Güzel Bir Hafta Sonu Dileriz

Kısa Kısa'da yeni bir Hikaye

Yolunacak Kaz?..

Sağlıcakla Kalın

×

Loading...
LÜTFEN KULAK VERİN "COVİD" TEHLİKELİDİR

















SON YAZILAR :
Loading...


Anadolu Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anadolu Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

06 Şubat 2022

I.Haçlı Seferi

Birinci Haçlı seferi, 1096-1099 tarihleri arasında gerçekleşen tarihteki ilk haçlı seferidir. Katılan orduların miktarı ve sonuçları bakımından en önemli Haçlı seferidir.

Papa II. Urbanus Clermont Konsili toplantısında.

Birinci Haçlı seferi diğer Haçlı Seferleri gibi dalga dalga çoğunluğu dinsel heyecana kapılmış fakat önemli bir kısmı ise şahsı için macera ve avantaj arayan sürüler halindeki Avrupalı Hristiyanların o zaman Hristiyan olan Avrupa üzerinden ve Balkanlardan yürüyerek, Müslüman arazilere girmeleri Anadolu'da Anadolu Selçuklu Devleti ve hükümdarı Kılıç Arslan elinde bulunan arazilere geçerek savaşıp Antakya'ya varmaları; bir büyük Antioch (Antakya) kuşatmasından sonra oradan Suriye ve Lübnan üzerinden sonra Filistin'e ve Kudüs'e varmaları ve 1099 yılında Kudüs kuşatması, ele geçirilmesi ve katliamı şeklinde gerçekleşmiştir.

Birinci Haçlı Seferi'nin jeopolitik nedenleri

Filistin'de her üç dinin mensupları barış ve huzur içinde yaşarken, Avrupa'daki Hristiyanlar bir "Haçlı" seferi organize etmeye karar verdiler. Papa II. Urban 25 Kasım 1095 günü Clermont Konsili'nde "Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak" çağrısı yaptı.

Clermont Konsili

Birinci Haçlı Seferi'nin başlatılmasının stratejik ve jeopolitik nedenleri ne olurlarsa olsunlar, seferi başlatan ana faktör Bizans imparatoru I. Aleksios'un Avrupa'dan destek yardım istemesi oldu. Aleksius Selçuklu Türklerinin Nikea (günümüzde İznik) kadar batıya gelip yerleşmelerinden Konstantinopolis'in böylece tehdit altında kalmasından dolayısıyla endişeliydi. Mart 1095'te Piacenze Konsili'ne elçiler göndererek Papa II. Urbanus'tan Selçuklu Türkleri'ne karşı yardım talep etti. II. Urbanus bu talebi pozitif tutumla karşıladı. Buna neden belki 40 yıl önce Ortodoks ve Katolik Kiliselerinin birbirinden tamamen ayrılıp Hristiyanlık alemini ikiye bölmelerini engellemek ve Doğu'da Ortodoks Kilisesine yardım elini uzatarak Papa'ya öncelik tanınması prensibine uygun olarak Hristiyan alemini birleştirmekti.

Temmuz 1095'te bir askeri sefere gitmek için asker toplamak nedeniyle Papa II. Urban kendi doğduğu ülke olan Fransa'ya döndü. Fransa'daki gezileri sonunda Kasım ayında bir Clermont Konsili toplandı. Bu konsilin açılış konuşmasında II. Urbanus Fransız Soyluları ve kilise rahiplerinden oluşan bir seyirci kalabalığına; Doğulu Hristiyanlara, Kutsal Ülkelere giden Hristiyan Hacı adaylarına inanılmaz zulümler yapıldığı iddiasını dillendirdiği, ve bu konuda dehşetengiz ayrıntılara yer verdiği önemli bir dinsel nutuk (vaaz) verdi. Bu konuşmanın birçok değişik ayrı versiyonu bulunmaktadır. Bunlardan beşi orada bulunan din adamları tarafından ve diğerleri ise bu vaazı doğrudan doğruya duymayan kişiler tarafından eserlerine konmuştur.[4] Ama bunların hepsi Birinci Haçlı Seferi'nden sonra Haçlılar tarafından Kudüs'ün ele geçirilmesinden sonra yazılmıştır. Bu nedenle II. Urbanus'un eksiksiz ve ekli olan parçalardan arındırılmış olarak bu dinsel vaazda gerçekten ne dediğini bilmek imkânsızdır.

Bütün versiyonlar ayrıntılara göre birbirlerinden değişiktir. Fakat genel olarak II. Urbanus Avrupa'daki cemiyetin şiddet hareketleri ile dolu olduğunu ve Tanrının Barışının korunması gerektiğini; yardım isteyen Doğu'da Bizanslılara destek sağlanması gerektiğini; Doğu'da Hristiyanlara karşı işlenen suçlar bulunduğunu ve yeni bir çeşit savaşın, silahlı olarak yapılan bir haccın, gerekli olduğunu ve böyle bir haccı yerine getirirken ölenlerin günahlarından arınıp cennete gideceklerini ve bu haccı yerine getirip dönenlerin de cennette yerleri bulunduğunu bildirmiştir.

Fakat hiçbiri bu haccın son hedefinin Kudüs'e gitmek olduğunun açıkça belirtildiğini ifade etmemektedir. Fakat II. Urbanus'un sonraki vaazlarından son hedefin Kudüs'e doğru bir askeri sefer olduğu tekrar tekrar açıklanmıştır.

Haçlı ordusunun kurulması

Urbanus'un verdiği dinsel konuşma çok güzel planlanmıştı. Haçlı seferi kavramını ortaya atmak için güney Fransa'nın iki önemli lideri olan "Toulouse Kontu Raymond de Saint-Gilles" ve "Puy Başpiskoposu Adhemar" ile konuşmuştu. Adhemar Clermont Konsilinde şahsen bulunmuş ve bu konsilde "haç takma"ya, yani Haçlı Seferine gitmeye, başta talip olmuştu. Bundan sonra 1095'te ve 1096'nın sonlarına kadar II. Urbanus bu mesajını ülkeyi gezerek Fransa'ya yaymaya uğraştı ve kendinin Fransa'da varamadığı yerlerine kendine vekil olan piskoposlara ve papazlar göndererek bu Urban'ın fikirlerinin yayılmasını ve herkesçe kabul görmesini sağladı. Yine Papa vekilleri papazlar bu fikirlerin Fransa, Almanya ve İtalya'da yayılmasına neden oldular. Bu konuşmaya gelen yanıt Bizans imparatoru Aleksius'un, hatta II. Urbanus'un, beklediğinden çok daha pozitif oldu. II. Urbanus Fransa'da yaptığı gezilerde Haçlı Seferine bazı kişilerin (kadınların, keşişlerin ve hastaların) katılmasını yasaklamak istediğini açıkladı ama bu istekleri Hristiyan ahali tarafından kabul edilmediği hemen aşikar oldu. Sonunda bu silahlı haç seferine gitmeye gönüllü olanlar yüksek tabakadan askerlik bilen şövalyeler değil; hiçbir savaş yapma yeteneği olmayan ve çok az serveti olan veya hiç serveti olmayan köylüler oldu. Kilise veya sivil bürokrasi tarafından kontrol edilemeyen yeni bir Hristiyan inanç sistemi coşkusu Avrupa'nın her yanına yayıldı. Bu çoşkuyu ortaya çıkaran tipik bir ayinde önce II. Urbanus'un ortaya attığı fikirler açıklanmaktaydı; sonra Haçlı Seferi gönüllüleri ortaya çıkıp Kudüs'teki "Kutsal Kabir Kilisesi" (Kıyamet Kilisesi) ne gidip kutsal hacı olmaya yemin etme töreni yapılmakta ve bu gönüllülere bezden bir kırmızı istavroz (haç) verilmekte ve bunu elbiseleri üstüne dikmeleri istenmekteydi.

Birinci Haçlı Seferi'nde Haçlıların "Kutsal Mızrak" önde
Kerboğa'ya karşı Antakya'dan huruc hücumu.
Piskopos şapkalı Puy Baspiskoposu
Adhémar de Monteil "Kutsal Mızrak" taşımakta

Neden bu kişisel dinsel coşkunun Avrupa'yı sardığını ve neden beklenenden çok daha büyük sayıda kişinin gönüllü olarak buna iştirak ettiğini açıklamak istenmektedir. Buna verilecek en uygun cevabı Ashbridge şöyle ifade etmiştir:

Haçlı seferine gitmek idealine açıkça katılan binlerce kişinin tam sayısını bulma imkânı elimizde olmadığı gibi, günümüzde elimize geçmiş olan kaynak ve delilleri kullanarak, buna katılanların psikolojik yapılarına, içgüdülerine, maksatlarına, bilinçli veya bilinçsiz kararlarına delillere dayanan bir açıklama göstermek imkânı da çok sınırlıdır.

Yine de bazı hipotezler ve açıklamalar yapılmıştır:

Orta çağlarda, dinsel olmayan sektörlerde bile şahsî dinî inanç, hayatın her köşesine girmiş olduğu çağlarda, Haçlı idealine katılanların da bu sosyal çalkantıya, şahsî dinsel coşkuyla iştirak etmeleri, derin şahsî inanç yüzünden olabildiği düşünülebilir. Fakat elimizde bulunan kaynaklar şahsî kayıtlardan gelmediği için ve okuryazarlığı hiç olmayan köylülerden değil papazlar ve keşişlerin elinden çıktığı için, bu fikri doğrulamak veya yalanlamak için elimizde inanılır birincil kaynak olmadığı açıktır.

Birçok düşünür, özellikle Fransa'da ortaya çıkan kırsal açlık ve devamlı savaşlar nedeniyle birçok köylünün bu hedefsiz sonuçsuz hayattan bıkıp daha çekici bilinmedik ama çok hikâyelere konu olan ülkelere gitme ve orada kendini gösterme nedeni ile ortaya çıktığı iddia edilmiştir. Ama bunu eldeki belgelerle delillendirmek güçtür.

Diğer taraftan yüksek sınıfın bir çeşit kazanç, parasal veya politik iktidar hırsı ile hareket ettiğini söylemek mümkündür. Özellikle Norman Otranto Kontu Boemondo'nun hikâyesi belki buna bir delil olarak alınabilir. 20. yüzyıl İngiliz tarihçisi Steven Runciman'a göre, Birinci Haçlı Seferine katılan soyluların ve şövalyelerin genellikle ailelerinin en küçük çocuklarıdır ve ailelerinden pek fazla miras beklememekte oldukları çok olasıdır. Bunların şanslarını Doğuda denemeye çalışmaları olası olduğu kabul edilebilir. Fakat Birinci Haçlı Seferine katılan soyluların çoğunun Kutsal Ülkede kalmayıp kendi ülkelerine dönmeleri gerçeği bu hipotezi biraz zayıflatmaktadır. Diğer taraftan Birinci Haçlı Seferine iştirak eden soylu ailelerin Haçlı Seferine katılmalarının aileye çok büyük bir maliyet yarattığı ve Doğudan gelen ganimet ve talanın bu masrafları hiç karşılamadığı da bilinmektedir. Örneğin Haçlı Seferine katılmak için "Robert Curthose" dükü olduğu Normandiya'yı kardeşine satmıştır; Godfrey de Bouillon ailesinin büyük arazilerini kiliseye ipotek karşılığı olarak vermiştir.

Toplanan Haçlıların Hristiyan ülkelerinden geçişi

Bizans'ın Hristiyanlardan istediği yardım büyük sürüler gibi insan halinde değildi. Bu Bizanslıların özellikle Bizans İmparatoru I. Aleksios'un hiç beklemediği ve hiç istemediği şekildeydi. Yardım büyük insan sürüleri olarak gelmesi I. Aleksios'ta büyük şaşkınlık hatta korku yarattı. Özellikle bu güruhların iaşesi ve barınması eğer bir düzene konulmazsa Bizans topraklarının ve şehirlerinin talan edileceğini ve hem kırsal hem de şehirsel ahaliye çok büyük zararların doğacağını anlamıştı. Diğer taraftan düzenli Haçlı ordularının komutanlarının, çoğu bu sefere bir dinsel görevi yerine getirmek için değil, hükümdarlığını yapabilecekleri topraklar bulup, zapt etmek ve kendileri idaresinde özerk devlet kurmak için katıldıkları gayet açıkça bilinmekteydi.

Kudüs'ün kuşatılması (1099)

Bu tehlikeleri karşılamak için I. Aleksios çok uygun bir plan yapmış ve genellikle Bizanslılar bu planı genellikle başarı ile uygulayabilmiştir. Bu plana göre Bizans elinde bulunan Balkan topraklarına giren Haçlı ordularına Bizans ordu birlikleri refakatçi verilecek ve Haçlı orduları bu refakatçilerin kılavuzluğu ve idaresi altında Balkanlarda iyice belirlenmiş menzil mevkilerinde kalıp geçecekti. Bu refakatçi Bizans ordusu, Haçlı ordusunun yem yiyecek bulma araştırmaları da denetleyecekti. Belirli menzil kamplarda iaşe ihtiyacının karşılanması için pazar bulunacak ve Haçlı güçleri bu pazarlardan kendi paraları ile iaşe ihtiyaçlarını karşılayacaklardı. Birinci Haçlı Seferinde bazı Bizans şehirleri (örneğin Niş) böyle bir menzil olmayi ve menzil pazarın kurulmasına karşı çıkmış; şehirleri yakınında böyel bir menzil mevkii ve pazar kurulursa bu pazara ve menzil mevkiine iaşe tedarik etmeme kararı almışlardı. Diğer taraftan Haçlılar bu pazarlarda istenen iaşe maddesi fiyatların çok yüksek olduğunu ve Haçlıların tacirler ve yerliler tarafından devamlı aldatıldıkları şikâyetleri devamlı olarak çıkmıştı. Bu nedenle Haçlı seferi üyeleri ile Balkanlarda yerli halk arasında devamlı potansiyel bir çatışma hali mevcut olmuştu. Bu Bizans refakat orduları için Aleksios büyük sayıda paralı (Türkçe konuşan) Peçenek askerleri tutmuştu ve belirli menzil-kamp yerleşkelerindeki iaşe tacirlerinin bulunması teşvik etmişti. Bu nedenle Haçlı orduları komutanları yanlarında altın ve gümüş para hazineleri ile sefere katılmışlardı. Fakat bu sefer de Avrupa'da basılmış olan altın ve gümüş sikkelerin Bizans topraklarında geçen paraya değiştirilmesi ve bu paraların rayici bir problem olmuştur. Bazı Haçlı komutanları, özellikle hemen sinirlendiği bilinen Tancred), Haçlı ordularının kendi paraları ile kendi iaşelerini karşılamalarına itiraz etmişti. Bu türlü şikâyetleri önlemek için Bizans İmparatoru belirli Haçlı komutanlarına altın ve gümüş para bağışlarını hediye gibi dağıtmıştı.

Bir Haçlı ordusu kafilesi Konstantinopolis (bugünkü İstanbul)'e vardığında, Haçlı ordu kafilesi şehir dışında belirlenmiş ve Bizans ordusu tarafından savunan bir ordu-kampına geçecekti. Buna Haçlılar ordugâh yakınında veya uzağında su, yiyecek ve yem araştırması yapmayacaktı. Bu ordugâhlardaki Haçlı ordusu mensupları küçük gruplar halinde Bizanslı kılavuzlar idaresinde, o zamanların en büyük, en zengin ve en şaşaalı şehrinin kiliselerini, yollarını, meydanlarını, anıtlarını, saraylarını gezip görebileceklerdi. Her Haçlı ordu komutanı ise Bizans İmparatoru'nun huzuruna çıkacak, İmparatoru el etek öperek selamlayacak; Bizans İmparatoru'nun vasalı olduğuna dair yemin edecek ve eline geçirdiği eski Bizans arazilerini Bizans'a devretmeyi kabul edecekti.

Bundan sonra Haçlı ordusu Bizans gemileri ile Boğaziçi'ni geçip Anadolu'ya Selçukluların elindeki arazilere gireceklerdi. Burada ilerlemek ve yem, yiyecek ve su ihtiyacını karşılamak kendilerine kalmıştı. Fakat Bizans, kılavuzlar temin etmek ve askerî bilgi ve destek sağlamaya hazır olacaktı. Genellikle Anadolu'da, Suriye ve Filistin'de Haçlı orduları talan usulü iaşe tedarik şeklini uygulamakla beraber, güzergahların etrafındaki dost geçinen halkı yıldırmamak için yine de para ile satın alma usulleri kullanmaya devam etmişlerdir.

Halkın Haçlı Seferi

1096'da resmen başlayan Birinci Haçlı Seferi'ne katılan Haçlı orduları dalgalar halinde gelmeye başladı. 40.000 kişi kadar ilk dalga resmen Keşiş Pierre adlı bir Amiens'li halktan keşiş emri altında kuzey Fransız, Alman ve daha küçük sayıda kuzey İtalyan köylülerinden ve ailelerinden oluşmuştu; içinde çok az sayıda soylular bulunduğu için bu dalgaya Halkın Haçlı Seferi denmiştir.

Bu dalga Bizans arazisine Belgrad'da girmeden bu şehrin Sava Irmağı karşısında Macaristan'a ait bulunan Zemun (Semlin)'da bir ayakkabı yüzünden karışıklık çıkartıp iç kaleye hücum edip 4.000 Macar'ı öldürdüler ve sonra Belgrad'ı da talan edip yaktılar. Bu güruhun takip ettiği yolda Bizans halkının çeşitli şikâyetlerine (hırsızlık, soygunculuk, kızlara kadınlara tecavüz vb.) maruz kaldı. Güruh Niş'e geldiği zaman da hemen şehir dışında yeni bir isyan çıkardı, fakat bu sefer imparator I. Aleksios'un Bulgaristan eyalet valisi süvari kuvveti gönderip bu Haçlı isyanını bastırdı. Bu güruh 1 Ağustos 1096'da Konstantinopolis'e vardığında gücünün 1/4'ini kaybetmişti.

İmparator I. Aleksios bu güruhun yolda Balkanlarda yaptığı taşkınlıkları ve yağmaları affetti ama Konstantinopolis dışında bir ordugahta bulunmasına ve biran evvel Asya'ya geçirilmesine emir verdi. Haçlıların gayet kontrol altında tutulan küçük gruplar halinde Konstantinopolis'i gezip görmelerine izin verildi. Ama yine de Haçlıların hırsızlıkları şikayet konusu oldu; ordugah yakınında bulunan vilların talan edildiği ve hatta yakındaki kilisenin kurşundan çatısının bile Haçlılar tarafından çalındığı şikayet konusu oldu. İmparator I. Aleksios'un emri ile bu grup 6 Ağustos'ta hemen koruma altında Anadolu'ya çıkartıldılar. Bizanslı kılavuzlarla birlikte Nikomedia (modern İzmit) üzerine yöneltildiler.

