmalıdır.) Evren dengede varsayılırsa, deneysel olarak böyle bir gözlemin olmaması, klasik mekaniğin "süreklilik" paradigmasında bir soruna işaret eder.

Kuantum kuramı ise olayı bambaşka bir şekilde ele alır. Parçacıklar artık doğrudan 3 konum ve 3 momentumla tanımlanmak yerine bir "dalga fonksiyonu" ile tanımlanırlar. Bu dalga fonksiyonu parçacığın bütün bilgisini içinde barındırır ve dalga fonksiyonuna uygun "sorular" sorularak gerekli bilgi alınır. Örneğin konum bilgisi için dalga fonksiyonuna "Parçacık nerede?" sorusunu sorarsınız, o ise size parçacığın soruyu sorduğunuz anda nerede olabileceğini söyler. Buradaki kritik nokta olabilirliktir. Bu, dalga fonksiyonunun bir de "olasılık fonksiyonu" olarak anılmasına neden olmaktadır. Daha sonra, bu olasılıksal durumu bilinçli olup olmama durumuna bağlayan Kopenhag Yorumu ortaya atılmıştır. (Matematik altyapısı yetersiz olanlar denklemleri görmezden gelebilirler.) Matematiksel olarak olayı şöyle tanımlayabiliriz:

 parçacığı tanımlayan dalga fonksiyonumuz olsun,





integrali bize x'in beklenen değerini verir. Yukarıda bahsedilen soru sorma işlemi tam olarak böyle yapılır. Benzer şekilde momentumun beklenen değeri için;



şeklinde soruyu sorarız.  dalga fonksiyonumuzun karmaşık eşleniğidir. Karmaşık eşlenik ve dalga fonksiyonu arasında kalan ifadeler gözlemlenebilirlerimizin, yani konum ve momentumun, konum uzayındaki operatörleridir. Operatörler sorunun ta kendisidir.

Konum ve momentum dışında daha birçok gözlemlenebilir ile işlem yapılabilir. Ancak konum ve momentum operatörleri kullanılarak diğer birçok operatörü elde etmek mümkündür. İşin ilginç yanı bu operatörle elde etmek için klasik formüller kullanılır. Örneğin kinetik enerji klasik mekanikte;

şeklinde tanımlanırken kuantum fiziğinde kinetik enerji operatörü yine aynı ifadeyle yazılır. Tek fark "p" artık bir sayı değil bir operatördür. Bu bize Ehrenfest teoremince sağlanır ve bütün operatörleri klasik yasaları kullanarak türetebiliriz. Bu noktada "Peki, dalga fonksiyonu nedir?" sorusuna dönmeliyiz. Dalga fonksiyonu bize Schrödinger denklemi tarafından verilen, bir bakıma parçacığın kimlik kartıdır. Bir boyutta Schrödinger denklemi;

şeklinde yazılabilir. İfade bir bakıma enerji denklemidir ve bahsi geçen "kimlik" kartını sistemin enerjisine göre verir. (Burada kimlikten kasıt, parçacığın elektron mu yoksa nötron mu olduğu değil, momentumu, konumu, kinetik enerjisi gibi gözlemlenebilir olmalarıdır.) Bu denklem çözüldüğünde parçacığımızın dalga fonksiyonunu elde etmiş oluruz. En basit atom olan hidrojen atomunun zamandan bağımsız analitik olarak çözülmesi bile zordur, neyse ki belli formalizmlerle, daha karmaşık sistemleri yaklaşımlar yaparak çözmek mümkün oluyor.

Kuantum mekaniği temelinde bir olasılık teorisidir. Dalga fonksiyonu içinde sistemin bütün olası durumlarını barındırır. Siz soruyu sorduğunuzda size en olası cevabı verir, ancak soru sorma işlemi dalga fonksiyonunu "dağıtır" ve siz bir daha sorduğunuz zaman artık başka bir cevap alırsınız. Bunun yanı sıra kuantum mekaniği yapısı ötürü belirsizlikler barındırır. Bu belirsizlikler bazı gözlemlenebilir olanı ne kadar iyi bilirseniz diğer bazıları hakkında o kadar az şey bileceğinizi söyler. Örneğin konum ve momentum böyle bir çift oluşturur. Birini ne kadar iyi bilirseniz diğeri hakkında o kadar az bilginiz olur. Bu Heisenberg belirsizlik ilkesi olarak bilinir. Konum ve momentum için Heisenberg belirsizlik ilkesi şöyle gösterilir:


Bu ifade de  ve  ile verilenler sırasıyla konum ve momentumdaki belirsizliklerdir.

