Güzel Bir Hafta Sonu Dileriz

Kısa Kısa'da yeni bir Hikaye

Yolunacak Kaz?..

Sağlıcakla Kalın

×

















SON YAZILAR :
Loading...


03 Haziran 2020

Türk Kimliğinin Ortaya Çıkışı ve İlk Türkler



Türk’lük kavramının ortaya çıkışı bugün Türk olarak tanımladığımız toplumların tarih sahnesine çıkması ile neredeyse yaşıttır. Bunun yanında “Türk” ifadesinin nasıl ve ne zaman kullanılmaya başlandığı ile ilgili yoğun bir handikap ve bilgi kirliliği mevcuttur. Araştırılması ve bu araştırmaların arkeolojik çalışmalarla teyit edilmesi çok zor olan Asya tarihi maalesef kimi tarihçilerin keyfe keder yorumlarlarıyla ciddiyetsiz bir hal almış durumdadır. Günümüzde yapılan detaylı araştırmalarda ve Türk’lerin ilişkide bulunduğu toplumların tarihlerinde kendi Tarihimizin izlerine rahatlıkla ulaşabiliyoruz.
Türk toplumlarını teşkil eden “Amerind - Beyaz Irk” melezi Ön Türk’ler,  tarih sahnesine iki koldan (Aral Gölü ve Tanrı Dağları) çıkmış, bu iki kol 4.000 Yıl önce ÖTÜKEN’de birleşerek yeni bir toplum oluşturmuştu. M.Ö. 2.000 li yıllarda ortaya çıkan bu toplum artık Kendisine “Türk” demeye başlamıştır. Zira Aral’dan gelen Ön Türk kolu, buraya göç etmeden önce kendilerine “Türk” demekteydiler. Aral Kolundan gelen Ön Türk’lerin kendilerine Türk demeleri, Tanrı dağlarındaki buluşmadan 1000 yıl önce başlar. Dolayısıyla Türklük kavramının kaynağına ulaşmamız için Kendilerine ilk Türk diyen Aral’lı Ön Türk kolunun üzerinde yoğunlaşmamız gerekecektir.
Aral’lı Ön Türk’ler tarih sahnesine  M.Ö: 8.000’li yıllarda çıkmışlardı. Kuzeyden inen Amerind’ler ile Aral Gölünün yerlileri olan Beyaz Irk mensubu iki toplum burada akrabalık bağı kurarak uzun yıllar yaşamış ve en eski Ön Türk toplumunun temellerini oluşturmuşlardı. Kendilerine henüz “Türk” demeyen bu toplum, binlerce yıl yaşadıkları Aral Gölü, Hazar Denizi ve Doğu Kafkasya bölgelerindeki müstakil yaşantılarını şartların gereği olarak medeni yaşama dönüştürmeye başladılar. Boylar ve Aşiretler halinde yaklaşık 4 Bin yıl yaşayan bu toplumlar yaşamın kaynağı olan sulak bölgeler üzerinden göç hareketlerine giriştiler. Bu göç hareketleriyle birlikte ulaştıkları Mezopotamya’da yeni bir otoriter sistem inşa ettiler. M.Ö. 4.000’li yıllarda giriştikleri bu göç hareketi ile Dünya Medeniyetin temellerini atan Sümer Devletler topluluğunun kurucu unsuru oldular.
Sümerleri tek başına bir ülke yada müstakil bir toplum olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Kuzeyden gelen Ön Türk kolları, bu bölgede Mezopotamya’nın yerli unsurları ile birlikte yaşayarak teşkilatlı bir yönetim düzeni oluşturdular. Bu tarihe kadar Mezopotamya’da bir medeniyet kurulmamıştı ve belli bir toplumun vatanı olarak kabul edilmemekteydi. Daha önce Devlet ve Medeniyet tecrübesi olmayan bu toplumlar bir nevi Birleşmiş Milletler halinde kurallara dayalı, birbirleri ile iyi komşuluk ilişkilerini esas almış bir ortak yönetim biçimi oluşturdular. Tarihçiler, günümüzde bu yönetime “Site Devletleri” adını verirler. Bu yönetim biçiminde her toplum kendi Şehrinde yaşıyor, kendi Kralı tarafından yönetiliyor ve diğer toplumların yönetimlerine karışmıyordu. Bunun yanında tüm Sümer Şehir Devletleri aynı dini inanışlara sahip, aynı dili konuşan, aynı toplumsal kurallar ve birbirine çok benzeyen yaşayış şekilleri ile varlıklarını devam ettirmekteydiler. Bu yönetim biçimi binlerce yıl ayakta durmuş, medeniyetin temeli olan Yazıyı keşfetmiş ve kullanmaya başlamış, toplum olarak güçlendikçe sayıları hızla artmıştır.