Nikomedia şehri 15 yıl önce Selçuklu ordusu tarafından talan edilmişti ve metruk bir halde bulunmaktaydı. Haçlılar şehri ele geçirip Bizanslılara teslim ettiler. Nikomedia'da bir tarafta Fransız haçlılar grubu ile diğer tarafta arasında kavga çıktı. Alman-İtalyan grup Pierre L'Hermite'in komutanlığını reddedip İtalayan asıllı Rainald adlı bir soylu komutasında ana gruptan ayrıldı. Geoffrey Burel komutanlığı altında Franklar ve Rainald komutasındaki Alman-İtalyanlar birbirlerinden ayrıldılar. İki ayrı güruh halinde Haçlılar İzmit Körfezi'ni güneyinden dolanıp Yalova yakınlarında "Cibotos" adlı bir ordugaha ayrı ayrı mevkilerde yerleştiler. Cibotos Bizans İmparatoru I. Aleksios tarafından emri altında bulunan Saray Muhafızı Anglo-Sakson ticari askerlerine üs olarak yapılmış olan eski netruk bir kale yanında idi. İmparator I. Aleksios, Pierre L'Hermit ile yaptığı konuşmada bu Haçlı ordusunun burada dinlenip onları takip edip Balkanlardan gelmekte olan Baronlar Haçlı Seferi ordularını beklemesini tavsiye etmişti.

Fakat Frank haçlılar buna yanaşmadılar ordugah etrafını talana başladılar. Bu talanlarda etrafta yaşamakta olan ahalinin Ortodoks Hristiyan olup olmadığına önem vermediler. Eylül ortasında birkaç bin kişilik bir Frank Haçlı Selçuklu başkenti İznik yakınına kadar ulaşan bir talan akınına çıktı. Bu akında İznik yakınlarında yaşayan Rumca konuşan halka kadın-çocuk-erkek ayrımı yapmadan işkence yapıp onların değerli eşyalarını, zahire stoklarını ve hayvan sürülerini ellerine geçirip onlara büyük zararlar verdirdiler. İznik'ten çıkan bir Selçuklu askeri birliği ile çatışmaya tutuşup bu birliği şehre geri püskürttüler. Sonra Cibotos'a geri döndüler ve talan ettikleri malları kamptaki diğer Haçlılara, hatta bu kampa yakın bulunan Rum deniz güçleri tayfalarına, sattılar.

Bu talana gıpta eden 6.000 kişilik Rainald komutasındaki Alman-İtalyan Haçlılar birliği Eylül sonunda kendi ordugahından ayrıldı. İznik yönünde etraftan talan toplayarak yürüyüşe başladılar. Ancak bunlar daha insaflı olup Rumca konuşan ahaliye saldırmadılar. Bu yolda bulunan Kserigordos adlı bir kaleyi ele geçirdiler. Bu kalede bol miktarda iaşe ve tedarik stoku bulunduğu için etrafa yapacakları talan saldırılar için bir üs olarak kullanmak amacı ile bu kaleye yerleştiler. Bu kalenin bir dezavantajı kalenin bir tepe üzerinde olması ve suyunu kale dışındaki yokuşun altında bulunan bir kaynaktan ve bir kuyudan sağlanması idi. İznik'te bulunan Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan yüksek rütbeli bir komutanı altında büyükçe bir Selçuklu ordu birliğini bu kale üzerine gönderdi. 29 Eylül'de kale önüden gelen Selçuklu birliği kaleyi kuşatmaya başladı. Selçuklu birliği Rainald'ın yaptığı bir huruc baskınını geri püskürttü. Sonra kalenin dışında bulunan kalenin tek su kaynakları olan kaynak ve kuyuyu ellerine geçirip kalenin suyunu kestiler. Susuz kalan kaledeki Haçlılar ordusu ancak 8 gün bu kuşatmaya direnebildiler ve sonunda teslim olmak zorunda kaldılar. Teslim müzakeresinde Rainald müslümanlığa dönerse hayatı bağışlanacağı ve diğer Haçlılara da Müslümanlığı kabul ederlerse hayatlarının bağışlanacağı bildirildi. Kale teslim olduktan sonra Müslümanlığa dönmeyi kabul etmeyen Haçlı askerler hemen öldürüldüler. Aralarında komutan Rainald'ın da bulunan, müslüman olmayı kabul edenler Anadolu'ya, Antakya'ya ve Halep'e sürüldüler.

Yalova'daki kampta bulunan Haçlılar Rainald komutasındaki Alman-İtalyan birliği hakkında haberleri çok geç almakta idiler. Kserigordos adlı kaleyi alıp burada yerleşme haberi ancak Ekim sonunda erişti. Bundan sonra kampta bu birlik hakkında çok değişik söylentiler dolaşmaktaydı. Bunların başında iki Türk casusu tarafında yayılan "haber" bu birliğin İznik'i ellerine geçirip büyük ganimete topladığı ve bu ganimeti paylaşmak istemediği için haber göndermediği idi. Bu söylenti ordugahta kalan Haçlı Franklar birliğini harekete geçirdi. Keşiş Pierre L'Hermite Konstantinopolis'e gitmişti. Kserigordos kalesini düşmesi ve oradaki Haçlıların akıbeti hakkında haber Cibotos ordugahına erişince, paniğe kapılan önemli Haçlı liderleri o yokken bir savaş konseyi topladılar. Bunlardan ilerigelenler bu ordugahtan ayrılmak istememekteydiler. Fakat Geodfrei Burel adlı bir Frank lider ordugahta bulunan tüm savaşçılarla İzmit üzerine yürümeyi teklif etti ve savaşçı Haçlılar kendi tarafında olduğu için bu teklif kabul edildi.

21 Ekim günü bu ordugahta bulunan 20.000 üstünde savaşçıdan oluşan Haçlılar birliği İzmit üzerine yürümek hedefiyle ordugahtan ayrıldı. Ordugahta sadece hastalar, kadınlar ve çocuklar kaldı. Bu ordu ordugahın 5 km ilerisinde İznik'e giden yolda etrafı ağaçlı bir vadiden geçmekte idi. Bu vadide Kırkgeçit mevkinde bir büyük Selçuklu gücü bir pusu hazırlamıştı. Burada yapılan Kırkgeçit Muharebesi Selçukluların pusudan önce Haçlı ağır süvari şövalyelerine yaygın ok ateşi ile başladı. Bunu hiç beklemeyen Haçlı ordusu öncü şövalyeleri paniğe kapılıp arkadaki Haçlılar piyadeleri üzerlerine hızla geri çekilmeye başladılar. Bu nedenle tüm Haçlılar ordusu paniğe kapılıp Cibotos'a kaçmaya başladı. Onların yakından kovalayan Selçuklu hafif süvarileri onları takip ederek Haçlı ordugahı içine girebildi. Haçlı ordugahı bunu hiç savunmalı değildi ve direnme yapamadı. Ancak 3.000 kadar Haçlı deniz kıyısındaki metruk kaleye kaçıp oraya sığınıp Bizans'a haber gidip ertesi gün Bizanslı savaş gemilerinin yardıma gelmesine kadar kendilerini savunduler. Gelen savaş gemileri ile kale limanindan Konstantinopolis'e getirilen kaçabilenler silahsızlandırıldıktan sonra geri gönderilmek üzere o şehirde yerleştirildiler. Kırkgeçit Muharebesi meydanından yol güzergahından ta deniz sahiline kadar yol kenarları Haçlılar ölüleri ile dolmuş idi. Bunlar arasında birçok şövalye olduğu gibi birçok Haçlılar olana gelen papaz, kadın ve çocuk da bulunmaktaydı. Pusuyu kurup muharebeyi kazanan Selçuklu birliği gayet az sayıda esir alabildi.

Selçuklular boylece Haçlı ordusu savaşçılarını ve onlarla birlikte gelen sivillerin hemen hepsini elimine edip Halkın Haçlı Seferini sona erdirdi. Bu Halkın Haçlı Seferi'nin önderi olan Pierre L'Hermite Selçuk ordusunun hücumu sırasında Konstantinopolis'te bulunduğu için kendi canını kurtardı.

Baronların Haçlı seferi

Papa II. Urbanus'un Haçlı Seferi çağrısına Avrupa'daki hükümdarların hiçbiri karşılık vermemişler ve tek bir hükümdar bile Birinci Haçlı Seferine katılmamıştır. Ancak şu önemli feodal baronlar Birinci Haçlı Seferi'ne katılmışlardır:

Toulouse kontu IV. Raymond veya Raymond de Saint-Gilles;

Giyom Bau'lu ve oğlu Raymond Bau'lu;

Tranta Kontu Boemondo ve yeğeni Tancred Güney İtalya'da Norman hükümdarlar ailesinden;

Hugh Vermandoislı, Fransız Kralı I. Philippe'in kardeşi

Robert Corteheuselı, Normandi Dükü ve (sonradan İngiltere Kralı olan) Fatih William'in kardeşi ve onun sancak taşıyıcı şövalyesi Landes'li.

Flandre Kontu II. Robert.

Godfrey de Bouillon, Aşağı Loren Dükü; kardeşi Baudouin Boulognelu ve kuzenleri Baudouin Bourglu

Blois kontu Stephen

Amiens Kontu I. Enguerrand ve oğlu Thomas Marle'li

Saint-Pol Kontu II. Hugues de Campdavaine ve oğlu Enguerrand.

Haçlı ordusu kaynaklandığı ülke ve bölgeye uygun olmak üzere 4 esas orduya ayrıldı ve bu orduların değişik yollardan ve zamanlarda Balkanlara ve Konstantinopolis'e gitmeleri planlandı. Bunlar:

Loren kaynaklı ordu: Godfrey de Bouillon ve Baudouin Boulognelu. Almanya'yı geçip Balkanlara kuzeyden girecek ordu;

İtalya Normanlar ordusu: Tranta Kontu Boemondo ve yeğeni Tancerd de Hauteville idaresinde. İtalya'dan Balkanlarda Epir'e çıkacak ve Balkanları doğu yönünde geçecek ordu;

Güney Fransalılar ordusu: Toulouse Kontu Raymond de Saint-Gilles idaresinde. Kuzey İtalya'dan Balkanlara girip Sırbistan ve Makedonya üzerinden gidecek ordu;

Fransalı Franklar ordusu: Hugue le Grand, Robert Courteheuse ve Robert Flandralı. Loren kaynaklı orduyu gecikmeyle takip edecek ordu.

Konstantinopolis'e varma

Daha önceden kabul edilmiş tarih olan Ağustos 1096'da 4 esas Haçlı ordusu Avrupa'dan yola çıktı. Bu değişik ordular değişik yollarla Avrupa ve Balkanları geçerek Kasım 1096 ile Nisan 1097 arasında Konstantinopolis surlarına eriştiler. İlk gelen kafiledeki ilk orduya komutan Hugh Vermandoisli idi ve sonraki ordular Godfrey de Bouillon, Raymond Saint-Gilles ve Boemondo'nun idaresi altındaydı. İlk Halkın Haçlı Seferi'ne kıyasla bu Baronlar Seferi idi, Bizanslılar ve imparator I. Aleksios daha iyi hazırlanmıştı. Haçlı orduları da daha disiplinli idi. Bu nedenle Baronlar Seferi Haçlı ordularının yollarında çok daha az sayıda olay çıktı.

Bu Haçlı ordusunun sayısını tahmin etmek çok zordur ve modern tarihçiler değişik kaynaklar değişik usuller kullanarak değişik sayılara varmışlardır. Yetkili bir askerî tarihçiye göre toplam Haçlı ordusu 30.000-35.000 askerden oluşmaktaydı ve bunlardan 1.200'u süvari idi. Toulouse Kontu Raymond de Saint-Gilles 8.500 piyade ve 1.200 süvariden oluşan en büyük Haçlı ordu grubuna komuta ediyordu.

Bu prensler ve Haçlı orduları Konstantinopolis'e hiç iaşeden yoksun olarak gelmişlerdi ve I. Aleksios'tan yiyecek ve hayvan yemi vermesini beklemekteydiler. Aleksios bu Haçlı ordusundan çok kuşkuluydu. Bu kuşkuya bir neden Halkın Haçlı Ordusu ile olan felaketli ilişkiler ve feci sonuçtu.

Bizans İmparatoru I. Aleksios ve Godfrey de Bouillon ve diğer Haçlı orduları komutanlarının hedefleri değişik ve çatışmalı idi. Bizans İmparatoru bu Haçlı ordusunun Orta Asya ve İran yoluyla Anadolu'ya göç eden Türkmenleri buralardan temizlemek ve Anadolu Selçuklu Devleti'ni ortadan kaldırmak için kullanılmasını istemekte idi. Godfrey de Bouillon ve diğer Haçlı orduları komutanları ise Anadolu'dan biran evvel geçerek Filistin'e inip Kudüs'ü ellerine geçirmeği baş ve tek hedef yapmışlardı. Bizans İmparatoru gelen Haçlı ordusu komutanlarından onları ve ordularının kendine biat ederek tabi olup vassalları olacağını ve ellerine geçirecekleri eski Bizans arazilerini imparatorluk yönetimine geri vereceklerine dair bir sadakat yemini vermelerini istemekteydi.

Aleksios'ta büyük bir kuşku yaratan neden ise bu ordu içinde Güney İtalya'dan gelen Norman şövalyeleri ile Norman Taranto Dükü Boemondo'nun bulunmasıydı. Aleksios imparator olmasından sonra hükümdarlığının ilk yıllarında Robert Guiscard ve oğlu Boemondo tarafından komuta edilen Norman hücumlarıyla uğraşması gerekmiştir. Normanlar Balkanlara çıkartma yapmış; Dıraç (Dyrrghachium) limanı ve bölgesini ve Korfu adasını işgal etmişler ve Dıraç Savaşı'nda Aleksios'un idaresindeki Bizans ordusunu yenip Yunan yarımadasında ilerleyerek Teselya'da Larisa kalesini kuşatmışlardı. Aleksios tarafından büyük bir savaşla zorlukla Balkanlardan atılmışlardı. Bu nedenle Aleksios Boemondo'nun şehir dışındaki orduları kullanarak bir komplo ile şehri ele geçirmesinden korkuyordu.

Haçlılar ise I. Aleksios'un bu sefere katılmasını istemekteydiler. Fakat imparator bu acayip disiplinsiz orduyu komuta etmeye hiç taraflı olmadı. Onların kendi arazilerinden biran önce ayrılmalarını sağlamakla meşgul oldu. Bu orduya yiyecek ve hayvan iaşesi vermek için önce ordunun komutanlarının huzuruna çıkıp kendine vasal olduklarına ve Asya'da ellerine geçirdikleri toprakları Bizans'a vereceklerine dair yemin etmeleri gereğinde ısrar etti. Godfrey de Bouillon ilk defa bu yemini verdi ve diğerleri biraz isteksiz olmakla sadakat yemini verdiler. Ancak Raymond de Saint-Gilles kendinin Haç üzerinde yemin ettiği için bu sadakat yemini vermek için zorluk çıkardı ama Bizans diplomasisi bir uygun formül buldu ve sadece levazım bulmak için talan yapmayacağına yemin etti. Aleksius bu orduları Boğaz'dan karşıya geçirmeden önce, onlarla görüşüp onlara Selçuklu ordularına karşı nasıl taktikler ve strateji uygulamaları gerektiği hakkında bilgiler verdi.

Nikea Kuşatması

1097'de Baronların Haçlı ordusu Anadolu'ya geçti ve burada Keşiş Pierre l'Ermite'nin "Halkın Haçlı Seferi" ufak kalıntıları ile birleştiler. Haçlılara kılavuzluk ve destek sağlamak için iki Bizans generali, Manuil Vutumitis ve Tatikios, idaresindeki Bizans ordusu da onlara refakat ediyordu. Bu Haçlı ordusunun ilk hedefi bir eski ve ünlü Bizans şehri olan fakat Sultan Kılıç Arslan'ın Selçuklu başkenti olan (bugünkü İznik) idi.

Keşiş Pierre L'Ermite'in ordusuna karşı kazanılan başarı, Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan (1092–1107 arası hükümdar)'ın Haçlı tehlikesini küçümsemesine neden oldu. Haçlıların devlet merkezi İznik'e kadar ilerleyemeyeceğini ve ülkesi için bir tehdit olamayacağını düşünerek önceleri Bizans valisi olan daha sonra Selçuklu'lara tabi hükümdar niteliğini koruyan Ermeni Gabriel'in elindeki Malatya üzerine yürüdü ama yapılan kuşatma sağlam şehir surları geçilemediğinden başarısız kaldı. I. Kılıç Arslan devlet hazinesini ve ailesini Nikea'da geride bırakmıştı.

Haçlı ordusu Nikea'yı kuşatma altına aldı. Fakat şehir İznik Gölü yoluyla kayıkla gelen yiyecek ile iaşe edilebilmekteydi. Kılıç Arslan alelacele geri dönüp 16 Mayıs'ta kuşatan orduya hücum ettiyse de kuşatmayı yarmayı başaramadı. Her iki tarafta da büyük telefat olduğu için geri çekilmek zorunda kaldı.

Sonunda Haçlılar Bizans İmparatorunun sağladığı kayıkları kara üzerinden kesilmiş ağaç gövdeleri üzerinden kaydırarak İznik Gölü'ne getirdiler ve göl üzerinden yapılan tedariki önlediler. Bunun üzerine kalenin Selçuklu komutanı 18 Haziran'da Bizans kuvvetleri komutanına şehri teslim etti. Şehri Bizanslılar aldığı için o zamanın savaş kurallarına göre Haçlı orduları şehri talan edemediler. Bu Haçlı orduları içinde, Bizanslılar aleyhinde büyük bir hoşnutsuzluk yarattı. Ama zaten Haçlıların verdikleri sadakat yeminine göre Nikea'nın Bizans idaresine geçmesi gerekmekteydi ve I. Aleksios Haçlılara epeyce hediyeler verip gönüllerini almaya çalıştı. Nikea böylece tekrar Bizans eline geçti.