Yukarıda ele alınan kuantum mekaniği, öklidyen bir uzayda çalışılmış kuantum mekaniğidir, diğer bir deyişle göreceli değildir. Einstein'ın özel görelilik kuramına uyan bir kuantum mekaniği türetmek mümkündür. Hatta ilk bakışta kolay bir uğraştır. Kuantum fikrine ve özel göreliliğe biraz aşina olan biri bile çözüme kolayca ulaşır. Yukarıda değinilen Schrödinger denklemini daha sade bir formda şöyle ele alabiliriz:

Burada H olarak verilen Hamiltonian operatörüdür. (Toplam enerji olarak düşünülebilir.) Relativistik olmayan serbest parçacık (potansiyel enerji sıfır) için Hamiltonian:

olarak verilir. Relativistik serbest parçacık içinse Hamiltonian:

şeklinde yazılabilir. İfade pek yabancı değil, değil mi? Hayır, olaya klâsik mekanik açısından bakarsanız, parçacığın durduğunu kabul edersek, momentum sıfır olacak ve ünlü 'yi elde etmiş olacaksınız. Şimdi relativistik Hamiltonianla Schrödinger denklemini yeniden yazalım:

Karesi alınırsa

elde edilir. Bu denklem Klein-Gordon denklemi olarak bilinir. Ancak denklem birtakım teknik nedenden ötürü sorunludur. Daha geçerli relativistik çözüm Dirac tarafından keşfedilmiştir ve kendi adıyla anılan denklemle verilir. Ultramikroskobik boyutlarda (Planck Uzunluğu) uzayın küçük dalga boylarında bir kaos olduğu düşünülür. Evrenin milyarda birinin milyarda birinin milyonda biri boyutlarda gözleyecek olursanız evren bir kaos olarak görünür.

Kuantum mekaniği tarihi gelişimi boyunca birçok sınavdan alnının akıyla çıkmayı başarmıştır. Olguları büyük bir doğrulukla açıklaması, yeni olgulara ışık tutması bir teoriden beklenen özelliklerdir ve kuantum mekaniği bu işi gerçekten oldukça iyi başarmıştır. Kuantum fikirleri üzerine gelişen kuantum elektrodinamiği (QED) ve kuantum renk dinamiği (QCD) bu güne kadarki hiçbir teorinin ulaşamadığı hassasiyetlerde sonuçlar vermişlerdir. Ne var ki geçtiğimiz yüzyılın çok büyük iki teorik açılımı bir biriyle uyuşmamaktadır. Doğada bilinen 4 kuvvetten 3'ü, elektromanyetizma, zayıf ve güçlü kuvvetler, kuantum kuramlarıyla ele alınabilirken kütleçekimin henüz tutarlı bir kuantum kuramı bulunamamıştır. Her ne kadar sicim kuramları kuantum kütleçekime aday gibi görünse de çözülmesi gereken çok büyük sorunlar hâlen bulunmaktadır. Günümüzde yaygın kanı kuantum ve kütleçekimin üstünde, doğrusal olmayan daha genel bir kuramın yer aldığıdır.

Kuantum Mekaniği'nin Uygulamaları

Kimyasal ve fizik bilimlerinin temelleri şu temel araştırma alanları üstüne kuruludur:

Akışkanlar Mekaniği

Elektromanyetik

İstatistiksel Mekanik

Kimyasal Kinetik

Klâsik Mekanik

Kuantum Mekaniği

Optik

Termodinamik

Diğer tüm fizik ve kimya dalları, bu temel düzeneklerin uygulamalarıdır. O halde bunlara "saf", diğerlerine "uygulamalı" fizik ve kimya gözü ile bakılabilir. Kuantum mekaniğinin mikro sistemlere uygulanması ile şu uygulamalı fizik ve kimya dalları türetilmiştir:

Anorganik Kimya, Organik Kimya, Biyokimya: Bunlar da temel uygulama dalı olan Kuantum Kimyası'nın özel olarak -sırasıyla- anorganik, organik ve biyomoleküllere olan uygulamasıdır.

Katı Hal Kimyası (Fiziği): Katı halin kuantum mekaniği

Kuantum Kimyası: Atom ve moleküllerin kuantum mekaniği (Fizik'te genelde Atom ve Molekül Fiziği ismi tercih edilir)

Nükleer Kimya (Fizik): Çekirdeğin kuantum mekaniği

Parçacık Kimyası (Fiziği): Atomaltı parçacıkların kuantum mekaniği

Plazma Kimyası (Fiziği): Plazmanın kuantum mekaniği

Sıvı Hal Kimyası (Fiziği): Sıvı halin kuantum mekaniği

Fotokimya ve fotofizik, yüzey kimyası vb. pek çok dal da kuantum mekaniğinden uygulamalar içermektedir.

Kuantum mekaniği her ne kadar çok küçüklerin dünyasını modelleyen bir kuram olsa da uygulama alanları gerek dolaysız gerek dolaylı yollarla çok geniştir. Kuantum mekaniği biyoloji, malzeme bilimi, elektronik gibi birçok alanın günümüzdeki anlamına kavuşmasını sağlamıştır.

Laser, maser, yarı iletkenler gibi günümüzün olmazsa olmazlarının icatları, kuantum mekaniği sayesinde mümkün olmuştur. Ayrıca elektron mikroskobu, atomik kuvvet mikroskobu, taramalı tünellemeli mikroskop gibi biyoloji ve nanoteknolojik uygulamaların olmazsa olmazları; PET-Scan (Positron Emmission Tomography), MRI (Magnetic Resonance Imaging), Tomografi gibi tıbbi görüntüleme cihazları yine kuantum mekaniğinin bize gösterdiği belli doğa olgularını kullanarak çalışırlar. Yine tıp, nanoteknoloji, elektronik gibi birçok alanda sayısız kullanımı olan fiberler kuantum mekaniğinin doğrudan uygulamasına örnektir. Modern kimya, kuantum fikirleri üzerine inşa edilmiş ve çok karmaşık moleküllerin yapıları bu sayede anlaşılmıştır.