Pek çok tarihçi Sümer Devletinin kurucularının Asya’lı olduğunu kabul eder. Asya’dan göç ettikleri ve Beyaz Irk’a mensup Yuvarlak Başlı (Brakisefal) bir ırk olduğu kesin olarak tespit edilen Sümer toplumunun Türk Alfabesi ve Türkçe ile çok yakın bağıda Sümerlerin Ön Türk kökenli bir devlete sahip olduğunu açıkça ortaya koyar.
Kuzeyden inen Ön Türk toplulukları da bu Site Devleti içerisinde Kurucu Unsur olarak yer almış ve varlıklarını Sümer Medeniyeti içerisinde devam ettirmişlerdir. Bu toplumun kendisine TÜRK demesi de, Sümer Site Devletlerine katılmasından birkaç yüz yıl sonra gerçekleşir. Zira Sümerlerin son dönemlerinde TÜRKİ adlı bir Şehir Devletinin var olduğu ortaya çıkmıştır. Sümer Devletini yıkan Akadların (Arapların Ataları) Kralı Naramsin, Sümer Devletlerine açtığı savaşta mücadele ettiği Şehir Devletlerinin ve Krallarının isimlerini yazıya dökerek kayıt altına almıştı. Bu kayıtlarda TÜRKİ adlı bir Şehir devleti olduğu, Kralının adının İL-şu Nail olduğu belirtilir. Hem ülkenin isminin TÜRKİ olması, hemde Kralın unvanının Türkçe olması bu şehir devletinin ilk TÜRK devleti olduğunu ortaya çıkartmaktadır.
Sümerlerdeki TÜRKİ adlı Site devletinin varlığı ve halkının Türkçe konuşuyor olması bu toplumun ilk Türk Devleti olduğunu ortaya koyuyor. Peki Sümerlerin son dönemlerinde varlığı kesin olarak ortaya çıkan TÜRKİ Devleti ne zaman vücut buldu ve tarih sahnesine çıktı?
Sümer araştırmacıları, Sümerlerin kurulduğu ilk dönemlerde TÜRKİ adlı bir Şehir Devletinin var olmadığını belirtiyor. Yani Sümerlerin ortaya çıktığı -3.500 lü yıllarda TÜRKİ adlı bir toplum yoktu. Aral boylarındaki Ön Türkler, Sümer devletinin kuruluşunda asli unsur olarak rol oynadığında kendisine TÜRK unvanı vermemişti. Bu unvanı birkaç yüz yıl sonra Büyük Tufan sonrasında edindiler.
Sümerler, kurulduktan yaklaşık 500 yıl sonra Mezopotamya topraklarında büyük bir Tufan meydana gelmişti. Bu tufan, geniş bir coğrafyada etkili olmuş, çok sayıda insan sular altında kalarak ölmüş, medeniyetler ve şehirler önemli ölçüde yok olmuştu. Bulgulara göre bu Tufan -3.000 yılları civarında gerçekleşti. Zira Tufan’a ait bilgiler Tufanın Sümerler döneminde yaşandığını ortaya koymaktadır. Tufandan ilk bahseden yazılı kayıtlar -2.500 yılına aittir. Yani Tufan -2.500 lü yıllardan daha önce meydana gelmiştir. Sümerlerin yazıyı -3.200 lerde kullanmaya başladığını ve pek çok yazılı eser bıraktığını düşünürsek Tufanın yaklaşık olarak -3.000 yıllarında meydana gelmiş olduğu sonucuna varabiliriz. Bu Tufan, aslında pek çok kişinin bildiği Nuh Tufanıdır. Zira Tufan ile ilgili destanlar, hikayeler ve kayıtlar Kuran’da belirtilen Nuh Tufanı ile birebir örtüşmektedir.
Yaşanan Tufan sonrası Sümer Devletler topluluğu halen ayaktaydı ve güçlü bir yapıya sahipti. Düşünülen odur ki, Aral gölünden Mezopotamya’ya inen Ön Türk’ler burada kurdukları Şehir Devletini Tufan sonrasında yeni bir inanışa göre yeniden adlandırdılar. -3.000 lerde yaşandığı düşünülen Tufan’dan sonra Hz. Nuh, çocuklarını toplumların başına Lider olarak göndermişti. Arap Tarihçilerinin bu konuda yaptıkları araştırmalar oldukça ilginçtir. Bu araştırmanın sonuçları bizi Aral Gölünden Mezopotamya’ya göç eden toplumların tufandan sonra kendilerine TÜRK ünvanı verdiği gerçeğine ulaştırıyor.