Birinci Dorileon Muharebesi

Haziran ayının sonunda Haçlı ordusu Anadolu'yu geçip Kudüs'e gitmek için yürüyüşe başladı. Fransalı Frank soylu asillerinden biri (Blois kontu Stephen) karısına gönderebildiği nadir bir mektupta bu geçişin 5 hafta süreceğini belirtmişti. Gerçekte bu geçiş 2 yıl sürdü.

Bizanslılar kılavuzluk yapmak ve destek sağlamak için Tatikios komutasında bir Bizans birliğini Haçlı ordusuna bağlamışlardı. Haçlı ordusu, ordunun idaresini ve iaşe toplamayı kolaylaştırma nedeniyle, ikiye bölündü; birisi Boemondo idaresinde Normanlardan oluşmakta ve diğeri Godfrey de Bouillon da ve Papa temsilcisi Adhemar idaresinde olup Frankları ihtiva etmekteydi. İki ordu grubu Eskişehir yakınlarında Dorileon ovasında birleşmek kararlıydılar.

1 Temmuz'da önde yürüyen Normanlardan oluşan grup Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan tarafından karşılandı. Kılıç Arslan, Nikea'nın düşmesinden sonra ordusunu büyütmüştü. Selçuklu ordusunun çok oynak okçu süvarileri Normanlardan oluşan öndeki Haçlı ordu grubunu sardı. Normanlar hemen askerlerini birbirine sıkıca yaklaştırıp sanki birbirlerine kenetlendiler ve asker olmayanlar ve ağırlıklar çevresinde onları korumak üzere toplandılar. Selçukluların hücumunun ve baskınının haberini arkadan gelen Franklardan oluşan ikinci gruba bir atlı haberci gönderdiler. İkinci grubun başındaki Godfrey de Bouillon Frank zırhlı ağır süvarileri başında birinci grubu çembere almış olan Selçuklu güçlerine karşı bir zırhlı süvari hücumuna geçti. Selçuklu okları Haçlı zırhlarına çok zor geçtiği için, bu Haçlı süvari hücumu Kılıç Arslan'ın çemberini yarmayı başardı ve iki Haçlı ordu grubu birleşti.

İkinci gruptan bir ayrı birlik başında bulunan Adhemar ise savaşanların kenarından geçti ve Selçukluları arkadan vurdu. İkinci ordu grubunun bu kadar çabuk bir araya gelebileceğini, bu kadar ağır bir darbe indirebileceğini beklemeyen ve birleşen Haçlı ordusuna çatışamayacağını anlayan Sultan Kılıç Arslan Selçuk ordusunu epeyce zayiat vererek geri çekmek zorunda kaldı.

Anadolu'dan geçiş

Bundan sonra Haçlı ordusunun Anadolu'dan geçişinde Haçlı ordusunun doğrudan doğruya karşısına çıkan Selçuklu ordusu bulunmadı. Kılıç Arslan Dorileon Muharebesinden sonra Haçlı ordusunu uzaktan gözleme stratejisi uyguladı ve Haçlı ordularının en çabuk bir şekilde Anadolu'dan geçmesine izin vermeyi ve onlarla doğrudan doğruya çatışmaya girişmeme stratejisini tercih etti.

Dorileon'dan sonra Haçlı ordusunun I. Aleksios'un tavsiye ettiği gibi ve bu orduya refakat eden Bizans generali Tatakios'un kılavuzluğuna uyarak eski Hristiyan hacıların Ankara'dan geçen yolları yerine, daha güneyde ve Bizans yerleşkeleri yakınlarından geçtiği için daha güvenceli olan bir güney güzergâh takip etti. Bu inanılır modern kaynağa göre Haçlı ordusunun Anadolu'da takip ettiği yol şöyledir: Uluborlu (Polybotus), Yalvaç (Antioch-Pisidia), Akşehir (Philomelium), Ladik (Laodicea), Konya (Iconium), Ereğli(Hereclea), Kemerhisar (Tyana), Niğde (Augustapolis). Burada Haçlı ordusu ikiye ayrıldı. Genellikle güney İtalya'da yerleşmiş Normanlar ve güney İtalyanlardan oluşan bir kısmı Boemondo ve Tancred komutası altında Gülek Boğazı'na yönelerek Çukurova'ya ve Tarsus'a girdiler. Bu yolun Toroslarda ve özellikle Gülek Boğazı'nda pusuya uygun olduğu görüşü ile Haçlı ordusunun büyük ikinci kısmı Kayseri (Mazacha), Kahramanmaraş (Marash) yoluyla Çukurova'ya indi.

Anadolu sıcağı altında Haçlı ordusu yarı aç ve susuz ilerledi. Birçok asker ve sivil Haçlı ordu mensubu ve hayvanları bu yolda telef oldu. Su, iaşe ve hayvan yemi için yoldan uzak alanları talan etmek zorunda kaldılar. Anadolu'da bulunan Hristiyanlar bu ordulara yiyecek ve para yardımında bulunmakla beraber bu Haçlı ordusunun fecaatine pek katkı yapmadı. Diğer taraftan Katolik Frank Haçlılar Ortodoks Anadolu Hristiyanlarını devamlı olarak küçük görmekte ve eğer imkân varsa Hristiyan, Müslüman ayırt etmeden talana devam etmekteydiler.

Anadolu'yu geçmekte iken Haçlı ordusu liderleri birbirleriyle başkomutan olmak için devamlı mücadele ettiler. Papa'nın temsilcisi Adhemar'ın dinsel lider olduğu kabul edilmekle beraber; hiçbir prens/komutan bu başkomutan olma görevini almayı başaramadı.

Antakya önünde de Haçlı ordusunun daha küçük bir kısmı da ana ordudan ayrıldı. Baudouin Boulognelu kendi ordusu ile Fırat Nehri civarında bulunan Edessa arazilerine yürüdü. Baudouin, karısının ailesi dolayısıyla Avrupa'da araziler ve servet veraseti beklemekteydi; fakat kendine refakat eden karısı Anadolu'da öldü. Bunun üzerine Baudouin Boulognelu Avrupa'ya dönüp bu arazileri eline geçiremeyeceğini anladı ve kendinin tek başına hüküm süreceği bir ülkeyi Anadolu'da bulmak hevesine düştü. 1098 başlarında o zamanki Edessa'da, (modern Şanlıurfa)'da yönetim bir Bizans paralı askeri komutanı olan Ermeni asıllı Thoros tarafından gasp edilmişti ve Thorso kendini Bizans'a tabi Edessa kralı olarak ilan etmişti. Ermeni Katolik Kilisesi mensubu olan Ermeni Kralı Thoros, çoğunluğu Rum olan ve Ortodoks Hristiyan olan Eddesa halkı tarafından beğenilmemekteydi. İktidar gücünuü pekiştirmek isteyen Kral Thoros Baudouin Boulognelu'dan yardım istedi. Baudouin Boulognelu kendine bağlı atlı şövalyeler birliği ile Urfa'ya ulaşınca onu özel bir törenle evlat edinerek kendine varis yaptı. Birkaç hafta geçmeden Thoros bir suikastla öldürüldü. Böylece Baudouin Boulognelu kendisine Edessa Kontu unvanı vererek idareyi ele alıp ilk Haçlı Devleti olarak Edessa Kontluğu devletini kurdu.

Antakya Kuşatması

Haçlı orduları aç perişan Ekim 1097'de Antakya kalesi önüne geldiler. O zaman kale komutanı Türk asıllı, 1085'te Antakya'yı fetheden Büyük Selçuklu Devleti sultanı Melikşah'ın bir gulam emiri olan ve onun tarafından yaklaşık 1090'de Antakya emiri olarak tayin edilen Emir Yağı-Sayan'dı. Arap tarihçi Ali ibn el-Esir'in çok ayrıntılı olarak verdiği gibi, Haçlı ordularının gelişini önceden haber alan Emir Yağı-Sayan şehirde yaşayan Hristiyanların dindaşlarına yardım etmesinden korktuğu için bütün Hristiyan erkekleri kale dışına çıkarttı.

Kalede emrinde 6.000 veya 7.000 askeri bulunuyordu; buna karşılık Haçlı ordusu yaklaşık 30.000 kişi idi. Fakat Antakya kalesi surları taş ve tuğladan yapılmış yaklaşık 12.000 metre uzunlukta ve 3 kademede 360 kulesi bulunan çok tahkimli bir kale idi ve doğuda "Habib-i Neccar Dağı"nda bir iç kale bulunmaktaydı. Şehirde çok yiyecek saklı bulunuyordu ve şehir surları içinde bahçeler, bostanlar hatta tarlalar bulunmaktaydı. Buna karşılık Haçlı ordusu devamlı yiyecek ve hayvan yemi sıkıntısı çekmekteydi ve iaşe bulma birlikleri çok geniş alanlara, hatta Halep civarlarına, yayılmışlardı. Haçlılar beklemedikleri durumlarla karşılaşmışlardı: Geç mevsim dolayısıyla hava devamlı yağışlıydı; şehrin etrafı çamur deryasına dönmüş; şehir batı duvarı kenarından geçen Asi Nehri yükselmişti; ve sanki doğanın bu aksilikleri yeterli değilmiş gibi Haçlıların hiç alışmadığı bir buna alışmayanları çok korkutan bir doğal olay zaman zaman hissedilmekteydi. Antakya bir deprem hattı üzerinde olup hiç beklenmedik anlarda hafif depremler olmaktaydı.

Emir Yağı-Sayan, resmen Suriye Selçuklu Halep Meliği Rıdvan'a tabi idi. Fakat Yağı-Sayan Haçlılar gelmeden önce Şam'daki Suriye Selçuklu Șam Meliği Dukak'a gayet yakındı. Önce ona oğlu Şems-ül Devle'yi göndererek ondan askeri yardım istedi. Şam Meliki Dukak ona destek vereceğini bildirdi. Atabeyi olan Tuğtekin ve Hums emiri Canah ad-Devle de Antakya'ya askeri yardıma katılacaklarını açıkladılar.

Haçlılar Antakya önlerine geldikleri zaman bu şehir etrafındaki kırsal alanlar her türlu insan ve hayvan iaşesi için gayet verimli idi ve Haçlılar ordusu geleceği hiç düşünmeden bu yiyecek ve iaşeyi yeyip bitirmeye koyulmuştu. Fakat şehir yakınlarında yiyecek ve iaşe toplamak gittikçe güçleşmişti. Toplama grupları gayet büyük alanlara yayılmaya başladılar. Mevsim ilerledikçe, bir kış olmamakla beraber, insan ve hayvan yiyecek ve iaşe maddeleri gayet zorlukla bulunmaya başladı ve çok geçmeden hiç bulunmaz oldu. Aralık 1097 başında Haçlılar ordusunun elinde hiçbir yiyecek ve iaşe stoku kalmamıştı. Haçlılar Beomondo'nun Normanlar ordusunu ve Flandaralı Robert'in ordusunu daha uzun menzilli yiyecek toplama görevi vererek Asi Nehri vadisinden Hama yönünde gönderdiler. Bu özel yiyecek ve iaşe toplama ordusu 29 Aralık'ta Haçlılar ordugahından ayrıldı.

Haçlılar ordusunun büyükçe bir kısmının ordugahtan ayrıldığı haberini alan kale komutanı Yağı-Sayan bir huruç harekeri yaparak Asi Nehri kuzeyinde bulunan Haçlı ordugahına bir gece baskıni yaptı. Haçlılara büyük zayiat vermeye başladı. Haçlıların Papa Temsilcisinin sancaktarı da bu zayiata arasında idi. Haçlılar komutanı Toulouse Kontu Raymond de Saint-Gilles bu sürpriz baskını karşılamak için alelacele bir şövalyeler birliği topladı ve hemen bir ağır süvari taarruzu düzenledi. Bu gece ağır süvari taarruzunu beklemeyen kalenin piyade birliği kaleye düzenli şekilde geri çekilmek zorunda kaldı.

Aralık ortasında Şam Meliği Dukak, Şam atabeyi Tuğtekin ve Yağı-Sayan'ın oğlu Şems-ül Devle başlarında olmak üzere Şam destek birliği Şam'dan yürüyüşe başladı. Hama Emiri ordusuyla buna katıldı. Bu ordu 30 Aralık'ta Şayzar şehri yakınlarına ulaştı. Burada ileride Haçlı birliklerinin bulunduğu haberi onlara yetişti. Dukak ordusu hemen yürüyüşe geçerek "Albara" adlı bir köyde özel olarak yiyecek ve iaşe toplamakla görevli Robert Flandralı'nın Haçlı ordusunu bir baskınla yakaladılar ve bu orduyu kıskaca aldı. Fakat Şam ordusu iyi keşif ve gözlem yapmamış bu Haçlı ordusunun biraz arkasından Beomondo'nun komutasındaki bir diğer Norman Haçlılar ordusunun gelmekte olduğunu anlamamıştı. Beomondo ordusunu biraz geciktirerek Şam ordusu muharebeyi kazandığı için dikkatini dağıtmış ve saflarınin çözülmüş olduğu halde iken bir saldırıya geçti. Beomondo'nun bu saldırısı hem Robert Flandralı'nın Haçlı ordusunu kurtardı hem de Müslüman Şam ordusuna büyük zayiat verdirdi. Şam ordusundan geri kalanlar düzensiz olarak Hama'ya çekildiler. Haçlılar ise bu düzensiz çekilen orduyu kovalamak gücünü kendilerinde bulamadılar. Bundan sonra Şam Meliği Dukak Antakya emiri Yağı-Sayan'a askeri yardımdan vazgeçti.

Bu sefer Ocak 1098'de Emir Yağı-Sayan Suriye Selçuklu Halep Meliği Rıdvan'dan yardım istedi. Rıdvan Diyarbakır emiri olan kuzeni Artuklu Sökmen Bey ve kayınpederi olan Hama emirinden askeri destek alarak birkaç bin süvariden oluşan büyükçe bir ordu hazırladı. Bu ordu Şubat'ta yürüyüse çıkarak Antakya yakınlarında Harenç mevkine ilerledi. Haçlılar askeri kampına taarruza hazırlandı. Haçlılar ordusu Beomondo'nun tekliflerine uyarak piyade güçlerinin ordugahı korumasını ve 700 kadar şövalyeden oluşan ağır süvari birliğinin bir gece baskını yapmasını planladılar. 8 Şubat akşamı şövalyeler ağır süvari birliği Asi Nehri üzerine kurulan sallardan oluşan köprüden geçerek "Demir Köprü Kavşağı"'na yönelik Müslüman destek birliğinin arkasından müslüman okçuların saf tutması önleyecek şekilde gayet süratle bir süvari akşam baskını yaptılar. Sonra şövalyeler geri çekilip onları kovalayan Halep ordusunu gayet dar ve Müslümanların asker sayısı üstünlüğünü kullanıp iki yandan saldırı yapmalarına imkân vermeyen bir dar düzlüğe girmelerine izin verdiler ve sonra Haçlılar şövalyeleri tekrar bir süvari taarruzuna geçtiler. Halep Meliği'nin hafif süvari ordusu buna karşılık vermeyerek dağıldı ve düzensiz bir şekilde Halep'e doğru geri çekilmeye başladı. Yağı-Sayan ise kaledeki askeri gücünün hemen hepsi ile kaleden huruç hareketi yaptı ve Haçlılar piyadelerinin savundukları ordugahlarına saldırıya geçti. Bu saldırıya karşı kendilerini güç savunan Haçlılar piyadeleri öğleden sonra geri çekilmeye başladıkları sırada ordugaha Haçlılar Şövalyelerinin Rıdvan'ın destek gücünü dağıtığı haberi ulaştı. Bu haberin ne olduğu hemen anlayan Yağı-Sayan ordusunu düzenli olarak tekrar surlar gerisine çekmeyi başardı. Böylece komutanlarının yeteneksizliği dolayısıyla Rıdvan'ın gönderdiği hafif süvari ordusu Haçlılar ordusu ile yaptığı muharebede Haçlılar ordusu tarafından mağlup edildi.

Bu sefer Emir Yağı-Sayan iki haftalık yürüyüş yolunda bulunan Musul Atabeyi Gürboğa'dan yardım istedi. Gürboğa Nisan 1097 sonunda yaklaşık 30.000 kişilik ordusuyla Antakya'ya yardım için yola çıktı. Fakat önce Urfa'da Edessa Haçlı Kontluğu kuran Baudouin Boulognelu üzerine yürüdü ve Urfa'yı 3 hafta başarısız olarak kuşattı. Ondan sonra yine Antakya üzerine yürümeye başladı.

2 Haziran akşamı Firuz adında Ermeni'den dönme bir zırh tamircisi Emir Yağı-Sayan'ın kendisini karaborsa faaliyetlerinden dolayı cezalandırmasının öcünü almak için ve Haçlıların kendine vadettikleri altın ve toprak bağışlarından gözü kararak şehrin büyük kulelerinden olan "İki Kızkardeş Kulesi"'nde bir pencereden Haçlıların şehre girmesini sağladı.

Şehrinde Haçlıların bulunduğunu anlayan Yağı-Sayan ailesini geride bırakarak 30 kadar kişilik bir muhafiz birliği ile şehirden kaçmayı başardı. Ama hızla kaçmakta iken atı tökezledi ve atı ile birlikte Yağı-Sayan yere kapanıp ölümcül olarak yaralandılar. Ona hiç sağlık yardımı sağlayamacaklarını anlayan muhafızlar onu ağır yaralı yatar bir halde geride bırakarak yanından ayrıldılar. Ertesi gün bir Hristiyan Ermeni köylü tarafından Yağı-Sayan ölmekte olarak bulundu. Ermeni köylü onun kafasını kesdi ve bahşis almak hedefiyle Antakya şehrini ele geçirmiş olan Haçlılar komutanına götürdü. Komutansız kalan şehirdeki Müslüman güçler çok geçmeden Haçlılar tarafından alt edildiler ve ancak küçük bir kuvvet Emir Yağı-Sayan'ın oğlu Şems-ül Devle komutasında iç kaleye kapanmayı başardı. 3 Haziran günü iç kale hariç şehri ele geçiren Haçlı ordusu bir katliam ve talan hareketine girişti; bütün orduya dâhil askerleri ve sivil Müslümanları, kadınlar ve çocuklar dahil, kılıçtan geçirip öldürdüler. Bütün Müslümanlara ait yapıları ve özellikle camileri yıkıp yerle bir ettiler. Şehrin her yanını talan ettiler.