Kuantum mekaniği felsefesi

Kuantum mekaniği bugüne kadar girdiği tüm sınavlardan başarıyla çıkmıştır. Peki, nasıl olur da bu denli başarılı bir teorinin eleştirel bir felsefesinden söz edilebilir? Dahası teorinin bazı felsefi sorular ortaya çıkardığını nasıl ileri sürebiliriz?

Kuantum mekaniği net ve sağlam matematik temeller üzerine kurulmuştur. Sistemlerin doğası bu matematikle modellenir. Ancak başlı başına bu modelleme kuantum mekaniğinin temel kavramlarının çözümlenmesinde felsefecilere göre yetersizdir. Örnek verecek olursak, {\displaystyle \Psi (x,t)}{\displaystyle \Psi (x,t)} bir dalga fonksiyonudur. Bu dalga fonksiyonunun mutlak karesinin olasılık genliği olduğu ise bir yorumdur. İstatistiki bir dağılımı temsil eden olasılık genliğinin altta yatan “fiziksel gerçeklik” ile bağlantısını sorgularsak ve bunu genel bir çerçeveye oturtmak istersek, o zaman, kuantum mekaniği felsefesi yapmış oluruz.

Fizikçiler arasında genel yaklaşım, felsefe yapmak yerine değişik koşullar altında Schrödinger denklemini çözmek ve teorik olarak bulunan sonuçları deneysel sonuçlar ile karşılaştırmaktır. Şimdiye kadar deneyler bu şekilde hep başarı ile açıklanabilmiştir, yani doğa, kuantum mekaniğinin tahminlerine göre hareket etmektedir. Burada üzerinde durulabilecek bir nokta, kuantum fiziğinin, üzerinde deney yapılması imkansız kavramların felsefesini yapmaya gerek duymaması, bunun yerine sadece deney ve teorinin uyumuna bakmasıdır.

Kuantum mekaniği tamamlanmış bir teori midir?

Kuantum mekaniğinin temelleri Heisenberg belirsizlik ilkesinin formüle edildiği 1927 yılından bu zamana dek hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Kuantum mekaniğinin uzantısı olarak ortaya çıkan teorilerde ortaya çıkan kavramlar da, bildiğimiz kadarıyla bu temel ilkelerde değişiklik yapılmasını gerektirmezler. Kuantum mekaniği doğduğu andan itibaren temel ilkelerin anlaşılması bakımından büyük tartışmalara yol açmıştır. Bu tartışmalardan biri A. Einstein, B. Podolsky ve N. Rosen'in 1935 yılında "Doğanın Kuantum Mekaniksel Tasviri Tamamlanmış Kabul Edilebilir mi?" başlığıyla yayınladıkları ve yazarlarının adlarının baş harfleriyle "EPR Paradoksu" olarak adlandırılan makalesiyle başlamış olup, hâlen de önemini korumaktadır. EPR makalesi bir fizik teorisinin tamamlanmış kabul edilebilmesi için iki temel koşulu yerine getirmesi gerektiğini söyler. Bunlar;

Teorinin doğruluğu

Teorinin tamamlanmışlığı

EPR makalesine göre teorinin doğru olarak nitelendirilebilmesi için teorinin deney sonuçlarıyla uyumluluğu göz önüne alınmalıdır. Bu bakımdan kuantum mekaniği deneylerle büyük bir uyum gösterdiği için doğru kabul edilir. Teorinin başarısı için gerekli olan diğer koşul olan tamamlanmışlık için ise makalede şu koşul verilmiştir: "Bir fizik kuramında, her fiziksel gerçekliğe karşılık olan bir öge bulunmalıdır."

Makalede fiziksel gerçeklik şu şekilde tanımlanmıştır: "Bir fiziksel niceliğin değerini, dinamik sistemi herhangi bir biçimde bozmaksızın kesinlikle tahmin edebiliyorsak, o zaman, fiziksel gerçekliğin, bu fiziksel niceliğe karşılık olan bir ögesi vardır."

Fiziksel niceliğin kesin bir değerini, dinamik sistemi bozmadan teoride elde edebiliyorsak, o zaman, teoriden hesap ile elde edilen bu kesin değer fiziksel gerçekliğin bir ögesine karşılık gelecektir. Ancak fiziksel gerçekliğin bütün ögelerinin fizik teorisinde karşılıklarının bulunması gerektiğine dair bir koşul ileri sürülmemiştir. Bu nedenle, EPR'ye göre, doğru olan teorinin aynı zamanda tamamlanmış olması gerekmez.