Nuh Tufanına ait bilgiler hem kulaktan kulağa yayılan ve masallaştırılan efsanelerde, hem Tarih araştırmacılarının elde ettiği muhtelif tespitlerde, hem Tevrat ve İncil’de, hem de Kur-an’ı Kerim’de geçmektedir. Bu kaynaklardan elde edilen bilgiler Hz. Nuh’un oğullarından yeni nesiller türediğini belirtiyor. Burada “Türemek” kavramı muhtemeldir ki hem kendi soyunu devam ettirmek hem de toplumların liderliğini üslenmek olarak edebi bir dille ifade edilmiş. Zira Tufandan önce varolan kavimlerin birçoğu Tufandan sonrada varlıklarını devam ettirmiştir. Arap tarihçi ve yazar Said bin El-Müseyyeb Nuh’un Ham, Sam ve Yafes adında üç oğlunun olduğunu ve bu oğullarının soylarından kavimler meydana geldiğini belirtir. Bunun yanında Nuh’un oğullarının soyundan gelenlerin isimleri de bu araştırmalarda ulaşılan önemli bilgilerdendir. Bu bilgiler bize hem Türk toplumunun hem de komşusu olan diğer toplumların nasıl kimliklerini kazandıklarına dair önemli ipuçları verecektir.
Gılgamış Destanı, Hatti Kayıtları, Sümer Yazıtları, Tevrat, İncil ve Kur-an’ı Kerim’de elde edilen bilgiler ışığında ortaya çıkan bilgiler, Hz. Nuh’un çocuklarının ve  çocuklarından olan çocuklarının (Torunlarının) isimlerini şu şekilde tespit etmiştir ;
Hz. Nuh’un oğulları Ham, Sam ve Yafes.
Ham’ın Oğulları ; Kuş, Mizraim, Put, Kenan.
Sam’ın Oğulları ; Elam, Asşur, Arpaçşad, Lud ve Aram.
Yafes’in Oğulları ; Türk, Gomer, Mogog, Madai, Javan, Tubal, Meşeç, Tiras.
Hz. Nuh’un çocuk ve torunlarının isimleri mutlaka tanıdık gelecektir. Zira Türk kavmine olduğu gibi pek çok kavme isim babalığı yapan bu isimler, hem dünya medeniyetini yeniden inşa etmiş, hem temel kültürleri oluşturmuş hem de Dünyanın demografik temellerini atmıştır. Bu isimlerden en tanıdık gelenleri  Elam’ın başına geçtiği kavim Elamlılar olarak anılmış, Asşur’un başına geçtiği kavim Asurlular olarak anılmış, Aram’ın başına geçtiği kavim Aramiler olarak anılmış, Arpaçşad’ın başına geçtiği kavim Araplar olarak anılmış, Türk’ün başına geçtiği kavimde Türkler olarak günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir.
Aslında bu bilgi yakın zamanda ortaya çıkmamıştır. Binlerce yıldır bilinen, Bozkır Türk’lerince efsane olarak babadan oğula anlatılan bir mitdir ve Selçuklu döneminde Anadolu ya giren Türkler içerisinde bile anlatıla gelmiştir. Öyle ki Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Atatürk tarafından kurulan Türk Tarih Kurumu da bu bilgiyi Halk dilinden kaleme almış ve gerçekliği üzerinde araştırmalar yaparak itibar etmiştir.  Bu bulgular ışığında Atatürk de Türk’lerin kökenini Nuh’un torunu Türk’e dayandırmıştır. Bunun yanında ilginçtir ki Bozkır efsanelerinde söz edilen unsurlara Arap efsanelerinde de rastlanmaktadır. Birbirleriyle ilk teması M.S. 8. Yüzyılda gerçekleşen Türkler ve Araplar, aynı efsaneyi bu ilk temastan yüzlerce yıl önce yazıya dökmüştü. Elbette literatür tarihçileri bu bilgiye efsane ve masal olarak bakmış, itibar etmeyerek ciddiye almamıştır. Oysaki yakın zamanda ortaya çıkartılan Sümer yazıtları, Hatti yazıtları, Gılgamış destanı, Arap tarihçilerinin araştırmaları, Etimolojik ve Arkeolojik bulgular her halükarda bu tezi desteklemekte ve gerçekliğini ortaya çıkartmaktadır.
Artık bugün, tarafgir nitelikleri açıkça ortaya çıkmış, yanlı tezleri birer birer çürütülmüş batılı politik tarihçilerin literatüre geçirdiği kusurlu ve yanıltıcı bilgilere itibar etmek yerine tarihsel bulguların ve kesinlik kazanmış delillerin bizi ulaştırdığı mantıkla ortaya çıkan ve bizzat Halkın Tarihiyle teyitlenen bu bilgiye itibar etmeli ve sahip çıkmalıyız.
Kültür ve Medeniyet
Öncelikle kültür ve medeniyet nedir; kültür ile medeniyet arasında ne gibi farklar bulunmaktadır, bunları açıklamakta yarar var. Çünkü terimlerin manaları değişik olup, zaman zaman da kullanımlarında yanılgıya düşülüyor. Hakikatte bu konu üzerinde pek çok sosyal bilimci bir şeyler söylemesine rağmen, henüz ortak bir tanımın da oluşturulamadığını görüyoruz.