İç kale daha Şems-ül Devle'nin elinde idi. Haçlı orduları bu kaleyi almak için hücumlar yaptılar. Ama kale çok korunaklı olduğu için ele geçiremediler. Bu hücumların birinde Haçlı komutanlarından Boemondo yaralandı. Şems-ül Devle Haçlıların iç kaleyi terk etmesi için yaptıkları para tekliflerini de kabul etmedi. Haçlı ordusu iç kale etrafına güvenlik karakolları ile bir kordon hattı kurarak şehir içine yerleşti.

Tam bu sırada, Antakya kalesinin düşüşünden üç gün sonra, çeşitli diğer ordularla takviye edilmiş Musul Atabeyi Kerboğa'nın ordusu Antakya önünde göründü. Bu ordu kale içinde bulunan Haçlı ordusunu kuşatmaya aldı.

Haçlılar kaleyi ele geçirdikleri zaman Yağı-Sayan'ın iaşe stoklarının çok düşük seviyelerde olduğunu görmüşlerdi. Haçlılar daha önce de açlık çekmişlerdi ama o zamanlar etrafa bazen çok uzak taraflara iaşe toplama birlikleri gönderip az da olsa yiyecek bulabiliyorlardı. Ama Gürboğa'nın kuşatması dolayısıyla Antakya kalesi içinde kalınca bunu yapmalarına imkân kalmamıştı. Arap tarihçisi Ali ibn el-Esir'e göre Antakya'ya zapt ettikten sonra 12 gün Frenkler yiyeceksiz kale içinde kapalı kaldılar. Soylu şövalyeler kendi atlarını kesip yediler. Daha fakir olanlar ise ölü hayvanları, ağaç kabukları ve otları yediler. Bazı kaynaklar Haçlılar arasında yamyamlık, yani insan ölüsü yeme alışkanlığı başladığını bildirirler.

Bu sırada Musul Atabey Gürboğa'nın kampında da askerler arasında büyük hoşnutsuzluk çıkmıştı. Gürboğa'nın hemen hücüma geçmemesi birçok asker, subay ve komutanı tedirgin etmekteydi. Birçok emir Gürboğa'nın muharebeyi kazanırsa kendini büyük emir ilan edip diğer emirleri hükmü altına almasından korkmaktaydı. Bunların başında sonradan Gürboğa'ya katılmış olan Şam Meliği Dukak geliyordu. Askerinin bu hoşnutsuzluğunu hisseden Gürboğa Haçlı ordusundan ateşkes için müzakereler istemeye kadar gitmişti. Bunu Gürboğa'nın korkak davranış ve komutasının son bir emaresi olarak gören emirler başta Dukak olmak üzere askerleriyle orduyu terke hazırlanmakta idiler.

Diğer taraftan Antakya kalesi içinde beklenmedik bir mucize ortaya çıkmıştı. Haçlılar arasında bulunan, Marsilya'li Pierre Barthelemy adlı bir keşiş bir sıra dinsel hayaller görmeye başladı; St Andreas ona İsa'nın çarmıha gerildikten sonra öldürülmesi için kullanılan Kutsal Mızrak'ın Antakya'da Katedralinin zemininde gömülü olduğunu ve bu mızrağı kullanarak Müslümanlara karşı galip geleceğini söylemişti. Antakya Katedrali'nde Berthalamy'nin hayalinde görmüş olduğu yerde zeminde kazı yapıldı ve burada bir mızrak bulunup çıkartıldı. Birçok kişi bunun bir mucize olduğundan şüpheliydi, ama Haçlı ordusu morali birden yükseldi.[2] Arap tarihçisi Ali ibn el-Esir Haçlı ordularında Papa'nın temsilcisi olan Le Puy Başpiskoposu Adhemar'in bir mızrağı Kusyatta saklayıp sonradan bulduğunu söyler. Fakat diğer kaynaklar Le Puy'lu Adhemar'ın bu mucizeden şüphesi olan kişiler arasında bulunduğunu belirtirler.

Böylece gayet üstün moral kazanan, başlarında Kutsal Mızrakla Le Puy Başpiskoposu bulunan Haçlı ordusu 18 Haziran 1098'de Antakya'dan bir büyük huruç hareketi yaparak Gürboğa'nın ordusu üzerine büyük bir hücuma geçti. Tam bu sırada Şam Meliği Dükak ve eğer muharebeyi kazanırsa Gürboğa'nın kendilerine hüküm edeceğinden korkan diğer emirler Kerboğa ordusundan ayrıldılar. Kalan ordu büyük bir mağlubiyete uğradı. Gürboğa kendini zor kurtarıp ordusuz Musul'a dönebildi. Antakya'da iç kalede sarılmış bulunan Şems-i Devle de bundan sonra Haçlılarla müzakerelerden sonra kendisini ve askerlerine serbest geçiş hakkı kazandı ve iç kale de Haçlıların eline geçti. Bu galibiyet bir Hristiyan efsanesine dönüştürülmüş ve Hristiyan evliyalarının Haçlı ordusunun başına geçerek Gürboğa'nın ordusunu kırarak galibiyeti sağladığı söylene gelmiştir.

Bu beklenmedik galibiyetten sonra Haçlı ordusu bir müddet daha Antakya'da kaldı. Ordunun soylu idarecileri arasında büyük bir anlaşmazlığın çözümlenmesi gerekti. Haçlı ordu komutanları Konstantinopolis'te iken Bizans İmparatoru'na sadakat yemin etmişler ve ellerine geçirecekleri eski Bizans arazilerini tekrar Bizans'a terk etmeyi kabul etmişlerdi. Antakya önemli eski bir Bizans şehri idi ve hala büyük bir Rumca konuşan Hristiyan nüfus orada bulunmaktaydı. Kuzey Fransa'dan gelen Frank Haçlılar, Güney Fransa'dan gelen Haçlılar ve Güney İtalya'dan gelen Norman Haçlılar birbirlerine düştüler. Güney İtalyalı Norman Boemondo Bizans İmparatoru'nun kendilerine katılmaması dolayısıyla verdikleri yeminin geçersiz olduğu iddiasındaydı ve Antakya kalesinin ele geçirilmesinde gösterdiği şahsi üstün başarı dolayısıyla Antakya ve civarının şahsi hükümdarlığı olarak kendine verilmesini savunmaktaydı. Toulouse Kontu Raymond de Saint-Gilles ise buna tamamen karşıydı.

Bu sırada Temmuz, Ağustos aylarında Haçlı ordusu ve şehir nüfusu arasında bir veba salgını (bazılarına göre tifüs salgını) çıktı ve birçok kişi, bunlar arasında 1 Ağustos'ta Papalık temsilcisi Le Puy Başpiskoposu Adhemar, öldü.

Kuşatma sırasında kesilip yendiği için, Haçlı şövalyelerin hiç atları kalmamıştı ve devamlı olarak Haçlılara ve şehir halkına iaşe bulmak gerekmekteydi. Ama önceleri bölgedeki Müslümanlar bunları tedarik etmekten kaçınmaktaydılar. Bunun için Haçlılar Antakya yakınlarındaki köy, kasaba ve şehirlere hücumlar düzenleyip zorla at ve iaşe toplamaya başladılar ve bu zorbalığa karşı duran şehirleri kuşatıp talan ettiler. Bunlar arasında en ünlüsü "Ma'arrat al-Numan" adlı kaleye Aralık'ta yaptıkları hücumdur. Müslüman ve çok inanılır Hristiyan tarihçiler bir Haçlı ordusu tarafından kuşatılmış bu şehir kalesinin ele geçirilmesinden sonra Haçlıların Müslümanları öldürüp kazanlarda ölülerin etlerini kaynatıp yediklerini bildirirler. Abd'l-Ala şehri ise 13 Ocak 1099'da yapılan hücumdan sonra tamamıyla yakılıp yıkıldı; kalesinin taşları bile teker teker sökülüp şehir ortadan kaldırıldı. Birçok Arap şehri ise elçiler ve hediyeler göndererek Haçlıların her isteklerini yerine getireceklerini belirttiler.

Fakat özellikle soylu olmayan Haçlılar kendilerini Kudüs'e asker hacı olarak gitme hedefleri olduğu için bu gecikmeden gittikçe tedirgin olmaktaydılar. En sonunda 1099'da Haçlı ordusu tekrar Kudüs üzerine yürümek için Antakya'dan ayrıldı. Ama şehir Bizans'a geri verilmedi ve burada Antakya Prensliği devletini kurup başına Beomondo'yu geçirdiler.

Antakya'dan Kudüs'e geçiş

Haçlı ordusunun Antakya'dan Kudüs'e geçişinin ve yaptığı çarpışmaların kronolojik bir özeti şöyle verilebilir:

- 13 Ocak: Toulouse'lu Raymond'un Haçlı ordusu başında Antakya'dan güneye doğru yürüyüşe başlaması.

- 16 Ocak: Haçlı ordusu Saycar şehrine hücum etmeden şehrin kenarından geçmesi.

- 28 Ocak: Toulouse'lu Raymond'un Hisn-el-Akrad kalesini eline geçirmesi.

- 14 Şubat-13 Mayıs: Toulouse'lu Raymond'un Haçlı ordusunun Akka kalesini başarısız şekilde kuşatması.

- 17 Şubat: Haçlı ordusunun Tartus şehrini eline geçirip talan etmesi.

- 2 Mart: Godefroi de Bouillon'un Jabala kalesine başarısız hücumu.

- 16 Mayıs: Haçlı ordusu hücum etmeden Trablusşam şehri etrafından geçmesi.

- 26-29 Mayıs: Haçlı ordusunun Kasariya önünde yürüyüşüne 3 gün mola verip dinlenmesi.

- 1 Haziran: Haçlı ordusunun Arsuf şehrini eline geçirmesi. Haçlı ordusunun doğuya dönerek Ramalah ve Kudüs yönüne yönelmesi.

- 1 Haziran: Kudüs'e liman olan Yafa şehrinin Fatimi askerî güçleri tarafından yıkılıp terk edilmesi.

- 2 Haziran: Haçlı ordusunun Ramallah şehrini ele geçirmesi ve bu şehir önünde Kudüs'e varmak için yeniden teşkilatlanması.

- 6-7 Haziran: Tancred ve Bourg'lu Baudouin komutasında bir Haçlı ordusunun Beytüllahim şehrini ele geçirmesi.

- 7 Temmuz: Haçlı ordusunun Kudüs kalesi önüne gelmesi ve Kudüs Kuşatmasının başlaması.

Fatimilerin tutumu

Kahire'de iktidar gücünü elinde bulunduran Fatimiler başveziri El-Afdal Şahinşah bir Şii olarak ve Ermeni asıllı bir dönme olarak Sünniler ve Selçuklu Türklerden hiç hoşlanmamakta idi. Selçukluların eski Fatimi arazileri olan Suriye, Filistin ve Kudüs'ün ellerine geçirip buraları idareleri altına almaları Fatimilerin hoşuna gitmemekteydi. Zamanının Arap tarihçileri, örneğin Ali ibn el-Esir, Birinci Haçlı seferinin başarısını ve sonunda Doğu Akdeniz'in Müslümanlar elinden çıkmasını Müslümanlar arasındaki ayrımın baş nedeni olmasına bağlarlar.

Daha Nisan 1097'de Fatimi Başveziri El-Afdal, Kahire'ye gelen Bizans elçileri tarafından, Kudüs'ü ele geçirmek hedefli büyük zırhlı süvarilerle Hristiyan ordularının Konstantinopolis'e vardığından haberdar edilmişti. Bundan sonra Haçlı'ların Anadolu'da ilerlemeleri hakkında haberler de Mısır'a Bizanslılar yoluyla gelmekteydi. Haçlılar Antakya'yı kuşatmaları sırasında El-Afdal Haçlılara büyük hediyelerle bir Fatimi elçisi gönderip onlara zafer dilemişti. Suriye'nin iki taraf arasında bölünmesini Beyrut'un hemen kuzeyindeki bulunan "Nehr-ül-Kelp (Köpek Nehri)"'ni Fatimi Devleti'nin yeni kuzey sınırı olarak tayin edilmesini önermişti. Buna Antakya Kuşatması ile meşgul olan Haçlılar pozitif bir yanıt vermemişlerdi. Ama El-Afdal bu sınırın kabul edileceğini beklemekteydi.

Kahire Haziran 1098'de Antakya'nın düşüşü ve üç hafta sonra Kerboğa'nın yenilgi haberini aldı. El-Afdal'ın bu haberlere karşı reaksiyonu zamanın Arap tarihçisi El-Kalasini tarafından bir sürpriz olarak anlatılmıştır. Temmuz 1098'de El Efdal komutasında bir büyük Fatimi ordusu ile Filistin üzerine bir sefere çıktı. Bu Fatimi ordusu Mısır'dan hareketle Kudüs'e geldi ve Kudüs'e ele geçirmek hedefiyle bu kaleyi kuşattı. Kudüs'te hükûmet süren Selçuk Emirleri Artukoğlu Sökmen Bey ve İlgazi Bey Antakya'ya yardım için gitmişler; yenilen Kerboğa'nın harekâtına katılmışlar ve yenilgiden sonra Kudüs'e yeni geri dönmüşlerdi. Kırk gün kadar süren bir direnmeden sonra Kudüs kalesi Fatimiler eline geçti. El-Afdal şehrin idarecisi olan Artukoğullarına iyi davranıp onları ve maiyetlerini kuzey Suriye'ye gitmek üzere serbest bıraktı. Sonra bu ordu ile Fatimiler Filistin ve Lübnan Akdeniz kıyı boylarındaki şehir ve kalelerin idarelerini ele aldılar. Bu yeni durumdan özellikle Bizans İmparatorluğu ve Mısır'la ticaret eden Avrupalı tüccarın yakından haberleri oldu. Fatimi Baş Veziri, Haçlı ordularından haberdardı ama daha önce yakın ilişkileri olan Bizanslılar gibi bu yeni Hristiyan ordularının da diplomatik ve dış siyaset kurallarına uyacağını sanmaktaydı. Bu yanlış teşhis dolayısıyla Fatimi Baş Veziri Kudüs'te nispeten küçük bir ordu ile İftikar el-Devla'yı e komutanı olarak bırakıp Mısır'a geri çekildi.

El-Afdal Haçlı ordusunun Ocak 1099'da yeniden güney yürüyüşü haberini alınca Fatimiler durumunun iyi olmadığını anladı. Haçlılara karşı yeni bir ordu toplayamayacaktı. Bizans İmparatoru'na Haçlıları durdurmak için elinden geleni yapması için bir mektup gönderdi, ama Aleksius'un Haçlılara Arka kalesini kuşatırken Kudüs'e gitmelerini geciktirme önerisine Haçlı liderleri kulak asmadılar. El-Afdal'ın Haçlılara gönderdiği elçinin Nehr-el-Kalb kuzeyinde durmalarını ve güneydeki Fatimi arazilerine girmemeleri talebi de "Harp teşkilinde mızraklarımız dik, Kudüs'e hepimiz gideceğiz" yanıtıyla çok sert olarak cevaplandırıldı. 19 Mayıs 1099'da Haçlı orduları Nehr-el-Kalb'i geçerek Fatimi arazilerine girdiler.

Kudüs komutanı İftikar el-Devla deneyimli bir askerdi. Kale duvarlarının El-Eftal kuşatmasından gördüğü zarar hemen giderildi. Fatimiler eline geçmeden Kudüs kalesi Selçuklu komutanlar tarafından çok iyi bir şekilde stoklanmıştı ve El-Efdal kuşatmasında kullanılan erzak ve edevat yenilendi ve kale uzun bir kuşatmaya hazır hale getirildi. Şehir etrafındaki bölgedeki şu kaynakları ve kuyular zehirlendi. Antakya kuşatmasında deneyime uyularak İftikar el-Devla Hristiyanları şehir dışına çıkarttı.

Kudüs kuşatması

Kudüs'e yönelen Haçlı ordusu Toulouse Kontu Raymond de Saint-Gilles tarafından sevk ve idare edildi. Uzun ve yıpratıcı bir seferden ve Müslümanlara karşı gerçekleştirdikleri pek çok yağma ve katliamdan sonra gerçekten de 7 Temmuz 1099'da Kudüs'e vardılar.

Hristiyan Haçlı ordularının ilk hareketlerinin Kudüs'teki Müslümanları şaşırttığı bildirilir. Haçlı orduları ve takipçileri büyük gruplar halinde başları açık dua eder şekilde önlerinde papazları olarak şehrin etrafında ağlayarak ilahiler söyleyerek gezdikleri ve dini veche gelip kendilerini şehrin duvarlarına attıkları yazılmıştır. Fakat çok geçmeden Haçlı askerler duruma hakim olup kuşatma ciddi olarak başladı. Kudüs'ün kuşatılması sırasında Haçlı orduları şehrin surlarına birçok başarısız saldırılarda bulundular ve geri püskürtüldüler.

Şehrin etrafında tahta bulup kuşatma için mancınık ve kuleler yapmak imkânı olmadığı anlaşılmıştı. Ama Filistin'e gelmiş olan Cenevizliler Yafa yakınlarında karaya oturttukları gemilerini parçalayarak tahtalarını Kudüs önlerine getirdiler ve iki tane büyük kuşatma kulesi yaptılar. Bunlar 14 Temmuz gecesi şehrin duvarları önüne getirildi. Gasta adlı birincil kaynağa göre, 15 Temmuz günü bu kulelerden şehrin kuzeydoğu kapısı önünde bulunana Godefroi komuta etmekteydi; askerlerinden iki Flandralı şövalye ilk defa kuleden şehre girmeyi başardı. Bundan sonra Godefroi, kardeşi Boulogne'lu Eustace, Tancerd ve askerleri de şehre girdiler. Raymond komutasındaki ikinci kule bir hendek dolayısıyla ilerleyemedi.

Fakat şehre Haçlıların girdiği haberini öğrenen kapı savunma komutanı İftikar el-Devle fazla direniş yapamayacağını anlamıştı. Raymond bir haberci göndererek İftikar El-Devla teslim olursa kendisi ve ordusunun hiç ziyan görmeden serbest Kudüs'ten ayrılmasına izin verileceğini bildirdi. İftikar el-Devle pek fazla düşünmeden Raymond'un tekliflerini kabul edip teslim olup şehir kapılarını Haçlılara açtı. Raymond bu sözünü tuttu ve İftikar El-Devle ve ordusu akşam Kudüs'ten ayrılarak Eskalon kalesine gittiler. Kudüs Haçlılar eline geçti.