Fiziksel gerçeklik ölçütünün kuantum mekaniği çerçevesinde nasıl kullanıldığı makalede şu örnekle açıklanmıştır. Elimizdeki parçacık  fonksiyonu ile gösterilsin. Fonksiyonu;

şeklinde gösterelim. Bu parçacığın momentumu ölçülmeden önce şu önerme ileri sürülebilir: Parçacığın momentumunun ölçümden sonra  değerini alma olasılığı 'dir. Ayrıca;

olduğunu kabul edelim. Eğer alınabilecek birden çok momentum değeri mevcutsa  1'e eşit değildir. Bu sebepten ötürü fiziksel gerçeklik ölçütü bu durumda kullanılamaz.

25 Kasım 2021

İnsan beyni küçülüyor

Bulgulara göre modern insanın beyin kütlesi son 50 bin yılda yüzde 5’ten fazla azaldı.


ABD'li bilim insanı Jeff Morgan Stible'ın yeni araştırması insan beyninin giderek küçüldüğüne yönelik şüpheleri doğruladı.

Los Angeles Doğa Tarihi Müzesi'nde görev alan nörobiyolog, hakemli bilimsel dergi Brain, Behavior and Evolution'da yayımlanmak üzere kabul edilen makalesinde, modern insanlarda ensefalizasyon (beyin boyutunun vücudun geri kalanına oranı) düzeyinde düşüş tespit etti.

Bilim insanı, bu düşüşün büyük ölçüde obezitedeki artışla ilişkili olduğunu düşünüyor. Stibel'ın tahminine göre beynin boyutundaki son azalmalar, modern insanın değişen fizyolojisine (özellikle vücut kütlesine) uyum sağlama hamlesi olabilir.

Son 4 milyon yıl boyunca, hominin vücut büyüklüğü arttı. Bu sırada beyin vücudun geri kalanına göre orantısız bir şekilde büyüdü. Artan ensefalizasyonun, memelilerdeki daha yüksek bilişsel yeteneğin itici gücü olduğuna inanılıyor.

Ancak Stible'ın araştırmasına göre milyonlarca yıllık hominin evriminin aksine, modern insanın beyin kütlesi son 50 bin yılda yüzde 5'ten fazla azaldı.

Araştırmada Holosen devrinden kalan 30 ve Geç Pleistosen'den kalan 25 Homo sapiens kafatası incelendi. Daha geniş ölçekte karşılaştırma için 16 eski hominin örneği de araştırmaya dahil edildi. Modern insanların incelenmesi için de 1980 ve 1982 arasında ölen 19 kişinin otopsi verileri kullanıldı.

Bulgular, beynin mutlak boyutunun yüzde 5,415 oranında küçüldüğünü ve modern dönemde Homo ensefalizasyonunda önemli düşüşler olduğunu gösterdi.

Söz konusu azalmanın insan bilişi üzerindeki olası etkisi de henüz tam olarak bilinmiyor.

Ancak Stibel, özellikle sanayileşmiş bölgelerde yaşayan insanların zeka seviyelerinde son 30 yılda önemli düşüşler meydana geldiğini söylüyor.

Bilim insanına göre sağlıkta, teknolojide ve diğer alanlardaki ilerlemeler, beyindeki genetik ve fiziksel değişimlerin uzun vadeli etkilerini telafi etmek için yeterli olmayabilir.

 

Independent Türkçe, Psypost, Futurism

Derleyen: Çağla Üren

Barut


Barut, tarihin önemli keşiflerinden bir tanesi olup, savaşların gidişatını değiştiren bir araçtır. Patlayıcı niteliği dışında itme gücünden de faydalanılmaktadır. Bileşimi ise bu niteliklerinin ona kazandırmaktadır.

Barutun bulunuşu çok eski zamanlara dayanmaktadır. Çin ve Indida halkları döneminden çok önce bilindiğine inanılıyor. Kömür, kükürt, potasyum, keten ve kenevirden üretilen barut, pamuktan daha yüksek termodinamik özelliklere sahiptir.

Barut, enerjiyi biriktirmek, taşımak ve harekete geçirmek için kullanılan ilk teknolojilerden biridir.

1800'lerin ikinci yarısı boyunca barut, güherçile, kükürt ve odun kömürünün bir karışımı olan "karabarut" anlamına geldi.

Baruta ilk gönderme, geçici olarak 800'lerin ortasına tarihlenen bir Taocu metinden, Zhenyuan miaodao yaolüe'den bir bölüm olabilir. Günümüze kalan en eski barut formülleri 1040'lardan bir askeri kitapta, Wujing zongao'da bulunabilir. Bu kitaptaki üç formül en fazla %50 güherçile içerir; bu, patlama için yeterli değildir; ama yanıcı etki için yeterlidir. Patlayıcı barut için en uygun formül, %75 güherçile, %10 kükürt, %15 yumuşak odun kömürü içerir. Çinliler barutu silah olarak ilk defa 904 yılında patlayıcı olarak kullandılar. Adını "uçan ateş" koymuşlardı. Ardından barut bombalarını mancınıklarda da kullanmaya başladılar. Barutun kayıtlı ilk itici güç olarak kullanılması 1132 yılında bambudan yapılmış toplarda kullanılması denemeleridir. Metal boruya sahip topların kullanımı 1268-1279 tarihleri arasında Moğollar ile Song Hanedanlığı arasındaki savaşta görülür.

Barutun Araplar tarafından kullanılması 13. yüzyılda gerçekleşmiştir.