Bilindiği üzere kültür, sosyolojinin en önde gelen kavramlarından biridir.  Buna değişik pek çok anlam verilmekle beraber, Latince kökenli bir kelimeden neşet eden kültürün manası “toprağın işlenmesi” demek olup; daha sonraları özellikle Batı dillerinde kazandığı anlam olan “yüksek dereceli bilgi, insan vücudunun ve ruhunun terbiyesi, sanat ve fikir eserlerinin geliştirilmesi” şekliyle Türkçemize girmiştir. Bir bakıma insanın her açıdan yetişmesi ve bu olgunluğunu ilerleterek, yaymasıdır.
 Kültür, umumiyetle insanların yaşama tarzları ve hayatlarını sürdürürken ortaya koydukları maddi-manevi bütün anlayışlardır şeklinde tarif edilmeye çalışılır. Bunun içine gelenek-görenek, töre, ahlakî kurallar, dinî, felsefî, edebî, iktisadî toplumsal müesseseler ve sanatsal zevkler ile insanı hayata bağlayan ve onu ayakta tutmaya yarayan ruhî ve fizikî değerler dâhil edilir.
Bütün bunlar, kültürün daha çok toplulukların kendilerine has yaşayış ve davranışları olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte kültür genellikle maddi unsurlar değil, manevi yapı olarak düşünülmektedir. Kültürel meselelerin izahı ve bu kelimenin tanımlanmasında, Türkiye’de en önde gelen ilim ve fikir adamı, ünlü Türk sosyologu Ziya Gökalp, kültür; bir milletin dinî, ahlakî, hukukî, ilmî, bediî, lisanî, iktisadî, teknik hayatlarının ahenkli toplamıdır, derken; kültürü herkes kendi bakış açısına göre, yukarıda çizilen ana çerçeve dâhilinde izaha çalışmaktadır.
Her halkın kendine özgü bir kültürü vardır, diğer bir deyişle her kültür ayrı bir topluluğun temsilcisidir. Bunun gibi insanlık tarihine yaptıkları katkılar hâlâ Batılılarca inkâr edilmeye çalışılan Türk milletinin de dili, tarihi, edebiyatı, sanatı, dini, müziği, mimarisi, hukuk anlayışı ve olaylar karşısındaki davranışlarıyla kendine mahsus bir kültürü söz konusudur.
Kültür gibi medeniyet de bizim dilimize yabancıdır ve Arapçadan geçmiştir. Bunun yerine “uygarlık” terimi kullanılmak istenmişse de, iki kelimenin birbirlerinin yerini tutmadığı da söylenmektedir. Buna bağlı olarak medeniyetin, kültürden biraz farklı anlam içerdiği ileri sürülür. Medeniyet, milletlerarası ortak değer seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtaları bütünüdür. Temelini ilim ve teknoloji oluşturur ki daha çok dışa dönüktür. Kültürler milli, medeniyet ise evrenseldir, denmekle beraber günümüzde medeniyetten anlaşılan; daha çok sanayileşme ile ortaya çıkan yeni ve daha iyi bir yaşama biçimine sahip olan topluluklar kastedilmektedir.
 Bu durumda; kültürlerin özel, medeniyetin genel olduğunu söylemek mümkündür. Medeniyetlerin ayrışma noktasında da çeşitlilikler görülür. Dine, coğrafyaya, hatta toplulukların etnik oluşumuna göre medeniyet tarifleri yapılırken, zamanımız itibarıyla belki iki medeniyetten söz açılabilir. Bu da; Doğu ve Batı Medeniyetidir. Her iki medeniyet de bir zamanlar kendisini üstün kılan taraflarını diğerine ihraç ettiğinden, birbirinden yararlanma yoluna da gitmiştir. Buna bağlı olarak, medeniyetler de saf değildir. Türk milleti her iki medeniyet dairesi içerisinde de bulunması itibarıyla, farklı bir konumdadır.
Kültür ve medeniyet üzerindeki tartışmalar, Z.Gökalp’ten beri gündemde olup, bundan sonra da süreceği ortadadır. Ne olursa olsun, her kültür kendi öz vasfını korur ve ana yapı bir süreklilik taşır. Bunun da böyle bilinmesi gerekir.