Kudüs'ün işgali ve şehirdeki Müslüman ve Yahudilerin katliamı

15 Temmuz 1099 günü öğleden sonra, akşam üstü ve ertesi sabah Haçlı ordusu mensupları Kudüs'te bulunan bütün Müslümanları ve Yahudileri öldürmeye başlayıp dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet gerçekleştirdiler. Haçlı ordusu Kudüs'te iki gün içinde şehirdeki 70 binden fazla olmak üzere tüm Müslümanları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler.

Birçok Müslüman Kudüslü Mescid-i Aksa camisine, Harem-i Şerif, Süleyman Tapınağı Tepesi'ne, Yahudiler ise Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) kenarında bulunan kendi havralarına sığınmışlardı. Harem-i Şerif, Süleyman Tapınağı Tepesi üstünde kendi tapınaklarına sığınanların hepsi (Müslüman ve Yahudiler) öldürüldü. Bu tarihi gerçek hem Batı Avrupalı Haçlılardan tarih yazanlar tarafından hem de zamanın tarihini yazan Arap kaynaklarında belgelenmektedir.

O zamanda yaşamış, ismi bilinmeyen bir Latince tarih yazarının "Gesta Francorum" adlı eserinde bu durum şöyle betimlenmektedir:

..Bizim askerlerimiz Süleyman Tapınağına kadar onları katlederek, öldürerek takip ettiler; burada katliamla o kadar çok kişi öldürülmüştü ki ölenlerin akan kanı katliama devam eden askerlerimizin ayak bileklerine kadar yükselmişti.

Yine durumu diğer bir birincil kaynak Foucher de Chartres'ın tarihinde

Bu tapınakta 10.000 kişi öldürüldü. Gerçekten orada olsaydınız ayaklarımızın ayak bileklerine kadar öldürülenlerin kanı ile kaplı olduğunu görürdünüz. Daha başka ne denilebilir? Buradaki hiç kimse hayatta bırakılmadı; ne kadınların ne çocukların hayatını bağışladılar.

Diğer Haçlı yazarlardan biri olan, Aguiles'li Raymund ("Historia Francorum qui ceperunt Iherusalem" eserinde) bu vahşeti "övünerek" şöyle anlatır:

Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları - ki bunlar en merhametlileriydi - düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup yere düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı'nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı'nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın ayak bileklerinin boyunu aşıyordu.

İbnü'l Kalanisi (1073-1160) Şam tarihini işleyen Zeyl Tarih Dimaşk adlı zamanının tarihinde

"Ahaliden çoğu öldürüldü. Sinagoglarına sığınan Yahudileri Franklar kafalarının üstünden yaktılar"

demekte ve bu yangından sonra hiçbir yaşayan Yahudi kalmadığını yazmaktadır. Bazı yazarlar, Haçlı askerlerin havra içerisinde "İsam, Sana Tapıyoruz" ilahisini yanmakta olan Yahudilerin ilintilerini bastırmak için bağıra bağıra okuyup havra etrafında eğlendiklerini yazarlar.

Arap tarihçi Ali İbnü'l Esir (1160-1233) Al-Kamil fi'l Tarih (Mukkemmel Tarih)" adlı büyük abide eserinde

"Kutsal şehrin nüfusu kılıçtan geçirildi ve Frenkler bir hafta süren bir Müslüman katilamına giriştiler. Mescid-i Aksa Camiinde yetmiş binden fazla kişiyi öldürdüler."

demektedir.

Bazı yazarlar birkaç Müslümanın bu katliamdan kurtulduklarını söyleyerek bu katliamın önemini azaltmaya yeltenirler. Örneğin, Haçlı komutanı Tancred Tapınak Dağı etrafının kendine verildiği için oraya sığınmış Müslümanlardan bazılarını öldürmekten kurtarmak istediğini; fakat diğer Haçlıların onu dinlemeyip katliama devam ettiklerini bildirirler. Yine ismi bilinmeyen "Gesta Francorum" tarih yazarı

Şehir inançsızlardan ele geçirilince, bizim askerlerimiz şehirde bulunan çok sayıda inançsızı, hem erkek hem kadın, ellerine geçirdiler, bunları ya öldürdüler ya da kul olarak aldılar.

diye yazması, şehirlilerinin bazılarının Haçlılar tarafından kul olarak alınmasını Haçlıların ne kadar insaflı davrandıklarına yormaktadırlar. Yine aynı yazarın

"Liderlerimiz" bütün şehir ölü Arap cesetleri ile dolu olup bunların şehri fena kokuttukları için bütün ölü "Arap" cesetlerinin şehirden dışarı atılmasını emrettiler ve böylece hayatta kalan Araplar bütün cesetleri şehrin çıkış kapılarına sürüklediler ve oralarda sanki yüksek evler gibi yığınlar yaptılar. İnançsız kişilerin bu kadar büyük katliamını hiç kimse görmüş duymuş değildi. Yakılan ölü cesetleri sanki piramitler gibi yığılmıştı. Kaç kişinin öldürülmüş olduğunu Allahtan başka kimse bilemez.

diye yazmasından, piramidler gibi ölü yığınları hiç önemsizmiş gibi, ölüleri sürükleyenlerin Arap olmasından (ki bunların Müslüman olup olmadığı işaret edilmemekte) her Müslümanın öldürülmediğine dair bir sonuç çıkarmaktadırlar.

Diğer taraftan bazı yazarlar Ortodoks Hristiyanların da öldürüldüğünü yazmaktadırlar. Buna karşılık Ortodoks Hristiyanların Kudüs fethinden sonra şehirde bulunduğuna dair belgeler bulunmaktadır. Haçlılar şehri ellerine geçirince baş hedefleri olan Kutsal Mezar Kilisesi (Kıyamet Kilisesi) içinde yüzyıllardır Kudüs'ün kimin elinde olduğundan hiç etkilenmeden, dinsel görev sağlayan doğulu Hristiyan (Rum, Gürcü, Ermeni, Kopt, Suriyeli vb.) papaz ve keşişleri oradan attılar. Bu aşırı fanatik Katolik Haçlı tutumuna direnmek isteyen Doğulu papazlar bu kilisede bulunan "Gerçek İstavroz"'un sakladığı yeri önce ifşa etmediler. Ama bu bütün Hristiyanlar için kutsal olan eşyayı korumakla görevli papazlar Haçlılar tarafından işkenceye tabi tutuldu. Bu işkenceden sonra bu kutsal kalıntı da zorla Haçlı Hristiyanlar eline geçti.

Sonuç olarak tarafsızlık prensibine güya uyularak, Hristiyan katliamından kurtulan Müslümanlar bulunduğunu göstererek Haçlı katiliamın aksini iddia edilmesine her ne kadar çalışırlarsa çalışılsın, Birinci Haçlı Seferinde Kudüs'ün Haçlılar tarafından fethinin sonucunun şehir Müslüman ve Yahudi halkının büyük bir vahşetle öldürüldüğü gerçeğini saklamak olanağı bulunmamaktadır. Kaç kişinin nasıl öldürüldüğü hakkında (ve daha basitçe sadece kaç kişinin öldürüldüğünü tahmin etmek için) çok fazla belgesel birincil kaynak bulunmadığı doğrudur; ama zaten 11. yüzyılın hiçbir olayı için de tümüyle inandırıcı belgesel birincil kaynak bulunmadığı da gerçektir.

Haçlılar tarafından kurulan devletler

Haçlılar Kudüs'ü zaptettikten sonra, Haçlı ordusunun soylu komutanları Kutsal Kabir Kilisesi'nde 22 Temmuz'da bir toplantı yapıp ellerine geçirdikleri kutsal Kudüs şehrinin nasıl idare edileceği hakkında tartışmalar yaptılar. Yeni bir Kudüs Krallığı kurulmasına karar verdiler. Bu krallık Hristiyanların kutsal saydıkları topraklarda dinsel olmayan devlet işleri ile uğraşmaya yetkili olacaktı. Kudüs Krallığı Kudüs şehri yanında Suriye'in güneyi ve Filistin'i de ihtiva edecekti.

Bu devletin başına Toulouse Kontu Raymond'in geçirilmesi bu toplantıya katılanların çoğunluğu tarafından beklenmekteydi. Raymond, ya kendi tutumunu mütevazı bir dindar göstermek için yahut ta katılan soyluların ne de olsa kendini seçeceklerini beklediği için önce bu hükümdarlığı kabul etmekte çekingen davrandı. Fakat ona rakip olan Godefroi de Bouillon böyle bir çekingenlik göstermedi ve Antakya Kuşatması ve fethine olan katkısı dolayısıyla Haçlı soylu komutanları arasında kazandığı popülerliği kullanarak kendinin kutsal Kudüs Kralı olarak seçilmesini sağladı. Godefroi'un bu başarısı Raymond tarafından hiç iyi karşılanmadı ve hatta Raymond bu gelişmeye çok kızarak kendi komutası altında olan birliklerle Kudüs şehrinden çekilip kırsal bir ordugâha yerleşti.

Kudüs Kralı olarak seçilen Godefroi du Bouillion yine bir mütevazılık örneği göstermek için "Kudüs Kralı" unvanını almayı reddettiğini ama unvanının Advocatus Sancti Sepulchri (Kutsal Kabir'in Koruyucusu) olmasını kabul ettiği bildirilir. Bu unvanın gerçek olarak kullanılıp kullanılmadığı ve manasının ne olduğu açık değildir ve değişik yorumlar bulunmaktadır. Bu seçimden sonra Godefroi'in şahsen bu unvanı da kullanmadığı ve sadece "princeps" veya daha basit olarak eski unvanı olan Aşağı Loren "Dux"'u unvanını kullandığı bilinmektedir. 12. yy. çok otoriter Haçlı tarihçilerinden Surlu Vilyam Godefroi'in, İsa'nın tacının dikenden olması nedeniyle, Kudus Krallık "altın tacı"'nı giymemekte ısrar ettiğini yazmaktadır. Olaylarla hemen güncel olarak yazmış tek kronikçi olan "Keşiş Robert"'nin eserinde ise Godefroi'in "kral" unvanını aldığı bildirmektedir.

Bu krallığın bu Haçlı Seferi'ne iştirak eden Papalık Temsilcisi olan "Pisa'lı Daimbert" tarafından teokratik bir devlet olarak Papa idaresinde olmasi istenmekteydi. Fakat bu tez kabul edilmedi ve yeni krallık Batılı Avrupa Franklarının yönetim ve kullanım şekillerine uygun olarak kurulup ve geliştirildi. Ancak bu krallığı bazi idare organları ve idare tarzları bu kralliga özel orijinal şekilde geliştirilmiştir.

Birinci Haçlı Seferi'nde ayrıca Kudüs fethinden önce Urfa Kontluğu (1097-1144) ve Antakya Prensliği (1098-1268) Devletlerin'de Kudüs Krallığı'ndan bağımsız olarak ama bu krallıkla çok yakın olarak bağlantılı bir şekilde kurulmuşlardır. Küdüs'ün işgalinden sonra, 1109'da Haçlıların Trablusşam'ı işgal etmelerinden sonra, bu şehir ve civarında yine bağımsız statülü olarak Trablus Kontluğu (1109-1289) devleti kurulmuştur.

Fatımiler Devleti'ne karşı Aşkelon Muharebesi

Kudüs'ün Haçlılara teslim edilmesinden sonra Kudüs'ün Fatımiler valisi "İftikar ül Devle" Aşkelon'a çekilmişti. Filistin'in bu güneydoğu kesimdeki sahil şehrinde Fatımiler Devleti'nin gerçek idarecisi olan Vezir Afdal Şahenşah komutasında bir ordu toplamaya başladı. Fatımiler Haçlılarla anlaşıp Suriye'yi onlara vermeyi kabul etmişlerdi; ama Filistin ve Kudüs'ü Haçlılara teslim etmemeye kararlıydılar.

Aşkelon'da kurulan Fatımiler ordusu sadece Fatımilerin Mısırlı ve Mısır'ın güneyinden askerlerle kurulmamıştı. Çeşitli Müslüman ülkeler askerleri de ihtiva etmekteydi. Bu ordunun tam mevcudunun büyük olasılıkla 20.000 olduğu, ama bazı kaynaklara nazaran 50.000 asker olduğu, bildirilmektedir.

5 Ağustos'ta Fatımiler vezirinin gönderdiği bir elçi Kudüs'e gelerek Haçlıların bu şehri ve Filistin'i terk etmelerini istedi; ama bu istek Haçlılar tarafından kayda alınmadı. Yeni Kudüs Kralı Godferey de Bouillion bir Haçlı ordusu ile Kudüs'e bir günlük yolda bulunan Aşkelon'daki Fatımiler ordusu üzerine yürüyerek onlar karşı çıkmaya karar verdi. Bu orduya Toulouse Kontu Raymond de Saint-Gilles ve Robert Curthose katılmadı. Ama yeni Kudüs Katolik Kardinali seçilen ve Haçlıların yeni ellerine geçen "Gerçek İstavroz"u muharebeye taşımayı görev edinen "Arnouf"; Antakya'da bulunan "Kutsal Mızrak" taşıyıcı görevini yüklenen "Raymond Aguilersli", Halkın Haçlı Seferi fiyaskosundan sonra yeniden Kudüs'te ortaya çıkan keşiş Pierre l'Ermite gibi Katolik dinsel liderler ve Kudüs Ortodoks dinsel liderleri başta katıldılar. 10 Ağustos'ta dinsel ayin ve törenlerden sonra Kudüs'ten ayrılan bu Haçlı ordusu, "Raymond Aguilers'li"'den kalan bir belgeye göre, 9.000 piyade ve 1.050 ağır süvari şövalyeden oluşmaktaydı.

Hem Arap hem de Haçlı kaynaklarına göre Fatımiler veziri Haçlıların böyle bir orduyla hemen hücuma geçeceğini hiç beklememekteydi. Fatımiler ordusu ve veziri muharebeye hazır değildi. 11 Ağustos'ta Askalon önüne gelen Haçlılar ordusu hemen şehir kalesi önündeki "Macdal" vadisinde ordugâhda hazırlıksız bulunan Fatımiler ordusu üzerine hücuma geçti. Fatımiler hazırlıksız oldukları için fazla direniş gösteremediler. Fatımiler ordusu sayısının çok yüksek olmasına rağmen bazı birlikler savaşa katılamadı. Özellikle Fatımiler ağır süvarileri savaşa katılamadılar ve buna karşılık Haçlılar şövalyeler ağır süvarileri Fatımiler piyade güçlerine karşı gayet yıkıcı hücumlar yaptılar. Nispeten kısa süren bir çarpışmadan sonra Fatımiler veziri moralini yitirdi ve ordusunu yüksek duvarları ile korunaklı olan Aşkelon kalesi içine çekti. Haçlı ordusu Fatımilerin ağırlıklarını ve Vezirin hazinesini ellerine geçirip talan etti. Haçlı kaynakları Fatimiler ordusunundan 10.000-12.000 kişi zayiat verdiğini bildirilmektedir; ama Haçlılar kayıpları hakkında hiçbir belge yoktur.

Ertesi gün Fatımiler Vezir'inin Mısırlı olan ordusunun kısmı ile denizden Mısır'a döndüğü haberi ortaya çıktı. Böylece Fatımiler Kudüs ve Filistin'i Haçlıların yeni Kudüs Krallığı'na teslim etmiş oldular. Ama Aşkelon kalesi 1153'e kadar Fatımiler elinde kaldı.

1101 Haçlı seferleri

Bu Birinci Haçlı Seferi'nin üçüncü safhasında ise Filistin'de yerleşen Frank Haçlılarına destek sağlamak için 1101'de Avrupa'dan ek Haçlı seferleri yapıldı. Bu sefer İstanbul'dan birbiri arkasından yürüyüşe geçen üç değişik sefer ordusu halindeydi.

Baronlar Haçlı Seferi'nde nispeten uzaktan takip stratejisi uygulayan I. Kılıç Arslan bu seferler için stratejisini değiştirdi. Haçlı ordusunun yolu üzerinde ve yakınlarında bulunan bütün yerleşkeleri ve yetiştirilen hububat ve yiyecekleri yakıp yıkmaya; Haçlı ordusuna iaşe ve hayvan yemi sağlanmasını önlemeye çalıştı. Önemli su, kuyu ve kaynaklarını battal etmeye veya zehirlemeye karar vererek Haçlıların susuzluktan zayıf düşmelerini sağladı. Bu yeni strateji daha başarılı sonuçlar verdi ve 1101 Haçlı seferlerine iştirak eden üç Haçlı değişik ordusu da, Anadolu içinde (Merzifon'da ve Ereğli'de) imha edildi.

Mayıs 1101'de İtalya'dan Lombardlardan oluşan İstanbul'a Milano Piskoposu Anselm idaresinde gelen ve Kudüs'ten İstanbul (Konstantinopolis)'e dönmüş olan sefere deneyimli Raymond komutası altına geçen 20.000 kişilik Haçlı ordusu beklenmedik bir şekilde Ankara'ya yöneldi; o şehri eline geçirip oradan Niksar'a doğru harekete geçti. Ağustos'ta Merzifon'da Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ve Danişmendoğlu ordusu ile yapılan bir muharebe sonucunda bu Haçlı ordusunun 4/5'ü imha edildi ve kadınlar ve çocuklar esir olarak Türklerin eline geçti.

Haziran sonunda Nevers Kontu Giyom'un komutasında bulunan bir Fransız Haçlı sefer ordusu Ankara, Konya üzerinden Ereğli'ye ilerlemeye başladı. Bu Haçlı ordusu çok geçmeden bu yolu takip etmenin bir hata olduğunu anladı; çünkü önceki Baronlar Haçlı seferi yol etrafına sanki kıran getirmişti. Bu ordu iaşe ve hayvan yemi bulamamaktan bitik bir hale düştü. Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ve Danişmend Gazi süvari ordularıyla Merzifon'dan Ağustos sonunda gelip Ereğli'de hemen hücuma geçerek bu orduyu da hemen imha etmek imkânını buldular. Bu ordunun komutanı Nevers'li Giyom bir Türk asıllı bir Bizans askerinden (Türkopol) kılavuz bularak Antakya'ya erişmeyi başardı.