Barutun Avrupa'ya nasıl geldiği hakkında fazla bir bilgi yoktur. Bazı tarihçiler İpek Yolu yoluyla geldiğine inanmakta, bir grup da, barutun Avrupa'da Çin'den bağımsız olarak icat edildiğini savunmaktadır.

1846 yılında İtalya'da Soprero,İsveç'te Schönbein ve Fransa'da Böttger adlı kimyagerler ayrı ayrı çalışarak nitrogliserin ve nitroselüloz (veya pamuk barutu) adı verilen barut çeşidini buldular. Bu patlayıcılar olumlu olduğundan, birçok kişi bunları tekamül ettirmek için çaba sarf etti. 1886'da Fransız kimyager Vielle silahlarda kullanılabilen ilk dumansız barutu yaptı.

(Kara barut) Barut ağırlıkça 15 birim potasyum nitrat (bazen yerine sodyum nitrat), 3 birim odun kömürü tozu ve 2 birim kükürdün karışımından oluşur. Bu oran yüzyıllar boyunca değişiklikler göstermiştir. Amaca göre oranı değiştirilebilir. Barut imalinde kullanılan bu üç kimyasal madde kolayca öğütülüp toz haline getirilebilir ve karıştırılır.

Bu suretle yapılan baruta (un barutu) denilmekteydi. Bunun birçok sakıncası bulunmaktaydı. Bu karışım fıçılar içerinde nakledilirken patlama tehlikesi vardı. Ayrıca barutun yapıldığı maddelerin farklı özgül ağırlıkları olduğundan, fıçıda durduğu sürece ayrılarak bozuluyordu. Son olarak da rutubetten etkilenerek topraklaşıyor ve yanma özelliğini kaybediyordu. Bu sorun da yine 1400 yıllarında taneli barut yapılarak çözüldü. Şöyle ki toz haline getirilen üç kimyasal madde alkol ile karıştırılarak sulandırıldı ve sonra basınç ile kurutularak taneler haline getirildi.


Bu tane barutun daha çabuk yandığı ve daha güçlü olduğu görüldü. Bu barut yine de mükemmel değildi. Atış yapıldığı zaman etrafı kesif bir beyaz duman kaplıyor ve birkaç top salvosundan sonra savaş alanı simsiyah oluyordu. Ayrıca tüfeklerde ve toplardan çıkan duman silahların yerini belli ediyordu. Bunlardan başka kara barut namlularda yapışkan bir tortu bırakıyor ve bir süre sonra bu birikintiler yüzünden gülle veya kurşun (ağızdan dolma) silaha sığmaz oluyordu. Atıştan hemen sonra namlu temizlenmezse,bu yapışkan tortunun içindeki kükürt kalıntıları rutubet alarak sülfürik aside dönüşüyor ve namlu içini kemirerek çürütüyordu. Ayrıca duman ve tortular yüzünden doğan sorunlar başka bir barutun yapılmasını zorunlu kıldı

(Dumansız barut): 1886'da Fransız kimyager Vielle silahlarda kullanılabilen ilk dumansız barutu yaptı.

Nitroselüloz (pamuk barutu): alkolle karıştırılıp hamur haline getirildikten sonra ince şeritler ve taneler halinde kesilerek kurumaya terk edilir.

Karakteristiği ve kullanım alanı

Barutun yanma hızı basınçtan etkilenmediğinden dolayı, patlayıcı özelliği gösterir ama yavaş ayrışmasından dolayı da oldukça güçsüz bir patlayıcı sayılır. Bu özelliğinden dolayı daha çok itici bir güç olarak kullanılması tercih edilmiştir. Yandığında silahın namlusuna zarar veremez ama mermiyi itecek yeterli kuvveti yaratır.Fakat kayaların parçalanması gibi uygulamalar için gücü yetersizdir ve bu gibi durumlar için dinamit gibi baruttan daha güçlü patlayıcılar kullanılır.Toz taneciklerinin büyüklüğü, barutun yanma hızını belirler. Daha küçük tanecikler, daha fazla yüzey alanı yaratır bu da daha hızlı yanma demektir. Kovan içinde sıkılaştırılması yanma başladığında patlama yaratır. İşaret fişeklerinde de tercih edilir.

Barut yapılışı

% Cinsiyle hesaplama

%75 KNO3 veya NaNO3

%15 C

%10 S


Kabaca hesaplama

15x KNO3 veya NaNO3

3x C

2x S

KNO3 = potasyum nitrat

NaNO3 = sodyum nitrat

C = karbon (kömür)

S = kükürt

12 Ekim 2021

Ses ve Ses Duvarı

Ses, canlıların işitme organları tarafından algılanabilen periyodik basınç değişimleridir. Fiziksel boyutta ses, katı, sıvı veya gaz ortamlarda oluşan basit bir mekanik düzensizliktir. Bir maddedeki moleküllerin titreşmesi sonucunda oluşur.

Ses bir enerji türüdür. Ses titreşimle oluşur, titreşimi enerjiye dönüştürür. Sesin kuvvetine gürlük denir ve "Desibel (dB)" ile ölçülür. Örneğin kalkış yapan füze 120 desibel ses üretir. Yüksek sesli müzik 90 desibel üretir. Normal insanın konuşması 50-60 desibel gücüne eşittir.