Türk Tarihi'ne Bakış


Birtakım fikir ve ilim adamı milli menfaatlerimiz ve bugünkü bilgilerimiz ışığı altında Türk tarihi ikiye ayrılabilir diyor:
         1- Anayurttaki Türk tarihi.
         2- Yabancı illerdeki Türk tarihi.
         Anayurttaki Türk tarihinin en eski çağları 11. yüzyıla kadar, Doğu Türk ilinde geçer. Bu Doğu Türk ili veya Türk yurduna Mogolistan ve Doğu Sibirya da girer. 11. asırda, Selçuklularla beraber batıda ikinci bir anayurt daha kurulmuştur ki, bunun adı Türkiye’dir. Ama burası sanıldığı gibi Anadolu Yarımadasından ibaret değildir. Bu vatanın sınırlarına bugünkü Türkiye, Balkanlar, Kafkasya ve Azerbaycan, Irak ile Kuzey Suriye dâhil olmaktadır. Doğu Türk ili ve Türkiye tarihleri aralıksız bir bütün halinde halâ sürmektedir. Üstelik zaman zaman bu iki yurt Çingiz, Temür ve Osmanlı çağlarında birleşmişlerdir. 
Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, Türklerin yerli ahaliler üzerinde üstünlük kurdukları devletlerin tarihidir. Bunlar devamlı olmamış, sonunda bu Türkler hükmettikleri milletlerin arasında erimişlerdir. Bunun çeşitli sebepleri vardır; en belli başlıcası nüfus hadisesidir. Yani sürekli harpler ve kırgınlardan eriyen ahaliye arkadan gelenlerle takviye yapılamamıştır. Mesela bugünkü Mısır devleti, Türk askerlerine dayanan bir hanedan tarafından kurulduğu halde, günümüzde Mısır tamamıyla bir Arap devletidir. Buna benzer olarak, Orta Avrupa’daki Avar ve daha sonraki Kuman-Kıpçak hâkimiyetleri gösterilebilir. Ne yazık ki Peçenekler ile Kumanlar ellerinde o kadar güç olmasına rağmen birlikte hareket edip, devlet kurma teşebbüsünde dahi bulunmadılar. Bu da Türk tarihinde üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. 
Ayrıca burada şuna da değinmeyi faydalı görüyoruz ki; aşağı-yukarı bütün dinlerin kitaplarında bazı tarihi hadiseler anlatılır. Bunun yanı sıra Allah kavramı, yaradılışın sırları vs. hususlardan yola çıkarak, birtakım dini tarih felsefeleri ortaya koyup, bundan bir tarih metodu geliştirerek, bütün tarihi hadiselerin temeline din faktörünü yerleştirmenin de şahsi kanaatimizce doğru olmayacağını düşünüyoruz. Tıpkı Marksist tarih felsefecilerinin her şeyin sebebini sınıf çatışmalarına bağlamaları gibi.
Tarih, sadece mazideki kahramanlık hikâyelerini ya da başarıları günümüze aktarmak olmamalıdır. Elbette bir millet tarihindeki şanlı sayfalar ile övünme hakkına sahiptir. Ancak yapılan hatalar ve yanlışlar da birer birer ortaya konup, bunların sebepleri açığa çıkarılırken, sonucunda toplumun neler kaybettiği ve hangi zarara uğradığının hesabı, müsebbiplerinden sorulmalıdır.
Tarihimiz yalnızca zaferlerle dolu ve yaşadığımız dünya da toz pembe değil. Son üçyüz yıldır bilhassa komşumuz dediğimiz halklar başta olmak üzere, dünyanın bir ucundan kalkıp, vatanımızı işgale gelen devlet ve milletlerin katliamlarına maruz kaldık. En güvendiğimiz insanlar bizi sırtımızdan bıçakladı. Bunları yok saymak, tarih kitaplarında yazmamak veya düşmanlıkları unutturmaya çalışmak, Türk milletine yapılacak en büyük hainliklerden birisidir.