Bu orduyu bir hafta zaman gecikmesiyle Akitanya'li Giyom idaresinde Fransızlar ve Bavyera Dükü Wolf komutasında Almanlardan oluşan üçüncü bir Haçlı sefer ordusu takip etmekte idi. Bu Haçlı sefer ordusu askerleri ve asker olmayan kamp takipçileri de açlık ve özellikle susuzluktan tam harabe olarak yine Ereğli (Heraclea)'ya erişebildiler. Orada bulunduğunu gördükleri bir çaya kendilerini atıp susuzluklarını giderdiler. Ne yazık ki bu su Selçuklular tarafından zehirlenmişti ve I. Kılıç Arslan ordusuyla pusuda beklemekteydi. Böylece bu üçüncü Haçlı sefer ordusu da, askerlerinin çoğu ölüp, yaşayanlar da esir alınıp, elimine edildi. Bu ordu komutanları Akitenya'li Giyom ile Bavyera Dükü Wolf şahsen Antakya'ya kaçabilmeyi başardılar. Bu 1101 ek Haçlı seferi öyle korkunç ve büyük bir fiyasko sonuçlu olmuştur ki, bu sonuç bu seferin Avrupa dünyası tarafından tümüyle hemen hemen unutulmasına yol açmıştır.

16 Ocak 2022

Antik Yunan Uygarlığı

Antik Yunanistan, bugünkü Yunanistan toprakları ile Küçük Asya'da (Anadolu) yaşayan toplumların kurduğu devlet ve uygarlıkların, MÖ 756 (Arkaik dönem) ile MÖ 146 (Roma işgâli) tarihleri arasında hüküm sürdükleri bölgenin adı.

Balkanlar'a göç eden Yunan kabilelerin kurmuş olduğu Yunan şehir devletleri demokrasinin ilk temellerinin atıldığı yerlerdir. Eshilos, Aristofanes, Euripides, Sofokles, Aristo, Eflatun, Sokrates, Herodot ve Ksenofon gibi büyük filozofların yetiştiği Atina, Sparta, Tebai ve Nakşa gibi büyük şehirler gerek birbirleriyle gerek o dönemin en önemli güçlerinden biri olan Persler ile üstünlük mücadelelerine girmişlerdir.

Antik Yunan uygarlığının zirveye çıktığı, en çok geliştiği dönemler İskender yönetiminde olmuştur. Yunan kültürü içinde bir eğitim almış olan İskender, babası Filip'in ölmeden önce hazırlamış olduğu ortamı kaybetmemiş, Antik Yunan kültürünü batıda Makedonya'dan doğuda Hindistan'a, kuzeyde Fergana'dan güneyde Mısır çöllerine kadar yaymıştır.

Çok tanrılı din inancının hâkim olduğu, toplumun sınıflara ayrıldığı, tiyatro ve mimarinin o dönemdeki en büyük eserlerinin verildiği Antik Yunan medeniyetinin gelişimi Augustus Caesar'ın MÖ 27 yılında Yunanistan'ı Achaea eyaleti olarak Roma İmparatorluğu'na bağlaması ile durmuştur. Fakat yine de Antik Yunan kültürü batı medeniyetlerinin temeli olarak kabul edilir. Yunan kültür ve uygarlığının, Avrupa'nın birçok yerinde hüküm sürüp kendinden izler bırakmış Roma İmparatorluğu üzerinde çok büyük etkisi vardır. 14. ve 16. yüzyıllar arasında Avrupa'yı etkisi altına alan Rönesans hareketinin ve Neo-Klasik canlanmanın üzerinde Antik Yunan medeniyetinin büyük izleri görülür.

Kronoloji

Yunan Medeniyetinin başlangıcı ve bitişi hakkında kesin ya da dünyaca kabul görmüş herhangi bir görüş yoktur. Genel olarak Roma İmparatorluğu'ndan önceki dönemler Antik Yunan tarihi olarak değerlendirilir. Bazı tarihçiler MÖ 1150 yılında yıkılan, Yunanca konuşan Miken uygarlığını da Yunan tarihi içerisinde değerlendirirler. Buna rağmen birçoğu ise Miken uygarlığını etkilemiş olan Girit Uygarlığı'nın daha sonraki Yunan kültürlerinden çok farklı olduğunu öne sürerek sınıflandırmayı ayrı yaparlar.

Günümüzde Yunanistan'da okul kitaplarında "eski zamanlar", Miken felaketiyle başlayan ve ülke topraklarının Roma İmparatorluğu tarafından fethedilmesine kadar olan 900 yıllık bir dönemi kapsamakta olup, sanat, kültür ve politika temelinde üç bölüme ayrılabilir.

Tarihî dönemler Yunan Karanlık Çağı ile başlar (MÖ 1100 - MÖ 800). Bu dönemde sanatçılar amforalar ve çeşitli çömlekler üzerine üçgen, kare, çember gibi geometrik şekiller yapmışlardır. Arkaik Dönemler'de (MÖ 800 - MÖ 490) ise ayakta duran gerçekçi gülümsemelere sahip heykeller yapılmıştır. Klasik Dönem'de sanatçılar Parthenon gibi eserler vermeye başlamışlardır (MÖ 490 - MÖ 323). Büyük İskender'in ülkeyi fethiyle başlayan Helenistik Dönem olarak anılan dönemde ise (MÖ 323 – MÖ 146) Antik Yunan Kültürü Mısır ve Baktria kültürüne de katkıda bulunmuştur.

Geleneksel olarak Antik Yunan döneminin başlangıcı MÖ 776'da ilk Olimpiyat Oyunları'nın yapılması olarak alınır. Ama birçok tarihçi Yunan Kültürü'nün geçmişini MÖ 1000'lere kadar yayar. Fakat çoğunlukla kabul gören bitiş tarihi MÖ 323'te Büyük İskender'in ölümüdür. Bir sonraki dönem ise Romalıların ülkeyi ele geçirmesiyle başlayan uyum dönemidir. Fakat bu konuda da tartışmalar vardır. Bazı tarihçiler Yunan kültürünün 3. yüzyıl'da Hristiyanlık'ın çıkışına kadar ufak değişimlerle devam ettiğini öne sürerler.

Köken

Heredot
Yunanların MÖ 2000 yıllarında kitleler hâlinde Balkan Yarımadası'nın güneyine göç ettikleri inanılır. MÖ 23. ve MÖ 17. yüzyıllar Proto-Grek dönem olarak adlandırılır. MÖ 1600'den 1100'e kadar olan dönem, Homeros'un epiklerinde masallaştırdığı Truva'ya karşı savaşan Kral Agememnon'un başında olduğu Miken Yunan Çağı'dır. MÖ 1100'den MÖ 8. yüzyıla olan hiçbir yazılı eserin günümüze ulaşmadığı ve sadece yetersiz arkeolojik kalıntıların bulunduğu Karanlık Çağ olarak adlandırılır. Herodot'un Tarihler, Pausanias'ın Yunanistan'ın Tanımı, Diodorus'un Biblioteca ve Jerome'nin Kranikon adlı eserleri bu dönemle ilgili bazı kısa bilgiler ve dönemin kralları hakkında bilgi verir. Antik Yunan Çağı'nın çoğu zaman MÖ 323 yılında ölen Büyük İskender'in hükümdarlığının başlaması ile sona erdiği kabul edilir. Büyük İskender dönemine Helenistik Çağ adı da verilir.

Yunanistan'daki her tarihî olay sebepleri ile birlikte yazılmıştır. Herodot, Tukididis, Ksenofon, Demosthenes, Eflatun ve Aristo gibi eserleri günümüze kadar ulaşan politikacı ve tarihçi yazarların çoğu Atinalı idi. Bu yüzden tüm Yunan medeniyeti içinde en çok bilgi sahibi olunan şehir Atina'dır ve yine bu yüzden diğer şehirlerin tarihleri hakkında kayda değer fazla bir bilgi yoktur. Ayrıca bu yazarlar neredeyse tamamen politik, askerî ve diplomatik olayları yazmaya odaklandıklarından ekonomik ve sosyal tarihi pek dikkate almamışlardır. Yunan tarihi hakkında söylenen her şey bu yazarların kalemlerinden çıkan bilgilerden ibarettir.

Yunanistan'ın doğuşu

MÖ 8. yüzyılda Miken Uygarlığı'nın çöküşe geçmesi ile Yunanistan, Karanlık Çağ'ından çıkmaya başladı. Gerek kültürel gerekse toplumsal alanda büyük canlanmalar başladı. Okuryazarlık kayboldu ve Miken yazısı unutuldu. Fakat Yunanlar Fenike Alfabesi'nden Yunan Alfabesini yarattılar. MÖ 800'lerde ilk yazılı kayıtlar görülmeye başladı. Yunanistan, daha

sonra tüm Yunan coğrafyasına model teşkil edecek olan, her adanın, vadinin ve ovanın, deniz ya da dağ sınırları ile birbirinden ayrıldığı, kendi kendini yöneten küçük yönetim birimlerine ayrıldı.

Nüfus MÖ 800'den MÖ 350'lere kadar tahminen 700.000'lerden 8-10 milyona kadar çıktı ki bu tarıma elverişli arazilere oranla olması gerekenin çok üstündeydi. Bu nedenle MÖ 750'lerden itibaren Yunanlar her yönde koloniler kurmaya başladılar.

İlk olarak doğuda Anadolu Yarımadası'nın Ege Denizi kıyıları kolonize edildi. Daha sonra Trakya ve Kıbrıs adasında koloniler kuruldu. Marmara Denizi çevresi, Anadolu'nun Karadeniz kıyıları ve hatta günümüzdeki Ukrayna kıyıları bile sömürgeleştirildi. Bunun yanı sıra doğuda İllirya (Balkan Yarımadası'nın Adriyatik Kıyıları), Sicilya, İtalya'nın doğu uçları ile Fransa'nın güney kıyıları, Korsika, Libya ve Mısır'da bile Yunan kolonileri kurulmuştur. Günümüz modern şehirlerinden Siracusa (Συρακούσαι) Sirekuse Kolonisi, Napoli (Νεάπολις) Neopolis Kolonisi, Marsilya (Μασσαλία) Massaliya Kolonisi ve İstanbul (Βυζάντιον) Bizantion Kolonisi tarafından, koloni devleti olarak kurulmuş olan yerlerdir.

Milattan önce 6. yüzyıla gelindiğinde Yunan dili ve kültürü coğrafi olarak topraklarının kapladığı alandan çok daha geniş bir alanda etkiliydi. Yunan sömürgeleri dinî ve ticari yönden geldikleri şehirlere bağlı olsalar da politik yönden kendi kontrolleri kendi ellerindeydi. Eski Yunanlar hem anayurtlarında hem de kolonilerinde kendilerini bağımsız küçük topluluklara bölmüşlerdir. Pólis adı verdikleri şehirler Yunan hükûmetinin ana birimleri olmuşlardır.

Bu dönemde hem Yunanistan'da hem de denizaşırı sömürgelerinde büyük ekonomik gelişmeler olmuş hem de insanların yaşam standartları oldukça iyileşmiştir. Bazı ekonomi tarihçilerine göre, Antik Yunanistan endüstrileşme öncesi ekonomilerin en gelişmişlerinden biridir. Yunan işçisinin ortalama günlük ücreti yaklaşık 12 kg buğdaya denk geliyordu. Bu, ortalama günlüğü yaklaşık 3,75 kg olan Roma döneminde bir Mısırlı işçinin ücretinden yaklaşık 3 kat daha fazlaydı.

Sosyal ve ekonomik sınıf farkılıkları

Yunan şehirlerinin her biri aslen bir krallık olmalarına rağmen bunların çoğu o kadar küçüktü ki, yöneticileri için kullanılan kral terimi yanıltıcı derecede büyük bir kavramdı. Bu dönemde para sisteminin kullanıma geçmesiyle tüccarlar sınıfının ortaya çıkması, büyük şehirlerde sınıf ayrılıklarına yol açtı. MÖ 650'lerden başlayarak aristokratlar devrilmemek ve Tiran diye adlandırdıkları gaddar, halkçı liderlerin onların yerini almaması için büyük mücadeleler vermek zorunda kaldılar.

MÖ 6. yüzyılda Atina, Sparta, Korint ve Tebai gibi bazı şehirler Yunan çevrelerinde öne çıkmaya başladı. Bu şehirlerden her biri çevrelerindeki kırsal alanları, kendilerinden küçük kasabaları kontrolleri altına almışlar ve Atina ile Sparta genel siyasete hâkim olmak amacı ile daima bir rekabet içinde olmuşlardır.

Sparta'da kökleşmiş aristokrasi gücünü muhafaza etti ve (MÖ 650) Likurgus anayasası ile daha da güçlendi. Bu güç Sparta'ya ikili monarşi altında kalıcı bir askerî güç verdi. Sparta, Peleponnese'de (Bugünkü Mora Yarımadası) Argos ve Achaia hariç tüm şehirler üstünde hâkimiyet kurdu.

Bunun aksine, Atina'da, monarşi MÖ 683'te kaldırıldı ve Solon'un ilan ettiği reformlar aristokratik hükûmeti ölçülü bir düzeyde tuttu. Atina'yı çok büyük bir ticaret ve donanma şehri hâline getiren aristokratları Pisistratid tiranı ve oğulları izledi. Bu dönemdeki despotçu düzen devrilince MÖ 500'de Kleisthenes tarafından dünyanın ilk demokratik düzeni ilan edildi. Demokrasi gücünü şehirli erkeklerin oluşturduğu bir meclisten alıyordu. Bu meclis köleleri ve Atinalı olmayanları kapsamayan sadece yerel halktan oluşan bir topluluktu.

Pers Savaşları

Koloni devleti olarak kurulmuş Bodrum, Milas gibi büyük merkezlere sahip olan İyonya diğer devletlere karşı gücünü ve bağımsızlığını koruyacak durumda değildi ve MÖ 6. yüzyılda Pers İmparatorluğu'nun egemenliği altına girdi. Bu kaos ortamında Yunanların kışkırttığı İyon ayaklanmaları birçok şehirde amacına ulaştı.

MÖ 490'da İyon ayaklanmalarını bastıran Pers Kralı I. Darius Yunanları cezalandırmak için bir filo yolladı. Atina'lı general Miltiades'in önderliğinde, Maraton Savaşı'nda Persler, Yunan ordularına yenildiler. Günümüzde bu savaşta ölenlerin mezarları hâlâ Maraton alanında görülebilir.

10 yıl sonra Dairus'un vârisi I. Serhas daha güçlü bir orduyla tekrar Yunan topraklarına girdi. Termopylae Muharebesi'nde Sparta kralı I. Leonidas'ın sebep olduğu bir gecikme ile Serhas Atina içerine doğru ilerledi ve ele geçirmiş olduğu şehri yakıp yıktı. Fakat Atinalılar şehri deniz kenarına tahliye etmişlerdi ve Temistokles önderliğinde Salamis Savaşında Yunan ordusu Pers ordusunu tekrar yendi. Bir yıl sonra Yunanlar Spartalı Pausanius ile Pers ordusunu Plataea'da da yenilgiye uğrattı. Son olarak Yunan ordusu MÖ 478 yılında Pers ordusunu tamamen Ege Denizi'nin dışına çıkarmayı başardı ve Bizans şehrini kuşatarak ele geçirdi.

Atina hâkimiyeti

Pers savaşları, Yunan çevrelerinde Atina hâkimiyetinin başı çektiği dönemdir. Korint'in hâlâ dişli bir rakip olarak varlığını devam ettirmesine rağmen Atina, denizlerin ve ticari gücün meydan okunamaz efendisi olmuştur. Bu dönemin başlıca devlet adamı, Parthenon ve Atina'nın diğer birçok klasik eserlerinin yaptırmak için Delos Antlaşmasının taraflarının verdiği vergileri kullanan Perikles'dir. Perikles döneminde Atina artık bir büyük bir devlet hâline gelmişti.

Yunanistan'ın refahı tüm yetenekli insanları etkiledi ve sanatın patronları hâline gelen varlıklı bir sanatçılar sınıfı ortaya çıktı. Atina devleti, sanatları özellikle de mimariyi öğrenmeyi destekledi ve sanatçılara destek oldu. Yunan edebiyatının, felsefesinin, sahne sanatlarının merkezi Atina oldu. Adları bugün bile bilinen dramatistler Eshilos, Aristofanes, Evripides, Sofokles; filozoflar Aristo, Eflatun, Sokrates; tarihçiler Herodot, Tukidides, Ksenofon; şair Simonides; heykeltıraş Fidias bu müreffeh dönemde yaşamış önemli kişilerdir. Atina bu dönemde Perikles'in deyimiyle Helen uygarlığının okulu hâline geldi.

Diğer Yunan devletçikleri başlarda Perslere karşı yapılan savaşlarda Atina'nın liderliğini kabul ettiler. Fakat daha sonra muhafazakâr politikacı Kimon'un MÖ 466'da düşmesiyle Atina giderek artan bir emperyalist güç edindi. MÖ 461'de Eurymedon savaşındaki başarıdan sonra Persler artık büyük bir tehdit unsuru olmaktan çıkmıştı. Ama Naksos (Nakşa) gibi bazı şehirler bağımsızlıklarını ilan etmeye kalkıştılarsa da sert bir müdahale ile tekrar boyun eğmek zorunda bırakıldılar. Yeni Atina önderleri, Perikles ve Efialtes, Atina ve Sparta arasındaki ilişkilerin bozulmasına sebep oldu ve MÖ 458'de bir savaş patlak verdi. Birkaç yıl süren sonuçsuz savaşın ardından 30 yıllık bir barış antlaşması imzalandı. Bu olay Yunanlar ve Persler arasındaki son çarpışma olan Kıbrıs'taki Salamis Savaşı ile aynı zamana denk gelir. Bu savaşı takiben Persler ve Yunanlar arasında Callius Barış Antlaşması imzalanmıştır.