Yayılma

Sesin yayılması için maddesel ortama ihtiyaç vardır. Yani boşlukta ses yayılmaz. Ses dalgalar halinde yayılır. Ses kaynağından çıkan ses maddenin taneciklerini titreştirir. Bu nedenle ses yayılır. Ses dalgasının her bir tam devrinde bir sıkışma ve bir seyrekleşme serisi vardır. Ses, tanecikler halinde yayılır, tanecikler ne kadar sık ise o kadar hızlıdır. Sesin yayılma hızı sırasıyla katıdan sıvıya, sıvıdan gaza azalır. Hız (V) = uzaklık (D)/ süre (T) biçiminde gösterilen genel hız formülü aslında teorik bir değer niteliği taşımamaktadır. Çünkü bu formülde göz önüne alınmayan dış faktörler, ses dalgalarının hızı üzerinde bir dizi etkiler yaratır. Örneğin rüzgâr sesi uzaklara taşır, gece ve gündüzün sıcaklık farkları ses dalgalarını etkiler. Ses dalgaları katılarda yaklaşık olarak 5000 m/s hızla yayılır. Suda 1453 m/s hızla yol alır. Havada 340 m/s yol alır. Ses kaynakları ikiye ayrılır bunlar doğal ses kaynakları ve yapay ses kaynaklarıdır.

Ses kaynakları

Ses veren her madde bir ses kaynağıdır. Sesler kaynaktan aldığı enerjilerle titreşerek yayılırlar. Titreşen cisimler esnek olup sesi oluşturur. Esnek olan cisimler ses dalgaları meydana getirebilir ve ses dalgalarını iletebilir. Ses mekanik dalga olduğundan yayılması için bir ortama ihtiyaç duymaktadır. Ses dalgaları ortamlarda sıkışma ve genleşme şeklinde boyuna ilerleyen dalgalardır. Ses dalgalarının basıncı olup girişim sunucu vuru oluştururlar.

Doğal ses kaynakları

Yağmur, rüzgâr, akarsular, gök gürültüsü, canlı sesleri ve doğa sesleri gibi kendiliğinden ses çıkaran ses kaynaklarıdır.

Yapay ses kaynakları

Makine, telefon ve enstrüman gibi üretilmiş araç veya gereçler yapay ses kaynaklarıdır.

Frekans (f)

Sesin bir frekansı, boyu, periyodu (T) ve hızı bulunmaktadır. Sesin birim zamandaki (genellikle saniye) titreşim sayısına "frekans" denir. Birimi ise Hertz (Hertz)'dir. Dalga boyu, bir ses dalgasının oluşması için sesin aldığı yoldur. Sesin hızı normal koşullarda; havada 340, tahtada 4000-6000, suda 3000-5000, çelikte ise 8000 m/s dir. Ses boşlukta yayılmaz. Çünkü titreşen bir cismin sıkışıp genleşmesine yol açabilecek atom ya da molekül gibi tanecikler yoktur.

Çok alçak frekanslı ses (İnfrasonik)

Sesleri ya da infrasound olarak nitelendirilen ses frekansları, 20 Hertz den az olurlar. Böylece insan kulağının duyamayacağı kadar düşük, fakat hava basıncı değişiklikleriyle oluşan ses dalga frekanslarından daha yüksektirler.

İnsan kulağının teorik olarak 20 Hertz ile 20000 Hertz arasını duyduğu söylense de, en iyi 250 Hertz ve 3000 Hertz arasındaki konuşma frekansı bölgesini duyar. Hayvanlar, insanların duyamadığı ses frekanslarını bile algılayabilirler. Örneğin fillerin ayağında çok alçak frekansları algılayan doğal alıcılar vardır.


Çok yüksek frekanslı Ses (Ultrasonik)

Ses-ötesi ya da ultra sound, insan kulağının duyamayacağı çok yüksek frekanstaki seslere verilen addır. Frekansı 20.000 Hertz'in üstündedir.

Hayvanlar 20.000 Hertz den yukarisini duyabilirler. Francis Galton (1822-1911) köpeklerin bu özelliğinden yararlanarak Galton Köpek Düdüğünü tasarlamıştır. Sadece köpeklerin duyabileceği frekanslardaki sesleri veren bu düdük köpek terbiyeciliğinde ve istenmeyen köpeklerin uzak tutulmasında kullanılmaktadır. Frekansı 16000 ile 22000 Hertz arasındadır. Uygulamada bu kadar yüksek sıklığa sahip ses, insan kulağı tarafından duyulamamaktadır.