Yusuf Has Hacib devleti bir aya benzetir. Ay doğarken önce küçüktür, sonra büyür ve yukarı tırmanır. Dolunay vaktinde her yere ışık saçar. Dolayısıyla bütün insanlık ondan istifade eder. Bu sırada zirvededir. Sonra tekrar küçülür ve görkeminin kaçtığını söyler. Yusuf Has Hacib’ten 300 yıl kadar sonra yaşayan İbn Haldun’un görüşü de aşağı-yukarı böyledir. O da, devletin başlangıç tarihini gelişmeye doğru yürüyüş çağı şeklinde yorumluyor. İkinci devre ise, rahatlığın ve israfın bol olduğu bir dönemdir. Devlet hayatında üçüncü safha, yorulma ve yıpranma vaktidir. İhtiyarlık geldiğinde de yıkılma kaçınılmazdır. Görüleceği üzere her ikisi de benzer şeyleri söylediği halde, biz tarihçiler nedense hep İbn Haldun’u örnek verip, Yusuf Has Hacib’i dikkate almayız. Bu kendi değerlerimize ve bizden olanlara kayıtsızlığımızın göstergesidir.
         Bütün bunların ardından belki de bazı ilim adamlarının işaret ettiği üzere, Türk tarihini bir bütünlük içinde ele alabilmek için Kaşgarlı Mahmud nasıl batıdan doğuya doğru Türklerden bahsetmiş ise; biz de yüzyıllara göre Türk tarihini yazabiliriz. Çünkü Türk tarihinin Batılıların anlayışına göre oluşturulan çağlara bölünmesi meselesi hala tartışılmaktadır. Umumiyetle Avrupalıların kendi tarihlerini esas aldıkları bu tasnif çalışmasını, bizdeki eski tarihçiler olduğu gibi aktardıklarından birtakım sıkıntılar yaşanıyor. Bugün Türk tarihçileri hem bu hale karşı gözüküyorlar, hem de seneler evvel yapılan yanlışlıkları tekrarlamaktan geri durmuyorlar.
Bu hakikat bir yana eğer Türk tarihi illa da bir çağ esasına göre ayrılacaksa, bu Türk Eski Çağı, Türk Orta Çağı, Türk Yeni Çağı, Türk Yakın Çağı vs. şeklinde olmalıdır. Tabiî ki bunların sınırlarının nerede başlayıp, nerede bittiği meselesini de uzman Türk tarihçileri halledecektir. Avrupa ve diğer dünya tarihleri ise belki ayrı ayrı ele alınmalıdır.
Tanrı’nın yarattığı en mükemmel varlık olan insan hafızası, başına bir hastalık gelmediği müddetçe geçmişte yaşadıklarını unutmaz. Sadece kendi dününü değil, çevresindekileri ve içinde yaşadığı toplumun da hayat macerasını, nereden geldiğini merak edip, sorgular. İşte bu düşünüp, araştırma işini ilmi yöntemlerle yaptığınız takdirde tarih biliminin sahasına girmiş olursunuz.
Her ne kadar son yıllarda üzerine fazla eğilinmese de, tarih elbette ki toplumların hayatında sürükleyici bir etkendir. Çocuklarımızı eğitim hayatının başlangıcından itibaren sıkmadan, ders çıkarıcı bir mahiyette milli tarihimizle tanıştırmak zorundayız. Çünkü millet olma şuuru, vatan sevgisi ve görev aşkı ancak tarihten alınan derslerle kazanılır. Millet dediğimiz olgunun tarifleri içerisinde zaten aynı dili, aynı ortak tarihi kaderi paylaşan insanlar yok mudur? Dolayısıyla bizi biz yapan değerleri, geçmişin acı-tatlı hatıralarını öğrenmek için tarih şarttır.