Mora (Peloponez) Savaşı

Alkibiades büstü
MÖ 431'de Atina ve Sparta arasında tekrar savaş çıktı. Mora savaşının sebebi kaynaktan kaynağa değişir ama tüm bunların arasında en tutarlıları eski Yunan tarihçileri Tukidides ve Plutarh'ın söyledikleridir. Yazılanlara göre Korint ve kolonilerinden biri olan Korfu, Atina'nın kışkırtması ile birbirine düştü. Daha sonra Atina ile Korint arasında Potidaea (Nea Potidai) kontrolü üzerine, Atina'nın Potidaea'yı kuşatmasıyla sonuçlanan bir sürtüşme başladı. Sonunda Atina, Megoria Fermanı adı ile ekonomik fermanlar dizisi çıkardı ve bununla 30 yıllık Peloponnesia Barış Antlaşması'nı bozmakla suçlandı. Böylece, her iki tarafın da önceden kararlaştırdıkları hükümler gereğince Sparta, Atina'ya savaş açtı. Birçok tarihçi bunu savaşın asıl sebebi sayarken bir kısmı da Sparta'nın Atina'nın Yunan çevrelerindeki üstünlüğünü çekememezliğinden kaynaklandığını öne sürerler.[kaynak belirtilmeli] Bu savaş tam 27 yıl sürmüş, fakat ne donanması güçlü Atina ordusu, ne de kara kuvvetleri güçlü Sparta, birbirlerine karşı herhangi bir üstünlük sağlayamamıştır.

Sparta'nın başlangıçtaki stratejisi Atina'yı işgal etmekti fakat Atina'lıların ardına sığınabilecekleri güçlü şehir surları vardı. Bu arada bir veba salgının patlak vermesi çok büyük kayıplara sebep oldu. Aynı zamanda Atina filosu (MÖ 429) Naupactus ve (MÖ 425) Pylos savaşlarını kazanarak askerî birliklerini Pelaponnesia'ya çıkardı. Fakat bu taktikler her iki tarafa da kesin bir zafer getirmedi. Uzun yıllar sonunda daha ılımlı bir lider olan Yunan komutanı Nicias sonuçsuz askerî harekâtı, Nicias Barışı (MÖ 421) ile sonlandırdı.

MÖ 418'de Sparta ve Atina müttefiki Argos arasındaki düşmanca tutum savaşın tekrar başlamasına sebep oldu. Montinea'da Sparta orduları, Atina ve müttefiklerinden oluşan orduları yendi. Savaşın tekrar ateşlenmiş olması, savaş taraftarlarının Atina'da iş başına geçmesine neden oldu. MÖ 415'te Alcibiades, Atina meclisini bir Peloponnesia müttefiki olan Sicilya'daki Siracusa'ya karşı bir keşif seferi düzenlemeye ikna etti. Nicias, Sicilya seferine karşı kuşku ile yaklaşıyor olmasına rağmen Atina meclisi tarafından Alcibiades ile birlikte kendini keşif grubunun başında buldu. Şahsına karşı yapılan suçlamalar nedeniyle Sparta'dan yardım isteyen ve oraya sığınan Alcibiade'nin gitmesi ile keşif harekâtı tamamen bir felakete dönüştü. Grup dağıldı, Nicias esir alındı ve idam edildi.

Sparta bu kez Perslerin de yardımı ile Atina'nın deniz üstünlüğüne meydan okumak için yeni bir donanma hazırladı. Donanması için Çanakkale Boğazı'nın yönetimini elde tutmakta olan, bölgenin stratejik inisiyatifi ele almış askerî bir lider buldu. Çanakkale Boğazı, Yunanistan'a giren tahılın kaynağıydı. Atina'nın karşısında, Atina'nın kaderini elinde tutan bir komutanın olması, açlık tehdidini doğuruyordu ve Atina son bir umutla elinde kalan tek filosunu da ağır bir yenilgi alacağını bilemeden oraya gönderdi. MÖ 405 Aegospotami Savaşı'nın kaybedilmesi ile Atina iflasın eşiğine sürüklenmeden, bir an önce barış istemek zorunda kaldı. Bu da Sparta'nın en çok istediği şeydi ve Atina için acımasız hükümlere sahip bir anlaşma hazırlandı. Çaresiz, anlaşmayı kabul eden Atina şehir surlarını, filosunu ve deniz aşırı tüm topraklarını kaybetti. Totaliter rejim Sparta'nın da desteği ile güç kazandı.

Sparta ve Tebai hâkimiyeti

Peloponez Savaşı'nın ardından Sparta tüm Yunanistan'ın hâkimiydi ama bu olay bazı çevrelere rahatsızlık verdiği için acilen harekete geçildi. Her türlü entrika ile Atina'da ve önceden Atina'ya bağlı şehirlerde demokratik partiler birkaç yıl içinde siyasi gücü tekrar ellerine geçirdiler. MÖ 395'te Sparta idarecileri Lysander'i yönetimden aldılar ve bu nedenle Sparta donanma üstünlüğünü kaybetti. Atina, Argos, Tebai ve Korint, ki son iki şehir daha önceden Sparta'nın en yakın müttefikleri idi, bu kez bir sonuç elde edilemeden biten Korint Savaşı'nda Sparta'ya meydan okudular (MÖ 387). Aynı yıl içerisinde bu kez Sparta, Persler ile savaşa girdi, kaybedeceğini anlayınca barış antlaşması istedi ve yapılan Antalcidas Antlaşması hükümlerine göre İyonya ve Kıbrıs'tan vazgeçerek 100 yıldır Perslere karşı yenilgi yüzü görmemiş Yunan milletinin tarihini tersine çevirdi. Bu olay Atina'yı ve birlikte Sparta'ya karşı savaştığı müttefiklerini çok şaşırttı.

Daha sonra Tebai kumandanları Epaminondos ve Pelopidas MÖ 371'de Leuctra'da kesin bir zafer kazandılar. Bu savaşın sonucunda Sparta hâkimiyetini ve Tebai üzerindeki üstünlüğünü kaybetti. Bu dönemde Atina kaybetmiş olduğu gücünü tekrar toparlama fırsatını buldu, çünkü Tebai üstünlüğü pek kısa ömürlü oldu. İmparator Epaminondos'ın MÖ 362'deki ölümü ile beraber en büyük lider kaybedilmiş oldu ve kendinden sonrakiler Phocis ile gereksiz bir savaş yapma hatâsına düştüler. Yenilmeye başladıklarını anlayınca Makedonya Kralı II. Filip'ten yardım istendi. Böylece Makedonya ilk kez Yunan dünyası içine girmiş oldu.

Makedonya'nın doğuşu

Atina lideri Demosthenes
Makedonya Krallığı MÖ 7. yüzyılda doğdu. 5. yüzyılda Yunan politikasında küçük roller oynuyordu. 4. yüzyılın başlarında Tebai'de eğitim-öğrenim görmüş, hırslı bir lider olan Makedonya Kralı II. Filip artık daha büyük bir rol oynamak istedi. Sparta'nın güç kaybetmesi ile kendilerini toplayan Yunan şehirleri arasında kabul görmek istiyordu. Amphipolis, Methone ve Potidaea gibi Yunan şehirlerini ele geçirdikten sonra, buralardaki altın ve gümüş madenlerini de yönetimi altına almış oldu. Böylesine zengin kaynaklara sahip olmak Filip'e Yunanistan üzerinde daha etkili olma fikrini verdi.

Filip, MÖ 352'de Tesalya ve MÖ 348'de Trakya üzerinde Makedon hâkimiyetini kurdu. MÖ 348'de Termopylae'in kuzeyindeki yerleri kontrol ediyordu. Yunan çevresine dost gibi görünmek istedi, dillere destan zenginliğini her şehirde bir Makedon partisi kurmak için Yunan politikacılarına rüşvet olarak kullandı. Tebai ve Phocis arasındaki savaşa müdahale etmiş olması ile büyük bir ün kazandı ve Yunan çevrelerinde dikkate değer bir güç olmasına fırsat sağladı. Filip'in bu politikasının sonuçlarının nereye varacağını anlayan Atina lideri Demosthenes, ünlü nutuklarında halkı Filip'in bu amacına karşı koyması için yönlendiriyordu.

MÖ 339'da Atina ve Tebai, gün geçtikçe büyüyen Filip tehlikesini engellemek için bir araya gelerek anlaşma yaptı. Bunun üzerine Filip, Yunanistan içlerine ilerledi ve MÖ 338'de Chraeronea'da Atina'nın müttefiklerini yendi. Fakat yine de, o dönemden sonra birçok şehir devleti, Roma İmparatorluğu dönemine kadar bağımsız olarak yaşamaya devam etti.

Filip, Atina'nın üzerinde baskı kurabilmek için bu kez pahalı hediyeler ve pohpohlama yoluna gitti. Fakat çabalarının ulaştığı başarı, beklediğinin aksine, daha düşük oldu. Yunan çevrelerinde sempati kazanmak için, ele geçirmiş olduğu Yunan şehirlerini azat etmesini sağlamak ve geçen asırda Yunanistan topraklarına yaptıkları seferin öcünü almak için Perslerin üzerine sefer yapacağını bildirdi. Fakat bunu yapmaya fırsat bulamadan suikaste uğrayarak, öldü.

Büyük İskender'in fetihleri

(Daha fazla bilgi için bakınız >>)

Filip'in tahtını, babasının yarım kalmış plânlarını uygulamak için yola çıkan ve henüz 20 yaşında olan İskender aldı. Atina'nın düştüğünü görünce Atina geleneklerini geri getirmek için Pers İmparatorluğu'nu ortadan kaldırmak istedi. Daha sonra Yunan şehirlerinin kendine liderleri olarak kabul ettiği Korint'e gitti ve ardından güç toplamak için kuzeye ilerledi. İskender'in ordusunun çekirdeği, sağlam Makedon dağ-savaşçılarıydı. İskender, ordusuna her türlü desteği sağladı ve Yunanistan'ın her köşesinde gördüğü, Tebai'deki süvarilerden Sparta'daki gerilla taktiğine kadar, savaş taktiklerini değiştirdi. Her şeyini Yunan kökenine uygun hâle getirdi. Trakya'ya sefere çıktığında Tebai şehrinin ayaklandığı haberini aldı hemen güneye inerek Tebai şehrini yerle bir etti. Daha önce büyük dedelerinden birine bir şiir hediye etmiş olan Pindar'ın yaşadığı ev dışında ayakta hiçbir yapı bırakmadı. Büyük İskender'in bu hareketi, Yunan şehirlerine eğer İskender'in gücünü kabul etmezlerse başlarına neler gelebileceğini, "uslu dururlar" ise nasıl yaşayabileceklerini gösteren acımasız bir gözdağıydı.

MÖ 334'te Büyük İskender, Asya'ya geçti ve bugün Çanakkale ili sınırları içerisinde kalan Granikos Çayı kıyılarında Persleri yenilgiye uğrattı. Bu galibiyet, İskender'e İyonya kıyılarının kontrolünü verdi ve bu nedenle özgürlüğüne kavuşmuş diğer Yunan şehirlerinde zafer kutlamaları yaptı. Bu yörede her şeyi düzene koyduktan sonra Anadolu'da, Kilikya üzerinden Suriye'ye seferler düzenledi ve MÖ 333'te III. Darius'un ordusunu yendi. Burada da düzeni sağladıktan sonra Fenike üzerinden küçük bir askerî direnç ile karşılaştığı Mısır'a geçti. Fakat Mısır halkı Büyük İskender'i Perslerin ve imparator Amun'un oğlunun baskısından rahata çıkaran bir kurtarıcı gibi karşıladılar.

Büyük İskender Zamanı

Darius, ülkesine barış içinde dönebilmek için İskender'den barış istemeye hazırdı, fakat Büyük İskender'in böyle bir niyeti yoktu. Pers topraklarını fethedip kendini dünyanın imparatoru yapmaya kararlıydı. Kuzeydoğu'da Suriye üzerinden Mezopotamya'ya ilerledi ve Dairus'u tekrar bu kez Gaugamela Savaşı'nda yenilgiye uğrattı (MÖ 331). Bu savaştan sonra Dairus kaçtı ve kendi yandaşları tarafından öldürüldü ve böylece Büyük İskender, Susa ve Persepolis'de hiçbir karşı koymaya uğramadan kendini Pers İmparatorluğu'nun başında buldu.

Büyük İskender, Yunan İmparatorluğunu bu kadar sahiplenmiş iken bazı şehirler Makedonya kontrolünden kaçmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. MÖ 331'de Megalopolis'de, Büyük İskender'in vekili Antepater, Makedonya üstünlüğünü tanımak istemeyen Sparta'lıları yendi

Büyük İskender ardından azimle Afganistan, Pakistan ve İndus Irmağı vadisine ilerledi. MÖ 326'da Pencab'a girdi, Ganj Nehri ve Bengal Körfezi'ne geldiğinde ise askerlerde baş gösteren isteksizlik ve yorgunluk nedeni ile ordusunu toplayarak geri dönme kararı aldı. Hayâl kırıklığı içinde Yunanistan'a gitmek için yola çıktığında ise dönüş yolunda MÖ 323'te Babil'de bilinmeyen bir ateşli hastalığa yakalanarak yaşamını yitirdi.

Büyük İskender'in ölümünün ardından kurduğu imparatorluk yıkıldı ama yapmış olduğu fetihler Yunan dünyasını tamamen değiştirdi. Binlerce Yunan onunla veya ondan sonra, almış olduğu topraklara yerleşti. Başta İskenderiye olmak üzere, kurduğu şehirler önemli merkezler hâline geldi. Mısır'da, Suriye'de, İran'da ve Baktria'da Yunanca konuşulan krallıklar kuruldu. Doğu ile batının kültür ve bilgi birikimi birleşip etkileşmeye başladı.

Toplum

Eski Yunanistan'da toplumda genel olarak göze çarpan ayrılık hürler, metikler ve kölelerdir. İnanılan dine, cinsiyete, önemli bir mevkide akrabaya sahip olup olmamakta ya da soylu olup olmamaya göre sosyal görev ve sorumluluklar değişiklik göstermiştir. Atina'daki sosyal yaşam Sparta'dakine kıyasla Yunan dünyasına daha çok örnek olmuştur.

Toplumun yapısı

Yunan şehir devletlerinde sadece hür insanlar kanunların kesin korumasına tâbi idi. Roma hariç diğer hiçbir şehirde sosyal sınıf farklılıkları özel haklara sahip olunmasına izin vermiyordu. Örneğin birinin herhangi bir aileye mensup olarak doğması kişiye doğrudan bir hak getirmezdi.

Efendi ve kölesi
Atina'da nüfus gelir durumuna göre dört tabakaya ayrılmıştı. Para kazanarak zengin olan kişiler sınıf atlayabilirlerdi. Sparta'da tüm erkek vatandaşlar eğitim öğretimlerine devam ettikleri sürece eşitlerdi. Köleler herhangi bir hakka ya da sosyal statüye sahip değillerdi. Evlenip yuva kurma hakları olmasına rağmen politikaya girme ve oy kullanma hakları yoktu.

M.Ö. 600'lerde dışarıdan köle getirme âdeti başladı. M.Ö. 5. yüzyıla gelindiğinde köleler artık nüfusun üçte birini oluşturuyordu. Atina'da nüfusun beşte ikisi (bazı yazarlara göre beşte dördü) köleydi. Sparta dışında hemen hiçbir yerde köleler ayaklanmamıştır çünkü diğer yerlerdeki köleler organize olabilmek için çok seyrek ve dağınıklardı. Birçok aile ev işlerinde ve insan gücüne gerek duyulan çalışmalar için köle bakıyorlardı. En fakir ailelerin bile köleleri olabiliyordu. Sahiplerin köleleri dövme ya da öldürme gibi bir hakları yoktu. Sahipleri köleleri daha sıkı çalıştırmak için zaman zaman onları gelecekte azad edeceklerini söylerlerdi. Roma hariç, azad edilen köleler yine de bir vatandaş olarak kabul görmezdi, onun yerine diğer şehirlerden gelip resmî olarak şehirde yaşamalarına izin verilmiş, ticaretle uğraşan metik adı verilen (μέτοικος) sınıfa katılırlardı. Bu gruptakiler ne hür bir vatandaş gibi haklara sahiptiler, ne de bir köle gibi çalıştırılırlardı.

Şahısların yanında, şehir devletleri de kölelere sahipti. Kendi kendilerine yaşayan ve sadece belirli görevler yapan devlet köleleri, şahsa özel kölelerden daha fazla hakka sahipti. Bu devlet çalışanı kölelerden Atina'da olanlar sadece piyasada gezen sahte paraları denetlemekle görevliydi. Bazıları ise tapınaklarda temizlik görevlisi olarak çalıştırılırlardı.

Sparta tüm şehir devletlerinden daha değişik bir kölelik sistemine sahipti. Helot adı verilen her bir köle Spartalıların savaş esirleriydi. Bunlar devlet tarafından tutulur ve ailelere tahsis edilirdi. Sparta vatandaşları, kendi şehirlerinden olanları köle edinmezdi. Helotlar, kadınların güçlü ve sağlıklı çocuklar doğurup yetiştirirken; erkeklerin, çocukları oplit adı verilen (ὁπλίτης) zırhlı piyade askerler olarak hazırlamasına zaman vermek için yiyecek yetiştirirler ve günlük ev işleri ile uğraşırlardı. Sahipleri Sparta'daki kölelere çok sert ve kırıcı davrandığından birçok ayaklanma yaşanmıştır.

Yaşam tarzı

Yunan şehirlerinde yaşam stili uzun süre aynı kaldı. Şehirlerde yaşayan insanlar servetlerine göre müstakil evlerinde ya da bugünkü apartmanlar gibi birçok evden meydana gelen yapılarda yaşıyorlardı. Evler, sosyal yapılar ve tapınaklar Agora'nın etrafına inşâ edilirdi. İnsanlar bazen köylerde ve şehir merkezinin dışında seyrek konutlaşmış yerlerde yaşarlardı. Atina'da insanların çoğunluğu şehir surları dışında yaşıyorlardı. Tahminî olarak 560.000 olan nüfusun 400.000'i şehir surları dışındaydı.

Yerleşme

Genel Yunan evleri bir avlu etrafında dizilmiş yatak odaları, kilerler ve bir mutfaktan oluşuyordu. Yunan kültüründe evler diğer uygarlıklara kıyasla çok daha büyük olmuştur her bir evin, yaklaşık 230–250 m2 olduğu görülmektedir.

Evler genel olarak ebeveyn ve çocuk yatak odalarından oluşuyordu ve diğer akrabaların aile içinde yaşadığı pek görülmezdi. Erkekler aileyi geçindirmekle yükümlü olduğundan evde pek vakit geçirmezlerdi. Ev işlerini köleler yaparlardı. Kadınların görevi çocuklara bakmak, yapılacak ev işlerinin listesini hazırlamak ve çeşmelerden eve su taşıyan, yemek pişiren, temizlik yapan ve çocuklarla oyun oynayan köleleri denetlemekti. Erkekler akşamları misafirleri ağırlayabilecekleri özel odalara sahipti zira erkek misafirlerin evin, kadınının ve çocuklarının yaşadığı mahrem bölümlere girmesi yasaktı. Erkekler arkadaşlarını çağırarak sempozyumlar düzenlerlerdi. Işık gaz yağından sağlanır, odun kömürü yakarak ısınılırdı. Ev içi mobilyalar gayet basitti. Tahtadan masalar, sandalyeler, yataklar, dolap ve komodinler kullanılırdı.