Şiddet

Sesin havada yayılırken oluşturduğu dalganın yoğunluğunun niceliğidir. Bir sesin şiddeti, ses dalgasının genliğiyle doğru orantılıdır. Sesin şiddeti arttıkça direnebileceği süre artar. Yani ses daha uzağa yayılabilir. Ses şiddetinin birimine "Desibel (dB)" denir ve " Desibelmetre" ile ölçülür. İnsan kulağı, 0-140 dB arası sesleri sorunsuz duyar. 140 dB'den şiddetli sesler kulağımıza zarar verir. Ses bilim ve ses bilgisinin temel konusu, dil veya konuşma sesidir. Ses, akciğerlerden gelen havanın ses organlarında biçimlendirilmesiyle oluşan, kulakla veya hassas aletlerle algılanabilen titreşim olarak tanımlanabilir. İnsanoğlunun kendi ses organlarıyla üretip kullandığı bu sesler, konuşma dilinin görece en küçük parçasını ve dilin temelini oluşturur. Sesler, anlam ayırt edici olup olmadıklarına bakılarak, sesbirim (fonem) ve ses değişkesi (allofon) olmak üzere iki kategoride ele alınabilir.

Akciğerlerden gelen havanın ses yolunda meydana getirdiği titreşime ses denir. Çevremizde ses çıkaran sayısız varlık vardır. İnsanlar, hayvanlar, taşıtlar, müzik aletleri, şelale, rüzgâr, yağmur ses çıkaran varlıklardandır.

Kendiliğinden ses çıkaran varlıklara doğal ses kaynakları denir. Ses kaynaklarının ses çıkarabilmesi için titreşim gerekir. Müzik aletlerinde bunu çok net görebiliriz. İnsanların ses çıkarması da titreşimle olur. Gırtlağımızda bulunan ses telleri akciğerlerimizde bulunan hava ile titreşerek ses çıkmasını sağlar.

Ses grupları

Ses oluşturan her varlık ses kaynağıdır. Üç çeşit ses kaynağı vardır:

Canlı Varlıklar: Hayvanlar, insanlar… 

Cansız Varlıklar: Davul, gitar, bağlama, flüt sesi vs…

Doğal Afet: Gök gürültüsü, rüzgâr vs...

Sesin yayılımı

Sesin yayılması için maddesel ortama ihtiyaç vardır. Yani boşlukta ses yayılmaz. Ses dalgalar halinde yayılır. Ses kaynağından çıkan ses maddenin taneciklerini titreştirir. Bu nedenle ses yayılır. Ses dalgasının her bir tam devrinde bir sıkışma ve bir seyrekleşme serisi vardır. Ses, tanecikten taneciğe yayılır, tanecikler ne kadar sık ise o kadar hızlıdır. Sesin yayılma hızı sırasıyla katıdan sıvıya, sıvıdan gaza azalır. Hız (V) = uzaklık (D)/ süre (t) biçiminde gösterilen genel hız formülü aslında teorik bir değer niteliği taşımamaktadır. Çünkü bu formülde göz önüne alınmayan dış faktörler, ses dalgalarının hızı üzerinde bir dizi etkiler yaratır. Örneğin rüzgâr sesi uzaklara taşır, gece ve gündüzün sıcaklık farkları ses dalgalarını etkiler. Ses dalgaları katılarda yaklaşık olarak 5000 m/s hızla yayılır. Suda 1453 m/s hızla yol alır. Havada 340 m/s yol alır.

Sesin yapısal yönü

Bir saniyelik zaman içerisinde değişken hareketin ya da titreşimlerin sayısı frekans olarak tanımlanır. Frekans arttıkça ses tizleşir. Sesin yapısal yönünü frekans belirler.

Sesin tınısı

Sesin tınısı, aynı frekansta olduğu halde kaynaklar farklı ise seslerin farklı olarak algılanmasıdır. Sesler arasındaki renk farkıdır. Ses kendine özgü olan bu rengi, taşıyıcı bir titreşimin (asal dalganın) üzerine “oranlı” olarak, yan titreşimlerin (harmoniklerin) binmesiyle oluşan karmaşık titreşimlerin sonucu sonucunda kazanır. Frekansı oluşturan saniyedeki periyot sayısı, ne kadar fazla olursa ses o kadar tiz; ne kadar az olursa, o kadar pes niteliğe bürünür.

Ses zarfları

Sesin tınısını etkileyen etkenlerden biri ses zarfıdır. Ses zarfı, ses yoğunluğunun zaman içindeki değişimini ifade eder ve üç evre ile açıklanabilir.

Çıkış (attack): Bir ses kaynağının titreşmeye başladığı nokta ile en üst seviyeye (tepe noktasına) ulaştığı mesafe arasındaki yükselme zamanıdır.

Kalış (sustain): Sesin en yoğun seviyede ya da tepe noktasında kalma zamanıdır.

Düşüş (decay): sesin en yoğun seviyeden sesizliğe inme süresidir.

Ton

Basit (genleşme değerlerinin düzenli olması; örneğin düzensiz; 1/500, ikincisi 1/400, üçüncüsünün 1/485 olması gibi) frekanslar seste ton farkını meydana getirir. Frekansları aynı olan seslerin tonlarıda aynı olur. Seslerin periyodik karakteri dörde ayrılır:

Temel ses: Titreşimleri basit sinüs eğrisi karakteri taşıyan seslere “saf/temel ses” denilir. Bir diyapazonanın çıkardığı ses bunun en yalın örneğidir. Doğada “saf/temel” ses bulunmaz. Doğadaki sesler her zaman karmaşık yapıya sahiptir.