Bunlardan sonra netice olarak söyleyebileceğimiz şey, Türk tarihi bir bütün içerisinde değerlendirilip, olayları buna göre yorumlamak milli menfaatlerimiz açısından tek çıkar yoldur. Yoksa hanedanlar arasındaki kavgalarla uğraşmaktan başka bir iş yapmaya zaman bulamayız.
Türk Adı
Bir milletin tarihi ve kültürü hakkında yapılacak araştırmaların ilk başlangıcı, elbette ki onun adıyla olmalıdır. Bugün dünya üzerinde üçyüz milyon civarında, “Türk” ismiyle anılan bir insan topluluğu yaşıyor. Bu muazzam kitleyi ifade eden adın ne manaya geldiği konusu ise yüzlerce yıldır ilim adamlarının ilgisini çekmiştir. İşte buna bağlı olarak Türk ismi hususunda çeşitli iddia ve fikirlerin ortaya atıldığını görüyoruz. Bu durum bir yana Türk tarihi ve kültürünün temel kaynaklarından Kök Türk harfli kitabelerde, bu ad Türk ve Türük  şekillerinde karşımıza çıkıyor. Bu yüzden bazı ilim adamları ismin ilk biçiminin tek heceli olduğunu söylerken, bir kısmı da iki heceli iddiasında bulunmaktadır. Fakat bizim bu konudaki düşüncemiz Türük formunun çoğul, yani “Türkler” manasına geldiği yolundadır.
Orkun Yazıtlarında Türk’ün hem bir kavim adı şeklinde geçmesi, hem de kaganlığın tesisi hususunda: “Üze Kök Tengri asra yagız yer kılundukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglınta üze eçüm apam Bumın Kagan, İstemi Kagan olurmış; olurıpan Türük bodunıng ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş”[1], dendiği gibi yine aynı metinlerde: “Türük bodunıg atı-küsi yok bolmazın tiyin, kangım kaganıg, ögüm katunıg kötürmiş Tengri, il birigme Tengri, Türük bodun atı-küsi yok bolmazın tiyin özümin ol Tengri kagan olurtı”[2], cümlesi Türk denen bir halkın mevcutiyetine işarettir.
[1]  Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 2-3; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 1-3: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yagız yer yaratıldıktan sonra, ikisinin arasında insan oğlu yaratılmış, insan oğlunun üzerine atalarım Bumın ve İstemi Kagan oturmuş; oturduktan sonra Türk milletinin ülkesini, töresini idare etmiş, düzenlemiş”.
[2]  Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 25-26; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 20-21: “Türk milletinin adı-sanı yok olmasın diye, İl-teriş Kagan’ı ve İl Bilge Katun’u yükseltmiş olan, İl veren Tanrı, Bilge Kagan’ı da tahta çıkarmıştır”.

Kaynak:Türk Tarihim,AÜ DTCF

0 Yorum:

Yorum Gönder

Türkiye Şehirleri Türkiye Coğrafyası Dünya Şehirleri Dünya Coğrafyası Ülkeler



  • Blog Yazıları


    Email
    KISA KISA
    X



    Folower Button

    Takipçiler

    Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
    Copyright © 2020. merhancag . All Rights Reserved.

    Bilgi Mesajı

    Duvarı Aşamıyorsan Kapı Aç

    Kıssadan hisse Kısa Kısa'da sizi bekliyor...

    facebook sayfamızı takip edebilirsiniz!