Tarım

Yunan insanlarının yaklaşık %80'i tarım ile uğraşıyordu. Toprak az verimli ve yağmur kıttı. Araştırmalar o günden bu zamana iklimin pek değişmediğini göstermektedir. Yunanların verimli toprakları kolonize etme ihtiyacının bir sebebi de budur. O zamanlarda birçok iş insan eli ile yapılmasına rağmen bazen öküzler çift sürmek için kullanılırdı. Yunan çiftçileri çanak - çömlek, tuz, balık almak ve ihtiyaç fazlası mahsullerini satmak için festivallere giderlerdi.

Yetiştirilen başlıca yiyecekler lahana, soğan, sarımsak, mercimek, fasulye ve bezelye idi. Bunun yanında nane, adaçayı ve kekik gibi şifalı otlar da hem yemeklerde kullanılmak hem de tedavi amaçlı olarak yetiştirilirdi. Tarlalarda köleler çalıştırılırdı. Sulama, zararlı otları yolma, mahsul toplama, ekin ve hasat zamanları köleler tarlalarda çalışırdı.

Eski Yunanistan'da en çok yetiştirilen şey bugün de olduğu gibi zeytin idi. Yunan illerinin her bir yerinde yetişen zeytin, halkın günlük yaşamında da büyük yer tutuyordu. Buna bağlı olarak zeytinyağı üretimi de oldukça gelişmişti.

Tıp

Antik Yunan tıp konusunda pek ileri değildi fakat Hipokrates gibi büyük tıp bilginleri yine de Yunanistan'dan çıkmıştır. Eski Yunanistan'da yetiştirilen şifâlı otlar ağrı kesici olarak kullanılırdı fakat enfeksiyonları engellemek için herhangi bir kürleri yoktu, bu nedenle en sağlıklı bir insan bile her yaşta en ufak bir hastalıktan ölebilirdi. İlaç ve merhem yapımını büyük ölçüde Mısır kültüründen edinmişlerdi.

Tarihin bilinen ilk tıp okulu Knidos'da, MÖ 700'lerde açıldı. Anatomi uzmanı Alcmaeon bu okulda eğitmenlik yaptı. Daha sonra ünlü tıpçı Hipokrates, Kos'ta kendi okulunu açmıştır.

Bunun yanında insanlar formlarını korumak için kendileri de spor yaparlardı. Erkekler, askerî harekâtlara her an hazır olmak için egzersiz yaparlardı. Hemen her şehir en azından bir spor kompleksine sahipti. Sparta hariç diğer tüm şehirlerde bu salonlar sadece erkeklere açıktı ve içeride egzersizlerin çıplak yapılması âdettendi.

Mutfak

Ekmek hamuru yoğuran
bir kadın
Eski Yunanistan'da insanların yiyecekleri zengin de olsa, fakir de olsa oldukça mütevazı idi. Fakirler soğanla tatlandırılmış arpa ve yulaf lapası yerlerdi. Şehir festivallerinde tanrılara kesilen kurbanlar haricinde halkın çok azı et yeme lüksüne sahipti. Fırıncılar günlük olarak ekmek çıkartırdı ve şarap, sudan sonra en önemli içecekti.

Yemekler genelde üç öğün üzerine kuruluydu. Sabah, öğlen ve akşam üzeri öğünleri vardı. İnsanlar kahvaltıda şaraba banılmış yulaf ekmeği yerlerdi. Eğer biraz zengin ise bunun yanına zeytin ya da incir eşlik ederdi.

Daha zengin olanların gücü domuz veya keçi kesmeye de yeterdi. Sığır eti, sadece hükümdarların ve üst düzey insanların tatmaya tâbi olduğu çok lüks et çeşidi idi. En ucuz et çeşidi yine de domuzdu. Hür bir işçi üç günlük ücreti ile ailesini doyuracak kadar domuz eti satın alabilirdi. Yemekler genelde dörtgen, bazen de yuvarlak bir masa etrafında yenirdi. Masa ayaklarının hayvan ayağı gibi oyulması âdetti.

Eğitim

Yunan tarihinde eğitim, Sparta hariç, kişisel idi. Sparta'da çocuklar 7 yaşlarına kadar aileleriyle kalır daha sonra devlete ait kurumlara giderdi. Daha çok müzik eşliğinde yapılan jimnastikle vücut geliştirilir, bunun yanında okuma yazma, aritmetik, devlet işleri ve din de öğretilirdi. Helenistik dönem boyunca birçok şehir devleti halk okulları açtı. Sadece bazı varlıklı aileler çocuklarına özel öğretmen tutabilecek durumdaydı. Erkekler okuma - yazmayı ve edebî metinleri öğreniyorlardı. Bunun yanında şarkı söylemeyi ve en az bir müzik âleti çalmayı öğrenen çocuklar aynı zamanda askerî birlikler için birer atlet gibi yetiştiriliyorlardı. Sadece bir meslek için değil, etkileyici bir yurttaş olmak için de çabalıyorlardı. Kızlar da okumayı yazmayı ve ev işlerinde yardımcı olması amacıyla basit aritmetik işlemleri okullarda öğrenmişlerdir fakat çocukluktan sonra bir daha hemen hiç eğitim alan olmamıştır.

Erkek çocukların çok az bir kısmı çocukluktan sonra da eğitimlerine devam etmişlerdir. Varlıklı gençlerden bazıları kendilerinden yaşça büyük akıl hocaları tutuyorlardı. Gençler hocalarını izleyerek ve onunla beraber sempozyumlara katılarak, çarşıda politika konuşmayı, günlük görevlerini nasıl yapması gerektiğini vb. öğrenirlerdi. En zengin öğrenciler ise eğitim hayatlarına kolejlerde devam ederdi ve büyük bir şehirde üniversite'ye giderdi. Bu üniversiteler dönemin en önemli ve saygın öğretmenlerine sahip olurlar ve eğitimi verilebilecek en iyi biçimde verirlerdi.

Din ve inanış

Eski Yunan kültüründe çok tanrılı bir inanış vardı. Her önemli doğa ögesi ve insan duyguları ile ilgili tanrılar vardı. Tanrıların tanrısı Zeus dünyayı ve gökleri yönetir, ondan sonra kardeşleri Hades ve Poseidon gelirdi. Eski Yunanlar'ın inanışlarına göre Zeus, önceleri Tanrıların tanrısı değildi, babası Kronos'u devirdi ve hâkimiyeti kendi eline aldı. Fakat Zeus gibi babası Kronos da asıl tanrı değildi ve o da gerçek tanrı olan Uranos ve karısı Gaia'yı devirip iş başına geçmişti. Zeus'un kardeşlerinden Hades ölülerin dünyası olduğu kabul edilen yer altı dünyasını, Poseidon ise Yunanların yaşamlarında hayatî öneme sahip olan denizlerin tanrısıydı.

Zeus ve kardeşlerinin Olimpos Dağı'nda yaşadıklarına inanılırdı. Zeus'un Hera adında bir karısı vardı. Zeus'un bazı çocukları Hephaistos, Apollon, Artemis, Athena, Ares, Dionysos ve Hermes idi. Tüm bu tanrıların insanlar gibi yaşadığına, âşık olduğuna, evlendiğine, kıskançlığa kapıldığına, kavga ettiklerine ve ara bozduklarına fakat ölümsüz oldukları inanılırdı.

Yunanlar bir takım mağaraların tanrılarının tapınakları olduğuna inanırlardı. Korint ve Delfi'de rahip ve rahibeler tanrılar adına kâhinlik yapardı.

Genel yaşam

Antik Yunanistan'da herkes gün içinde görevlerini yapar ve dinî görevlerini aksatmamaya çalışırdı. Atina gibi büyük şehirlerde sık sık festivaller düzenlenirdi, bu festivallere katılmak bir görevdi. Festivallerde tanrılara müzik, şiir, drama türlerinde hediyeler sunulurdu. Atina'lılar birbiri ardına festivalleri olmasıyla övünürlerdi. Büyük Panhellenik (tüm Yunan şehirlerinden katılımcıların bulunduğu) festivaller Olympia, Delfi, Nemea ve Isthmia gibi yerlerde düzenlenirdi. Bu festivalerde yarışmalar düzenlenir ve kazanan şairler, atletler zengin ve ünlü olurlardı. En popüler ve para getireni ise Kariot (atların çektiği iki tekerlekli savaş arabası) yarışlarıydı.

Yunanların giyim biçimi zamanla ufak değişimlere uğramıştır. Kadınlar da erkekler de genelde bol giysiler giyerlerdi. Tunikler renkli dizaynlara sahip olurdu ve çoğu zaman bir kemerle bağlanırdı. Soğuk zamanlarda şapka ve pelerin giyerler, sıcak havalarda deri sandaletler ve tüm vücudu örten ince kumaştan yapılma elbiseler giyilirdi. Kadınlar mücevher takarlar ve kozmetik ürünler kullanırlardı. Saçlarını yüzyıllar boyunca modası geçmeyen bir âdet olarak enselerinde topuz yapmak Yunan kadınlarının en büyük şıklık göstergesiydi. Özellikle pudrayla ten rengine beyaz bir görüntü vermek gelenekti. Hoş kokulu esanslar kullanır ve tırnaklarını boyarlardı. Soylu Yunan kadınlarının sıkça kullandığı yağlı kremi yapmayı ilk başaran hekim Galen'dir. Antik dönemde erkekler de kadınlar gibi uzun saçlı olmuşlar Büyük İskender'in başlattığı tıraş modasına değin sakal bırakmışlardır. Zira Büyük İskender savaş anında düşmanların askerlerin sakallarına yapışıp bırakmaması endişesi taşımıştır. Eski Yunanistan'da şehre ya da eve gelen misafirlere sıcak banyo sunmak ve banyo sonrasında hoş kokulu yağlar ikram etmek bir gelenek hâline gelmişti.

İlk para Lidyalılar tarafından bulunmuş olmasına rağmen yaygın olarak kullanımı Eski Yunanistan'da olmuştur. Bugünkü bozuk paraların tasarımı da aynı biçimde Eski Yunanistan kültüründen kalmıştır. Yuvarlak olması, herhangi bir yüzünde önemli bir liderin kabartmasının bulunması bu dönemdeki âdetlerdendir. Eski Yunanistan'da para süsleme ve basma bir sanat olarak görülmemişse de onların el becerileri hakkında en çok bilgi veren eserlerden biri de paralardır.

Tiyatro

Eski Yunanistan'da tiyatro kültürün en önemli parçasıydı. Tiyatrolar halkı eğlendirmenin yanı sıra halkı eğitmek için de kullanılmıştır. Bu dönemde sadece erkeklerin tiyatro oyuncusu olmasına izin verildiğinden erkek oyuncular gerektiğinde maskeler ile kadın rollerini de üstlenirlerdi.

İlk olarak şarap tanrısı Dionysos'u kutsamak için dinî törenlerde söylenen ilâhilerden doğan tiyatronun ilk oyuncusu, önceden plânlanmış soruları halktan biriymiş gibi öne çıkıp ilâhi korosuna yönelterek rol yapan Thespis olmuştur. Tiyatronun ilk olarak böyle doğmasından dolayı tiyatroların oynandığı yerler uzun süre halk tarafından tapınaklar kadar kutsal sayılmıştır.

Antik Yunan tiyatro sanatında oyunlar tragedya,satirik ve komedya olarak üçe ayrılırdı. Genelde Yunan mitolojisi üzerine yazılan senaryoların birçoğu şiirsel bakımdan birer başyapıt niteliği taşır. Eserlerinin bir kısmı günümüze ulaşabilen üç Yunan yazarı-düşünürü Aiskhylos, Euripides ve Sofokles'dir. Bunların içinde ilk kez sahne dekoru kullanan kişi Sofokles'dir.

Mimarî

Epidaurus tiyatrosu

Bugüne dek kurulmuş en görkemli Yunan şehri, Dünyanın Yedi Harikası'ndan biri sayılan İskenderiye Feneri'nin inşa edilmiş olduğu, Mısır'daki İskenderiye şehri olarak kabul edilir. Fakat yağmalar ve âfetler sonucu bugün İskenderiye Feneri de dahil olmak üzere neredeyse hiçbir eser ayakta değildir.

Eski Yunanlarda mimarînin oldukça gelişmiş bir başka kolu da anıtmezarlardır. Genelde dönemin kralları için inşâ ettirilen anıt mezarlardan en ünlüsü Bodrum'da Karya Kralı Artemisia adına yaptırılmış Mausoleion'dur. Taban ölçüleri 32 x 38 metre boyutlarındaki Mausoleion'un yüksekliği 55 metreyi bulur.

Yunanlar yaptıkları evlerin ya da diğer yapıların zeminlerini geleneksel bir nedenden dolayı aşınmış çakıl taşları ile döşerlerdi. Ana fon siyah olup desenler beyaz varsa renkli çakıl taşlarından yapılırdı. Bu dönemlerden kalma en eski buluntu M.Ö. 8. yüzyılda yapılmıştır. Antik Yunanlara ait mimarî kalıntıların büyük çoğunluğu toprak altında olduğundan, her yeni keşifle ortaya daha yeni bilgiler çıkmaktadır.

Yunanların en sık görülen yapıları ise tiyatrolardır. Bulgulara göre ilk tiyatrolar Dionysos adına yapılan dinî şenliklerde tapınakların önünde bulunan, aslen bir sunak olan ve halkın etrafındaki tepelere çıkarak seyrettiği, ilâhi söylenen yükseltilerdir. Tiyatrolar zamanla gelişerek ilk amfitiyatro örnekleri oluşmuştur. Sahnenin seyircilere bakmayan tarafı, beyaz taşlardan duvar ile kapatılmış, olayın geçtiği yere göre, bu duvarlara orman ya da deniz resimleri çizilmiştir. Arka fon ve oturakların oluşması günümüz tiyatro sanatının temelleri olarak kabul edilir.

Eşcinsellik

Eski Yunanistan'da eşcinsellik genelde erkekler arasında görülürdü. Aşk çoğu zaman bir ergen erkek ile bir yetişkin arasında kurulurdu. Yunanlar bir erkeğin, başka bir erkeğin güzelliğine vurulmasını normal karşılardı fakat farklılık bunu dışa vurma şekliydi. Eğer erkeğe duyulan tutku kadına duyulandan fazla ise kişi dışlanırdı. Eski Yunanistan'da bu tip ilişkiler genelde antrenmanların çıplak yapıldığı spor komplekslerinde ortaya çıkardı.

Erkekler arasındaki eşcinsel ilişkilerde yetişkin bireye erastes, genç bireye eromenos denirdi. Yunan eşcinsel ilişkileri genelde bu tipti fakat buna alternatif olarak Boeotia'da çiftler birlikte yaşamışlar, Elis gibi yerlerde gençler hediyeler verilerek ikna edilmiş, İyonya gibi yerlerde ise eşcinsellik toptan yasaklanmıştır.

Eşcinsellik, Eski Yunanistan'da tanrılar arasında bile yaygındır. Bu konudaki mitlere bakıldığında Zeus, Poseidon, Apollo, Orpheus, Herkül, Dionysus, Hermes ve Pan gibi tanrıların her birinin genç sevgilileri olduğu görülür. Hattâ efsaneye göre yakışıklılığı ile ünlü bir kahraman olan Narkissos nehre su içmek için eğildiğinde, yansımada kendi görüntüsünü görüp kendi vücuduna âşık olur.

Fahişelik

Fahişelik, büyük şehirlerde ve özellikle limanlarda fahişelik iş sahasıydı ve azımsanamayacak derecede çok insana iş sağlıyordu.

Bu iş aslında sadece kadınlar arasında değil, erkeklerce de yapılan bir işti. Genelde erkekleri orta yaşlı kadınlar tutardı ama bazen yaşlı kadınlara da hizmet verdikleri olurdu. Cinsel tercihe göre zaman zaman erkek müşterilere de giderlerdi.

Antik Roma'daki uygulamanın aksine, MÖ 390'lara kadar, köleler ile cinsel ilişki görülmemiştir. Eski Yunanistan'da fahişelere bu kadar çok yönelinmesinin bir başka sebebi de oral seksin bir tabu olmasıydı. İnsanların bunu yapması alçaltıcı olarak algılanırdı. Erkekler arasındaki ilişkilerde bile Erastes (yetişkin olan taraf), Eromenosdan (genç taraf) çok ayıp sayıldığı için bunu yapmasını isteyemezdi. Bu yüzden hem heteroseksüel insanlar, hem erkek eşcinseller genelevlere sık sık giderdi.

Fahişelik hem yasal, hem de bu kadar kabul gören bir iş olmasına rağmen, bu işi yapanlar yine de toplum tarafından aşağılanırdı. Bu işi yapan kadınlar Khametipis (χαμαιτυπής - yerin dibine geçirilmiş) adı ile anılırlardı. MÖ 4. yüzyıldan sonra fahişelik köleler arasında yaygınlaştı. Atina'da Atinalı bir kişi bu işi yaparsa bütün sosyal hak ve özgürlüklerini kaybeder ve köleler ile eşit duruma düşerdi, bu nedenle başka şehirden gelenlerin de bu işi yaptığı görülürdü.

Eski Yunanistan'da genelevlerin nasıl olduğu konusunda sadece edebî eserlerden bilgi edinilmektedir. Buna göre genelevler karanlık, dar koridorlu ve pis kokulu yerlerdir. Kadınlar bu evlerde ne olursa olsun hamile kalmaktan kaçınırlardı ve ilkel doğum kontrol yöntemlerine başvururlardı.

Türkiye Şehirleri Türkiye Coğrafyası Dünya Şehirleri Dünya Coğrafyası Ülkeler



  • Blog Yazıları


    Email
    KISA KISA
    X



    Folower Button

    Takipçiler

    Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
    Copyright © 2020. merhancag . All Rights Reserved.

    Bilgi Mesajı

    Duvarı Aşamıyorsan Kapı Aç

    Kıssadan hisse Kısa Kısa'da sizi bekliyor...

    facebook sayfamızı takip edebilirsiniz!