Karışık ses:

Gürültü: Periyodik olmayan düzensiz ses titreşimlerine gürültü denir. Patlama: Kısa süreli hızlı bir hava yoğunlaşması sonucunda oluşup kulağımıza çarpan seslere ise “patlama” denilir.

Sesbirim

Anlam ayırt edici sestir. Bir dildeki sesbirimleri tespit etmek için zıtlaşan çiftlerden yararlanılır. Zıtlaşan çiftler tek bir ses özelliğiyle başkalarından ayrılan kelimelere denir. Söz gelişi, ada ve ata kelimelerini birbirinden ayıran /d/ ve /t/ sesleridir. Bunlardan /d/ ötümlü /t/ ötümsüzdür. Aynı şekilde ara, ana, aya, ala, aba kelimelerinde anlam farkı yaratan sesler, sırasıyla /r/, /n/, /y/, /l/, /b/’dir. “Ara“yı “arı“dan ayıran /a/ ve /ı/, “ver“i “var“dan ayıran /e/ ve /a/ sesleridir. İşte bu türden sesler birer sesbirimdir. Sesbirimler /a/, /b/, /e/, /t/ gibi iki eğik çizgi arasında gösterilir.

Ses Değişkesi

Dilde anlam ayırt etmeyen, ancak farklı telâffuz edilen seslere, ses değişkesi denir. Örneğin bana ve banka kelimelerindeki [n] sesleri farklı söylenir. İlki bir diş sesi olan [n], ikincisi bir damak sesi olan [ñ]‘dir. Buna göre Türkçede /n/ sesbiriminin, [n] ve [ñ] olmak üzere en az iki ses değişkesinden söz edilebilir. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi ses değişkeleri köşeli ayraç içinde gösterilir. Dilin sesleri incelenirken sesbirimler ve onların değişkeleri ayrıntılı olarak ele alınabilir ancak bu çalışmada ağırlıklı olarak sesbirimler üzerinde durulmaktadır.  

Ses duvarı

Ses duvarı (İngilizce: sound barrier veya sonic barrier), aerodinamik sürtünmedeki ani artış ve ses hızına yaklaşıldığında bir uçak veya başka bir nesnenin yaşadığı istenmeyen etkilerdendir. Uçak ses hızına yaklaşmaya başladığında, bu etkinin daha yüksek hızlara ulaşmayı çok zor veya imkânsız hale getiren bir engel oluşturduğu görülmüştür. "Ses duvarı" terimi günümüzde hâlâ süpersonik hıza ulaşan uçakları ifade etmek için kullanılmaktadır.


FA-18 Hornet ses duvarını aşıyor (7 Temmuz 1999)


20 °C (68 °F) kuru havada ses hızı saniyede 343 metredir (yaklaşık 767 m/h, 1234 km/h veya 1,125 ft/h). Terim, 2. Dünya Savaşı sırasında yüksek hızlı savaş uçağı pilotları daha fazla ivmeyi ve ses hızına yakın hızlarda uçuşu engelleyen bir takım olumsuz aerodinamik etkileri olan sıkıştırılabilirliğin etkilerini yaşadığında kullanıma girdi. Bu zorluklar daha yüksek hızlarda uçmanın önünde bir engel oluşturuyordu. 1947'de, özel tasarlanmış uçaklarda, ses hızında güvenli uçuşun mümkün olduğu ve böylece ses duvarının aşıldığı tespit edildi. 1950'lere gelindiğinde, savaş uçakları yeni tasarımları sayesinde rutin olarak ses hızına ve daha yüksek hızlara ulaşabildiler.

1/Sübsonik 2/Mach 1 3/Süpersonik 4/Şok dalgası


Bullwhip veya stockwhip gibi bazı yaygın kamçılar sesten daha hızlı hareket edebilir; kamçı ucu ses hızını aşar ve aslında ses patlaması olan keskin bir çatlamaya neden olur. Ayrıca 19. yüzyıldan sonra yapılan ateşli silahlar genellikle süpersonik namlu çıkış hızına sahiptir.

Ses duvarı, ilk olarak 150 milyon yıl önce yaşayan canlılar tarafından aşılmış olabilir. Bazı paleobiyologlar, biyomekanik yeteneklerinin bilgisayar modellerine dayanarak, Brontosaurus, Apatosaurus ve Diplodocus gibi uzun kuyruklu dinozorların, kuyruklarını süpersonik hızlarda sallayabildiğini ve buna bağlı olarak bir çatlama sesi oluşturabildiklerini tahmin etmektedirler. Bu teorik bilgi tartışmalıdır. Dünya atmosferine giren meteorlar ise her zaman olmasa da genellikle sesten daha hızlı düşer.

Türkiye Şehirleri Türkiye Coğrafyası Dünya Şehirleri Dünya Coğrafyası Ülkeler



  • Blog Yazıları


    Email
    KISA KISA
    X



    Folower Button

    Takipçiler

    Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
    Copyright © 2020. merhancag . All Rights Reserved.

    Bilgi Mesajı

    Duvarı Aşamıyorsan Kapı Aç

    Kıssadan hisse Kısa Kısa'da sizi bekliyor...

    facebook sayfamızı takip edebilirsiniz!